22 Ekim 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
“Çalabım bir sâr yaratmıs iki cihân âresinde.”
“Çalab”, cîm-i Fârisî ile, lisân-ı Türkî’de dâir olan esmâ-i ilâhiyyedendir, Tanrı ma’nâsına. Pes kâfir ve fâsıka “çelebi” ıtlâkı küfr ve fısk kabîlindendir. Zîrâ şeytânî ve nefsânî olan kimseye “ilâhî” nisbeti dürüst degildir. Mecâz ise her yerde câiz olmaz. Âhirinde mîm, mütekellim-i vahde delâlet ider ki herkesin Hak’la kendi meyânında ilâhiyyet ve me’lûhiyyet irtibâtı vardır. Zîrâ bu haysiyyet-i irtibât olmasa me’lûhden ilâha ilim ta’alluk itmezdi. Anınçün Tenzîl’de gelür: ����� ���� ���� ��� � ��� �� �� ���� ��� [Bil ki Allah’tan baska ilah yoktur.] (Muhammed, 47/19). Pes bu mertebenin mâverâsına bi’n-nisbe silsile-i irtibât münkatı’dır. Zîrâ âlem-i veleh ve hayretdir. Ve nisbet-i mezkûre her sahsın isti’dâdına göredir. Zîrâ kiminde vesâit az ve kiminde çokdur. Ve niceler mazhar-ı esmâ-i külliyye ve niceler dahi mazhar-ı esmâ-i cüz’iyyedir. Sultân, sadr-ı a’zam ve sâir ümerâ ve havâsî gibi.
“Şâr” lafzı Türkçe’dir, sehir ma’nâsına. Velâkin Arabî ve Fârisî’den terkîb-i kelime itdikleri gibi nitekim talebîden ve tırâzîden dirler. Türkî ve Fârisiden dahi terkib iderler, sâristan gibi ki lisân-ı acemde sehristân ma’nâsına isti’mâl olunur. Nitekim ehl-i tetebbu’a mezânnında rûsendir. Burada sâr ile murâd kalbdir. Nitekim nâzım bu nazmı muammâ uslûbda tasrîh itmisdir. Pes gayri mehâmil bi’l-cümle mehcûrdur. Nitekim dirler: ��� �� ���� ����� ���� [Ev sâhibi, evin içindekini daha iyi bilir.] Maahâzâ bu ses beytin mezmûn-ı hakayık-siârı kalb üzerine devr ider. Sâir mehâmilde ise adem-i tatbîk ehl-i kalbe gayr-i hafîdir. Ve kalbden sâr ile ta’bîr eyledi. Zîrâ mecmau’l-kuvâ ve mecmûatü’l-esmâdır ki hurûf-ı âliyyât ve sütûr-ı sâfilât dâiresinin merkezidir. Husûsâ ki ba’de’l-kemâl ruhdan ekmeldir. Zîrâ rûhun bedene ta’alluku, kalbi, beyne’t-tecelliyât taklîb içündür. Anınçün dirler ki: Sâkird-i kabil üstâzdan üstâz olur ve ferzend-i mukbil derece-i pederden terakkî bulur. İcmâl ve tafsîle göre bu ma’nâdır ki Hâtemü’n-Nebiyyîn (sav), âhir-i evlâd-ı nübüvvet ve hâtime-i niseb-nâme-i risâlet iken asl-ı asîl olan Âdem ve fer’-i mesîl olan İbrâhîm-i mükerremden ve sâir âbâ-i kirâmdan aleyhimü’s-selâm zirve-i merka-yı fazl ve serefe pâ-nihâde oldu ki nihâyet âlem-i terkîb olan felekü’l-eflâk takbîl-i kademi ile seref-yâb oldugu âna sâhid-i kavîdir. Bu cihetden dimislerdir ki ars-ı azîm ârâmgâh-ı rûh-ı nebevî vâcibü’t-ta’zîmdir. Sâir ulu’l-azmin karârgâhı ise kürsiyy-i kerîmdir. Ve bunun sûreti meyvedir ki asl olan nüvât ve fer’ olan lezzeti istikmâl ve istimâl ile ercahdır. Ve “bir sâr” didiginde îhâm-ı latîf vardır. