7 Ekim 2014 tarihinde yayınlanmıştır.
![]() |
Sûre-i Nahl, Âyet 125 |
Vaktiyle, Vezneciler Câmi-i Şerîfi'nde imâm idim. Namaz vakitleri dışında, mezkûr Câmi-i Şerîf'in karşısındaki kahvelerden birisinin önünde oturur ve çay içerdim. Bazı geceler de, yatsı namazlarından sonra ahbâblarla oturur, dînî sohbetler yapardık. Bu kahvenin müdâvimlerinden bir sarhoş adamcağız vardı. Akşama kadar çalışır, çabalar ve evine gitmeden, çoluk çocuğunun nafaka ve ihtiyaçlarına yetmeden alın teri dökerek kazandığı helâl parayı, harâm olan içkiye verir ve ekseriyâ bu ibtilâsı yüzünden âile efrâdını aç ve perîşân bırakırdı. Gece yarılarına kadar, babalarının eve dönüşünü bekleyen o ma'sûm yavruların aç açına uyumaya çalışmaları bile bu adamcağızın kalbini titretmezdi.
Bir gece, yatsı namazı için geldim ve vakit olduğundan yine o kahvenin önünde oturdum. Ben çayımı yudumlarken, o sarhoş da kaldırımın kenarına oturmuş, kafayı çekiyordu. O gün, birisine fenâ halde kızmış olmalı ki, ağıza alınmayacak galîz küfürler ediyor ve mechûl birisine tehdidler savuruyordu. Bir aralık, öfkesi o kadar arttı ki, elindeki şarap bardağını fırlattı ve bardak parça parça olarak caddeye dağıldı. Başka bir bardak buldu, geldi ve doldurdu, bir dikişte hepsini içti ve o bardağı da aynı hışımla yolun ortasına fırlatarak kırdı. Kendi kendisine "İşte, ben adamı böyle param parça ederim!" diye homurdanıyordu.
Oysa, kırılan bardağın keskin parçaları gelip geçen otomobillerden birisinin lastiğine saplanarak patlatır veya yalın ayak gezen bir fakirin ayağına batarak yaralayabilirdi. Kendisine hiçbir şey söylemeden kalktım ve sokağın ortasına yayılan bardak kırıklarını toplamağa başladım. Zîrâ, Sultânü'l Enbiyâ aleyhi ve 'âlihî ekmelü't tehâyâ Efendimiz buyurmuşlardır ki : "Îmân, yetmiş küsur şubedir. A'lâsı, LÂİLÂHEİLLALLAH demekdir, en küçük şubesi de, yollardan halka ezâ verecek şeyleri kaldırmak ve gidermekdir". Ben de, âcizâne bu emr-i peygamberîyi yerine getirmeyi ganîmet bilmişdim. Fakat tam yerime dönüp oturacağım sırada, o sarhoş bu defa da elindeki koca şarap şişesini yolun ortasına fırlattı ve şişe patlayarak kırıkları caddeye yayıldı. Oturmadan o şişe parçalarını da topladım ve bir kenara bırakdım.
![]() |
"Yessirû velâ tu'assirû beşşirû velâ tüneffirû" "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!" Hadîs-i Şerîf |
Bu defa, sarhoş bana sordu : "Sen, bizim bu câminin imâmı değil misin?" dedi. "Evet" dedim. "Beni nereden tanıyorsun?" dedim. "Bayram namazlarını senin arkanda kıldığımı bilmiyor musun?" dedi, bir süre sustu ve tekrar sordu : "Neden benim kırdığım cam parçalarını topluyorsun?". "Biliyorsun ki, burası oldukça kalabalık bir caddedir" dedim. "Otomobiller geçerken lastiklerine saplanır ve patlatır veya yalın ayak gezen bir fakîrin ayağına batarak onu yaralar. Bir yetîm veya yoksul kişinin zarar görmesini sen de istemezsin değil mi? Kaldı ki, benim bu yaptığım, Resûl-i Zîşân Efendimizin emirleridir. Zîrâ Efendimiz, 'Yollardan halka ezâ ve cefâ verecek şeyleri kaldırın' buyurmuşlardır. Onun için, bu mühim emri yerine getirdim ve bir mü'min olarak îmânımın gereğini yerine getirdim" dedim.
Sarhoş adamcağız, bir süre daha daldı. Düşündü, düşündü ve sordu : "Senin sevâb kazanman için, benim günâha mı girmem lazım?" dedi. "Orasını sen düşün" cevâbını verdim. "Ben, sana bu hususda bir şey söylemek istemem" dedim. Dikkat ettim, gözleri yaşardı. Sarhoş ağlıyordu. İçini çekerek dert yandı : "Ben de seninle câmiye gelmek isterdim ama bu hâlimle nasıl geleyim?" dedi. "Ne varmış senin halinde?" diyecek oldum, "Daha ne olsun?" dedi. "Sarhoşum, ağzım leş gibi içki kokuyor. Üstüm başım da temiz değil, bu halimle câmiye girmek için cemaatden utanırım" dedi. "Sana bir şey söyleyeceğim ama, sakın bana kızma" dedim. "Sen, bu hâlinle Allah ve Peygamberinden utanmıyorsun da, kullardan mı utanıyorsun?" dedim. Uzun zaman cevap veremedi, derin derin düşüncelere daldı. Söylediklerimden bir şey anladı mı bilemiyorum, fakat bir zaman sonra tekrar bana döndü : "Efendi, bu hâlimle ben Allah'ın huzûruna nasıl çıkarım?" dedi. "Sen, şimdiki şu hâlinle Allah Teâlâ'nın huzûrundan ayrı mısın?" dedim. Allahu Azîmü'ş-şân, şu anda senin nerede ve ne hâlde olduğunu bilmiyor mu, görmüyor mu sanıyorsun? Yoksa, yalnız namazlarda Allahu Teâlâ'nın huzûrunda bulunulduğunu mu zannediyorsun?" dedim. "Evet" dedi. "Haklısın. Rabbimiz, bizi her zaman ve her yerde görüyor, ne yaptığımızı ve ne ettiğimizi biliyor, ne konuştuğumuzu da işitiyor" dedi ve ağlaya ağlaya evinin yolunu tuttu.
Ertesi sabah Câmi-i Şerîf'e geldiğim zaman, bir gece önce sohbet ettiğimiz sarhoşu, namaz vaktini beklerken buldum. Birlikte sabah namazını kıldık. Namazdan sonra cemaat dağılınca, elimi tutarak : "Efendi, bana tövbe ettir" dedi. Tövbe ettirdim ve ona dedim ki : "Şimdi sen benden a'lâ ve rânâ bir müslüman oldun. Zîrâ, 'Et-tâibü min-ez-zenbi kemen lâ zenbe leh' yani 'Günâhlarına tövbe eden, o günâhı hiç işlememiş gibi olur' buyrulmuşdur. Cenâb-ı Hakk, seni ve beni tövbelerinde sâdık ve muhlis kullarından eylesin" dedim
Evet, o sarhoş da pek hoş bir mü'min olmuşdu, yıllarca beraber bulunduk. Ev-bark sâhibi, ırz ve iffet ehli bir dindar olarak yaşadı ve o tövbesiyle Hakk'ın huzûruna vardı. Rahmetullahi 'aleyhim ecma'în.