20 Kasım 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Şeyhü'l-Ekber Hazretleri Fütûhât-ı Mekkiyyesinde buyuruyorlar ki :
Allah'ın kullar üzerindeki haklarından en elzem olanı O'na hiç bir şeyi ortak koşmamakdır. Bu şirk bazen sebeblere itimad etmek, kalble onlara yönelmek, onlardan mutmain olmak şeklindeki gizli şirk de olabilir. Mutmainlik, kalbin sebeblere ve sebebler nezdinde bulunan şeylere yönelmesi ve onlarla tatmîn olması demekdir. Böyle bir hâl, mü'minde bulunabilecek en kötü hâllerden biridir. Bu durum, "وَمَا يُؤْمِنُ اَكْثَرُهُمْ بِاللّٰهِ اِلَّا وَهُمْ مُشْرِكُونَ" âyetinin işarî tefsîridir.
Bu âyetde kasdedilen Allah'a gizli şirk koşmakdır. O şirkle beraber Allah'ın varlığına îmân edilirken, ulûhiyyetinde değil ama fiillerinde Allah'ın birliğine îmânda bozukluk vardır. Ulûhiyyetinde birliğine îmân etmemek ise açık şirkdir. Böyle bir şirk, Allah'ın varlığına değil ama ilâhlığındaki birliğine îmân etmekle çelişir. Sahîh bir hadîsde, Hazret-i Peygamber'in şöyle söylediği rivâyet edilmişdir, "Allah'ın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu bilir misiniz? O'na ibâdet etmeleri, hiç bir şeyi kendisine ortak koşmamalarıdır". Hadîsde "şey" kelimesi belirsiz olarak gelmişdir, böylece açık ve gizli her türlü şirk ona dâhil edilmişdir. Peygamberimiz sonra şöyle buyurmuşdur, "Onlann Allah’a karşı hakları nedir, bilir misiniz? Kendilerine azâb etmemesidir". Burada dikkatini "onlara azâb etmemesi" ifâdesine vermelisin! Onlar Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmadıklarında, Allah'a taalluk eden bir düşünceleri kalmaz. Çünkü onlar, Allah'dan başkasına yönelmemişlerdir.
Buna mukâbil müslüman olmakla çelişen bir şirk koşduklarında veyâ âdet hâline gelmiş sebeblere bakmak anlamındaki gizli şirki koşduklarında, Allah o sebeblere dayanmalanna karşılık kendilerine azâb eder. Onlar yok olmaya yüz tutmuş şeylerdir. Var olduklarında ise yok olacakları vehmi ve kendilerinden eksilenler nedeniyle acı çekerler. Onları kaybetdiklerinde, bu kez kaybolmaları sebebiyle azâb görürler. Onlar sebebler varken ve yokken her durumda azâb çekerler. Allah'a herhangi bir sebebi ortak koşmadıklarında veya varlık ve yokluklarına değer vermediklerinde, durum farklıdır. Onları itimad etdikleri Allah, hesâb etmedikleri yönden varlıkları getirebilecek güçdedir. Nitekim şöyle buyurur, "وَمَنْ يَتَّقِ اللّٰهَ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجًاۙ *وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُۜ"
Şâir de bu konuda şöyle söylemişdir :
Takvâya ulaşmanın alâmeti, rızkın insâna hesâb etmediği, beklemediği yönden gelmesidir. Hesâb etdiği ve beklediği yönden rızkın kendisine geldiği insan takvâ makâmına ulaşmadığı kadar Allah'a da itimâd etmiş sayılmaz. Çünkü takvânın bir ma'nâsı da, kendilerine itimâd edilmesi sebebiyle kalbe tesîr eden şeylere karşı Allah'ı siper edinmek demekdir. İnsan kendini pek iyi gören olduğu gibi kime daha çokk itimâd etdigini, nefsinin kime ve neye güvendiğini bilir ve meselâ şöyle demez, "Allah bana fukarâyı gözetmek üzere çalışmayı emretmiş, onların nafakasını karşılamayı farz kılmışdır. Ben de âdet üzere Allah'ın fukarâyı rızıklandırmak için vesile kıldığı sebeblere yönelmeliyim". Böyle bir söz ve davranış, söylediğimize ters düşmez. Biz kalbinle sebeblere bağlanmak, onlar nezdinde sükûn bulmak husûsunda senin dikkatini çeki yoruz. Yoksa sebebleri kullanma demiyoruz!
Bu bölümü yazdıkdan sonra biraz uyumuşdum, uyandığımda kendimi daha önce hiç duymadığım şu iki mısraı okurken buldum :
Kendine bir bak! Kalbinin sebeblere bağlandığını görürsen, îmânını gözden geçir ve yukarıda tarif etdiğimiz gibi biri olmadığını anla. Kalbinin yalnız Allah ile sükûn bulduğunu, belli bir sebebin varlığının ve yokluğunun senin gözünde müsâvî olduğunu görürsen, tabii bu hâlin sebeb ortada yok iken ortaya çıkmış olması lâzımdır, Allah'a îmân etmiş ve hiç bir şeyi kendisine ortak koşmamış o adam olduğunu bilmelisin. Eğer hâl böyleyse, az kişilerdensin ve rızkın hesâb etmediğin yerden gelir. Bu da takvâ sâhiblerinden olduğun için, Allah'ın sana bir müjdesidir.
Âyetin sırlarından birisi de şudur. Allah seni senin hazînende, hükmün ve tasarrufun altında bulunan âdet hâline gelmiş bir sebebden rızıklandırırken de sen takvâ sâhibi olabilirsin. Yani sen Allah'ı siper edinmiş iken O da seni koruyan ve muhâfaza edendir. Bu esnâda takvâ sahibi olman, hesâb etmediğin yönden O'nun seni rızıklandırmasından bilinir. Çünkü kendi zannına göre Allah'ın seni rızıklandırdığını bilmiyordun. Sana göre rızık için elinde olan ve nezdinde bulunan bir şey olmalıdır. Sen elinde bulunan maldan beslensen ve rızıklansan bile, yine de Allah hesâb etmediğin bir yönden seni rızıklandırmış demekdir. Bunu iyi anla! Bu ince bir ma'nâdır. Bunun farkına varabilenler ancak işlerini ve kalblerini murâkabe eden ilâhî murâkabe ehlidir. Çünkü takvâ kelimesinin kökü olan vikâye Allah'a âiddir ve bu hâl, Allah'a itimâd etmesi sebebiyle, kulu kendilerine bağlanacak şekilde sebeblere yönelmekden men eder. İşte وَمَنْ يَتَّقِ اللّٰهَ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجًاۙ âyetinin ma'nâsı budur. Bu âyetde takvânın ortaya çıkardığı çıkış yolu da bu demekdir. Bu aynı zamanda Allah'ın kullarına her işin kendi yed-i kudretinde bulunduğunu gösterip yalnız kendisine bağlanmalarını tavsiye etmesi demekdir.