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de gelir: ����� [Allah bir adamın içinde iki kalb yaratmadı.] (Ahzâb, 33/4). Zîrâ külliyyet-i esmâya mahal bir olur./2b/ Dârü’l-mülk ve meliki’l-mülûk gibi. Ve sırr-ı ilâhînin tenevvu’âtı teceliyyât hasebiyle gerçi birkaç mahal ta’yîni vardır, fe-emmâ bi-hasebi’l-menâzil olan mahall-i ta’ayyünâtdır. Ve illâ dârü’l-mülk olmak üzere mahall-i ta’ayyün kalbdir. Fakat bu sebebdendir ki ümmü’l-kurâ dahi birdir ve Fahr-i Âlem (as) kalbü’l-avâlimdir. Anınçün onun zuhûruyla kimse zâhir olmamısdır. Kalbleri üzerine vâris olan velînin dahi vücûdu böyledir. Bu ma’nânın nezâiri çokdur. Teemmül oluna. Nâzım’ın (ks) iki cihânı bir sâr mukabelesinde zikr itdigi letâfetden hâlî degildir. Nitekim ka’beteynin yek ciheti sitt-i cihâta mukabil gelmisdir ve her vahdet ya lafzen veya hükmen veya hakîkaten kesrete mukabildir. Meger vahdet-i hakîkiyye ola ki onun kefesi bir nesne ile mütevâzî degildir. Anınçün tevhîd-i hakîkî mîzân-ı a’mâle vaz’ olunmaz ve iki cihândan murâd âlem-i ecsâm-ı süflî ve âlem-i ervâh-ı ulvîdir ki âlem-i kalb bu ikinin meyânında hakîkat-i berzâhiyye vâki’ olmısdır. Lahm u azm arasında gudrûf gibi. Bu cihetdendir ki kalbin kuvve-i rûhâniyye ve cismâniyyesi vardır. Evvelkisi kuvvet-i akliyye ve hayâliyye ve emsâli gibi.
Ve ikincisi kuvvet-i sem’iyye ve basariyye ve nezâiri gibi. Ve cihân ki dünyâdır, âlem-i ecsâme nâzırdır. Pes âlem-i ervâha cihân ıtlâk olunmak bi-tarîki’t-taglîbdir ki bihükmi’l-civârdır ve illâ hadd-i cihân inde’l-muhakkıkîn muka’ar-ı felek-i sâbiadan tahte’s-serâya dekdir ki mecmûuna âlem-i kevn ü fesâd ıtlâk olınır. Âlem-i ervâh ise mâ-fevka’l-arsa ıtlâk olınır. Ve bundan fehm olınır ki ars-ı muhîtin mâverâsı inde’ssûfiyyeti’l-mükâsifîn alem-i lâ halâ ve lâ melâ degildir. Nitekim hukemâ galat itmislerdir. Elhâsıl âlem-i ervâh bâkî ve âlem-i ecsâm fânîdir./3a/ Su kadar vardır ki ecsâm-ı kümmel dahi sereyân-ı berekât-ı ervâh ile âlem-i fesâddan hâricdir. Anınçün tefessüh kabul itmez. Zîrâ sereyân-ı mezkûr hasebiyle, cevher-i rûh ile müttahiddir.
Beyt-i serîf ki sûret-i kalbdir, iki cihân âresinde dir ki masrık ve magribdir. Zîrâ vasat-ı arz-ı ma’mûrede vâki’ olmısdır. Masrık ve magrib ise ervâh ve ecsâma isâretdir. Nitekim Tenzîl’de gelir: �+�)�, -#. [Dogu ve batı Allah’ındır.] (Bakara, 2/115). Pes kalb-i insân meyân-ı dü âlemde vâki’ olmakla nehâr-ı tecellî ve leyl-i istitârî câmi’dir. Anınçün gelir: ��2234� . 5�62�� 78 ��)84� 9:;�0& [Ebrârın müsâhedesi, tecellî ve istitâr arasındadır.] Egerçi bi-hasebi’l-hakîka mukarrebîne göre hükm-i leyl mürtefi’dir. Anınçün gelir: �<=� +)�� )22>?4 @=A� (;� "& B=� [Bir sınıf cennetlikler vardır ki Rab, onlardan gizlenmez.] Zîrâ âlem-i fenâ ve makam-ı “ev ednâ”da müsâhede-i zât ile mugtenim oldukları gibi âlem-i beka ve makam-ı “kabe kavseyn”de dahi tecelliyât-ı sıfât ile mütedâriklerdir. Bir vech ile ki vech-i zât ve zıfâtda olan dü renk anlara yek renk olmısdır. Pes âyîne-i sıfât da müsâhede-i zâtdan cüdâ degillerdir. Ve ol âlem-i misâl ki ervâh ve ecsâm arasında berzahdır. Kalb-i insân anın nümûdârıdır.
Bundandır ki âlem-i ecsâmın suveri mir’ât-ı kalbe mün’akis olmakdadır. Anınçün ehl-i dil gayr-i vuku’î nesne ile ihbâr olınsalar tasdîk itmezler. Zîrâ sûret, vücûd-ı dile mün’akis olmamısdır. Ve ahkâm-ı gayb dahi dâimâ mütenezzil olmakdadır ki ol dahi âlem-i takdîre göre emr-i vuku’îdir. Meselâ hilâlin halka tulû’undan, evvel dile tulû’u ve bârânın vech-i arza nüzûlünden mukaddem, dile nüzûlü vardır. Bu sebebden ol ma’nâ ki inde’n-nâs henüz mefkuddur, ehl-i mükâsefe kalbinde mevcûddur. Pes kalb iki vech sâhibidir ki biriyle âlem-i gayba müteveccih ve biriyle dahi âlem-i sehâdete nâzırdır. Yalnız ehl-i gayb ve ehl-i sehâdet olanlar/3b/ ise böyle degillerdir. Belki cihet-i vahdet ehilleridir. Bundan zâhir olur ki âlem-i ecsâm, kalbin kafası gibidir. Ve kafâ-yı âyîne bir emr-i kesîf ile mutallâ olmasa rûnümâ olmadıgı gibi mir’ât-ı kalbde dahi rütbe-i mazhar didikleri perde olmasa kat’â mir’ât olmazdı. Rütbe-i mazhar ise ki ridâü’l-kibriyâ dahi dirler, âlem-i ecsâma ve celâle nâzırdır. Fefhem cidden.
Ve bundan kezâlik bâhir oldı ki kalb, sehr-i vücûdun zâhir ve bâtınına hâkim ve cemî’-i kuvâ-yı âfâkıyye ve enfüsiyyesine melikü’l-mülûkdür. Kuvâ-yı âfâkıyyenin ibtidâsı ta’ayyün-i rûhdur. Ve kuvâ-yı enfüsiyyenin evveli ta’ayyün-i nutfedir. Zîrâ âlem-i misâl-i mutlak rûha tâbi’dir ki hilkatde anın levâhıkındandır. Ve âlem-i insân ta’ayyün-i nutfeye mevkufdur. Egerçi ki rûh dahi nutfe ile devreder, fehmi su’ûbetli nesnedir. Bundan gafil olan ve !��.C� "�& ����� ���D� [Ona kendi rûhumdan üfledim.] (Hicr, 15/29). Makale-i münîfesinin zâhirine magrûr olub rûh-ı insân hâricden menfûh oldı sanur. Rûh-ı izâfînin mahall-i ta’ayyüni kalbdir ki mudga-i sanevberiyyedir. Egerçi ki kalb fi’l-hakîka latîfe-i Rabbâniyyedir ve rûh-ı mezkûre mahall-i ta’ayyün olmakdan, rûh mütehayyiz olmak lâzım gelmez. Belki ber vech-i ekmeliyyet mahalli ta’allukını beyândır. Zîrâ rûhun bedene hulûli yokdur; belki ta’allukı vardır. Zât-ı mutlakanın cemî’-i ta’ayyünâta ta’allukı gibi. Ve rûh-ı nebâtînin mahall-i ta’ayyüni cigerdir. Ve rûh-ı hayvânînin mahall-i ta’ayyüni dimâgdır. Anınçün mahall-i idrâkdir. Ve cemî’-i hayvânât dahi fi’l-cümle idrâkle muttasıfdır. Ve kalb, rûh ve cismin izdivâcından tevellüd itmis veled-i serîfdir ki akl-ı kudsî ana hâdimdir. Ve bundan fehm olındı ki kalb, bu tevellüd hasebiyle mahlûkdır. Anınçün Nâzım (ks) “yaratmıs” deyü ta’bîr eyledi. Ve mahlûkıyyetinden sırr-ı kadîm olmaması lâzım gelmez. Belki kendi sırr-ı kadîm ve zuhûrı hâdisdir. Ve anın sâr /4a/olmasından fahm olındı ki âlem-i ecsâm ve ervâh ana nisbetle karye gibidir. Ve karye dahi egerçi cem’iyyeti müstemildir ve emmâ sehre nisbetle basîtdir. Bu sebebden Kur’an kalbe nüzûl itdi. Nitekim Kur’an’da gelir: �7�&�H#�� �I.C)�� ���8 �J K[Onu kalbine rûhu’l-emîn indirdi.] (Suarâ, 26/193-194). Ya’ni ma’nâ-yı cem’iyyeti müs’ir olan Kur’an’ın mehbitı ma’nâ-yı mezkûrdan mufassah olan kalb oldı. Bundan fehm olındı ki kalbden esref nesne yokdur. Pes kuravî olan, sehre muhâceret etmek lâzımdır. Tâ ki ehl-i cem’iyyet ola.
Ve kalbin kemâli ilm-i billâhdır. Pes sâir kemâlât-ı kuvâ ve a’zâ anın kemâline tâbi’dir. Ya’ni anın kemâli maksûdün bi’z-zât ve gayrin kemâli maksûdün bi’l-arazdır. Meselâ bir kimse her ne kadar tecvîd ehli olsa anın kemâline kemâl-i lisânî dirler. Ve bir kimse Zerka-yı Yemâme gibi üç günlük mesâfeden görse, anın kemâline, kemâl-i basarî dirler. Ve bir kimse Karâd-ı tarîk gibi üç günlük mesâfeden istimâ’-ı savt itse anın kemaline kemâl-i sem’î dirler. Ve bir kimse rehberân-ı kavâfil gibi semt-i kasdı istismâm-ı türâb tarîki ile ma’lûm idinse anın kemâline kemâl-i semmî dirler. Ve bir kimse ba’zı ricâl gibi üç günlük mesâfeyi bi-tarîki’t-tayy bir hatve eylese anın kemâline kemâl-i riclî dirler. Ve bir kimse �bn Mukle ve Yâkut Musta’samî ve �mâd ve Seyh Amasyavî kadar cevdet-i kitâbet ve hüsn-i hatta mâlik olsa, anın kemâline kemâl-i yedî dirler. Pes kanı kalbin kemâli ki ilm-i billâhdır. Anınçün bu ilm-i billâh hâsıl olmasa bir kemâl ile iftihâr itmek dürüst degildir. Ve eger kemâl-i kalbî hâsıl gayri kemâlat olmasa dahi bestir. Ve eger olursa muhassinâtdır ki memdûhdur. Bu sebebdendir ki Hacı Bayrâm-ı Velî ve Yûnus Emre ve emsâli ulûm-ı resmiyye ve kavânîn-i akliyyeden behresi kalîl olanlara hakîm-i ilâhî dirler, gayrilere dimezler. Zîrâ hikmet ki ma’rifetü’l-esyâi alâ mâ hiye aleyhdir. Ehl-i kalbin sıfatıdır. /4b/Ba’dezâ sehirde mukîm olan kimse her murâd olan nesne ile merzûk oldıgı gibi ehl-i kalb dahi böyledir. Bu sebebdendir ki evvel-i bâbü’lmelekût olan felek-i evvel makam-ı kalbdir. Zîrâ makarr-ı rûhâniyyet Âdem (as)’dir.
Pes felek-i evvel bâbü’l evvel-i melekût olmakla cânib-i ulvîsi kantara-i âlem-i ervâh ve cânib-i süflîsi manzara-i âlem-i ecsâmdır. Bundan fehm olınır ki bu sehr-i kalbde fi’l-cümle tavîle-zen-i ikamet olmayan kimsenin esb-i rûhu zeyn-i beseriyyetden insilâhdan sonra felek-i evvele dogru tekâpû idemez. Meger ki îmân-ı gaybîde îkanı ola. Pes bu sûretde câizdir ki tarîk-ı inâyetden sehr-i makam-ı ervâha vâsıl ve a’mâl-i sâliha-i ser’iyye ile istishâbı hasebiyle makamât-ı ulviyyeden birine nâzil ola. Ve illâ sehirden ziyâde dûr olan kimseye idrâk-i cum’a yokdur. Elhâsıl sebeb-i perîsânî olan kurâ-yı nefs ve tabiatdan sehr-i kalbe muhâceret veyâhût ana karîb bir menzilde ikamet lâzımdır ki nidâ-yı “irci’î”, sem’-i câna resîde oldıkda menzilgâh-ı dile hırâmân ola. Fefhem!
“Bakıcak dîdâr görinür ol sârın kenâresinde.”
“Dîdâr” aslında ârende-i dîd’dir, görme, görücü ma’nâsına, yüzün görinen yerinde isti’mâl olındı. “Kenâre” kâf-ı Arabî’nin fethi ile ve âhirinde hâ-yı gayr-i melfûze ile kenâr, taraf ma’nâsınadır. Ma’lûm ola ki Seyh-i Nâzım (ks) bu beytde aksa’l-makamât olan rü’yete isâret eyledi. Anınçün cîm ile bed’ eyledi. Zîrâ cîm cemâle remz ider. Ve felek-i basarî, felek-i sem’îden sonradır. Ya’ni evvel-i muhâtabât-ı sem’iyyedir. Hazret-i Kelîm’e (as) vâki’ oldıgı gibi. Ve sâniyen, müsâhedât-ı basariyyedir ki rütbe-i Habîb’dir (as). Bundan fehm olınur ki makam-ı rü’yet, makam-ı ma’rifetden efdaldir. Zîrâ makam-ı sem’de nice ârif vardır ki henüz müsâhedât-ı kalbiye/5a/ ve mu’âyenât-ı sırrıyye ile serefyâb olmamısdır. Ve rü’yetin iki rütbesi vardır, biri ihtisâs-ı nebevîdir ki dünyâda rü’yeti basariyyedir. Zîrâ bu rü’yet dünyâda cümel-i enbiyâ ve cemî’-i kümmel-i evliyâya âlem-i insilâhda hâsıl olmısdır. Hattâ Hazret-i Kelîm’e dahi vakt-i harûrda hâsıldır. Zîrâ ol vakitde memnû’ olan rü’yet-i basariyyedir. Nâzım (ks) “bakıcak” didiginin sırrı budur ki �� L�8�H#�� !��.M� � [Ey basîret sâhibleri ibret alınız.] (Hasr, 59/2) mûcibince mazhardan zâhire ubûr lâzımdır. Tâ ki cemâl-i Hazret bâhir ola. Ve illâ huceb-i kevniyye ile mahcûb olanların nazarları mazhara münhasır olmakla ol cemâli görürler ve görmezler. Zîrâ gördükleri mazhar ridâü’l-kibriyâdır. Ve mürtedî olan kimse taht-ı ridâda görünmeyüb görünen bi-hasebi’z-zâhir ridâ oldıgı gibi, anları dahi sıfât-ı hüsn ki hissîdir, hüsn-i sıfâtdan isgal ve igfâl eylemisdir. Zîrâ hüsn sıfât-ı melekûtdandır. Dîde-i his ise mütâla’a-i melekûtdan bî behredir. Belki mütâla’a-i mezkûre, dîde-i dil ile hâsıldır. Nitekim Kur’an’da gelür: �N� N�MO�[Böylece �brâhîm’e yerin ve göklerin hükümrânlıgını gösteriyoruz.] (En’âm, 6/76).
Ve “kenâr”dan murâd, sehr-i kalbin her kenârıdır. Yoksa bir kenârı degildir fakat ve illâ rü’yeti tahdîd lâzım gelir. Zîrâ vücûd-ı Hak bi’l-cümle vechdir. Pes tecellî taraf-ı mahsûsdan degildir. �nkâr-ı rü’yet idenler, gaibi sâhide kıyâs idüb galata düsdiler. Bilmediler ki vech-i mutlaka nazar itmek basar-ı mutlak iledir, mukayyed ile degil. Fefhem cidden! Ve “kenâre” ibâretinde sırrı edak budur ki tahsîl-i rü’yet içün isbât-ı bu’d ve tasvîr-i devrî ile temsîl rü’yetidir. Zîrâ dîdâr görünmek, râî ve mer’înin bekasıyla olur, fenâsıyla degil. Ya’ni râî, mer’îde fânî olsa, ol hâlete rü’yet dinilmez. Zîrâ âlem-i vahdetde sirk olmaz. /5b/ Ve hadîsde gelür: �:&)3 �-V�� �:8� W)X�� Y< . 5�� )Z=�� 9Q� Y�H3�. [Senden ebedî ve dâimî olarak, kerîm vechine bakma lezzetini istiyorum.]188 Ya’ni ekmelü ehli’r-rivâye olan Fahr-i Âlem (sav) cenâbları lezzet-i nazar taleb eylediler. Bu hod ma’lûmdur ki lezzet-i mezkûre bekaya nâzırdır. Anınçün ebed ve devâm ile takyîd eylediler. Pes bu ma’nâya devâm müsâhede ve her müsâhedede vicdân-ı lezzet, umûr-ı mümkinedendir. Ebrâr ve mukarrebîn meyânında su kadar fark vardır ki ebrârın lezzeti lezzet-i nâkısadır. Zîrâ henüz tecelliyât-ı ef’âl ve sıfâtdadır. Zîrâ sırları fenâya ve zâta terakkî üzerinedir ve 188 (Degisik lafızla bkz.) en- Nesâi, es- Sünen, Sehv, 62, c. III, s.55; Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, c.V, s.191.mukarrebînin lezzeti, lezzet-i kâmiledir. Zîrâ tecelliyât-ı ef’âl ve sıfâtdan tecellî-i zâta terakkî itmislerdir. Ve sırları bekaya ve sıfâta tenezzül üzerinedir. Pes her ehl-i sıfat ehl-i zât olamaz. Ve her ehl-i zât dahi sıfâta tenezzül bulmaz. Belki nice ârif vâkıf olur ve nicesi dahi ârif-i vâris rütbesin ihrâz ider. Elhâsıl lezzet-i kâmile odur ki mahzar-ı sıfâtda zâhir-i zât ile âsinâ olasın ki hem nûr-ı sıfât ile münevver ve hem cemâl-i zât ile müteserrif olasın. Bundan fehm olundu ki nice sûretde dûr olanlar fi’lhakîka nezdiklerdir. Anınçün bu âlem-i dünyâ kimine cennet ve kimine cehennem olmusdur. Zîrâ esfel-i sâfilînden olmak a’lâ-yı illiyyînde olmagı münâfî degildir. Atesde olmak gülsende olmagı münâfî olmadugı gibi. Nitekim �brâhîm (as) hâlidir ve bu cihetden dir ki Kur’an’da gelür: ��� �"�& ������� :� ?�� �#�� "� [� � [Biz ona sah damarından daha yakınız.] (Kaf, 50/16) ve yine gelür: ���2=MR. [Siz her nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.] (Hadîd, 57/4). Pes yâr ile hem-nisîn olan semmü’l-hıyât da olsa dahi yine sahrâ-yı pehnâverdedir. Ve illâ sahrâ-yı fesîha-i cihânda, belki cennet-i sûriyyede olsa dahi yine semmü’l-hıyâtdadır. Binâen alâ hâzâ makam-ı kalbi tahsîl itmek gerekdir. Zîrâ ziyâde vüs’atinden sırr-ı Hakk’a cilvegâh oldı ve belki kalb libâs-ı Hak oldı. Nitekim /6a/ �:�� ��$ 5=*3. "X�. 5V�\ 4. 5]�� 5=*3. �& [Yere göge sıgmadım, lâkin bir mü’min kulumun kalbine sıgdım.]189 ana remz ider. Bundandır ki ehl-i irâdet olanlar ba’de tahsîl-i hırkatü’l-bâtın zâhirde dahi hırka-pûs olurlar.
Kemâl-i ahlâkın sırrını bilmeyenler ise hırka-i dervîse dahl iderler. Egerçi kâr-ı hırka bu âsârda müskil oldı. Zîrâ bî-magz olan kısra döndi ve Seyh Nâzım (ks) sehrin kenâresini rü’yete zarf eyledi. Zîrâ rü’yetin takayyüdünden mer’înin takayyüdü lâzım gelmez. Anınçün Kur’an’da gelür: "� ���� H��#� Q^ ��[Orada gözlerin sürûru ve nefislerin arzuladıgı seyler vardır.] (Zuhruf, 43/71). Ya’ni bu âyetde a’yûn-i ehl-i cennete lezzet-bahs olan rü’yet-i Hak’dır. Maahâzâ cennet ana zarf olmusdur. Nitekim harf zarfdan me’hûzdür ve yine Tenzîl’de gelür: a9 gün bir takım yüzler, Rablerine bakıp parlayacaktır.] (Kıyâme, 75/22-23). Ya’ni bu kevl-i münîfde zaman nazara zarf olmusdur ve yine sûre-i Necm’de gelür: 9�� 2�=�-#�� [Sidre-i müntehânın yanında.] (Necm, 53/14). Ya’ni indiyyet rü’yet-i Hakk’a zarf olmusdur. Alâ ahadi’l-akvâl ve Vâkıât-ı Hüdâiyye’de gelür: �;. �<�f ��� @?g� ��� "& @=A� [Kim rü’yeti ya’ni Allah’ı görmeyi severse, görülen yeri de sever ki bu cennettir.] Pes bu takrîrden mefhûm oldu ki fukahânın )EX?4 @=A� "& J�$ ��. )EX? @=A� 5� h� ��� J�$ ��.[Kim Allah’ı cennette görürüm derse, o kâfirdir. Kim Allah’ı cennetten görürüm derse, kâfir degildir.] dediklerinde cedvâ yokdur. Zîrâ cennetin râî ve rü’yete zarfiyyetinden mer’îye dahi zarfiyyeti fehm eylemislerdir. Hak Teâlâ ise zamân ve mekâna hulûlden münezzehdir. Bu ise sû-i fehmdir. Zîrâ bir kimse 9)60�� :=� Jij� �?��@��iE�� [Falan agacın yanında hilâli gördüm.] dise secere nefs-i hilâle zarf olmaz. Belki râîye ve rü’yetine zarf olur. Mü’min karındas Fahr-i Âlem (sav) dünyâda bas gözi ile Hakk’ı gördi dirler. Bu ne makule sözdür teemmül eyle. Egerçi ki anın rü’yeti makam-ı terkîbin nihâyetinde cesed-i Enver ve ‘ayn-ı ezher ve sırr-ı azharın ahadiyyeti ile idi. Pes kayd cânib-i abde göredir, cânib-i Hakk’a göre degil. Ve abd kuyûd-ı zî-mutlak /6b/ olsa vücûdı vücûd-ı Mevlâ gibi bi’l-cümle ‘ayn olur. Pes kayd kande kalur ve halât-ı salâtda bu ma’nâ galib olmagla ya’ni anda muhâzât-ı hazret-i ilâhiye bulunmagla Cenâb-ı Risâletpenâh (as) ol halde kazâdan dahi görürler. Maksûd-ı nebevî cihet-i kazâyı tahsîs degildir. Zîrâ ol halde cemî’-i cihât-ı basar olurdı. Belki bi-hasebi’l-imâme sufûf-ı sahâbeyi takaddümleri hasebiyledir. 9)$ ��* .9��L�� 5� 7*�� [Gözümün nûru namazdır.]190 sırrı budur. Fehmden âciz olanlar ise vaz’ına zâhib olurlar. Zîrâ evveli dünyâ ve âhiri ukbâ ve belki Mevlâ olmak nice mümkündür dirler. Bilmezler ki salâtın zâhiri dünyâdan olmak bâtını ukbâdan olmagı münâfî degildir. Ve belki kemâl odur ki kayd içinde kayddan mutlak olasın. Ya’ni cesed ve dünyâ mahsûr ve mukayyed iken Rabb-i Vâhid-i Kahhâr’ı bu mahsûr ve mukayyed içinde rü’yet ile, mahsûru ve mukayyedi dahi hasr ve kaydan tahlîs idüb ���� k�l �& 5�� k4� [Simdi geçmiste oldugu sey üzeredir.] sırr-ı amîki ile devr idesin. Ba’dezâ mahsûl-i ma’nâ-yı beyt budur ki bir kimse ki sâlik-i mükâsif ve ârif-i muâyin ve vâsıl-ı vâcid ola. Ve sehr-i kalbe tarîk-i fenâdan duhûl bula ve baka-yı sıfât-ı Hak’la Hakk’a nazar sala. Ol sehrin çevresinde ve her tarafında ve derûn ve bîrûnunda cemâl-i Hakk’ı mutâla’a ider. Zîrâ dimislerdir ki ��?:�� emn ��:�� 5� `�� [Evde sâhibinden baskası yoktur.] ve bunda � <%8. [Yeryüzü Rabbinin nûru ile aydınlandı.] (Zümer, 39/69). sırrına remz ve telvîh vardır. Zîrâ gerçi rü’yet-i hakîkiyye cisimden münselih olub ayna terakkî ve ‘ayndan dahi tecerrüd idüb sırr-ı mücerrede vusûl ile olur. Velâkin âlem-i ulvî ve süflî eger enfüsî ve eger âfâkî cemâl-i Hakk’ın tenezzülât ve istirsâlâtındandır. Pes cesed dahi matıyye-i rûh olmak sebebiyle behre-ver-i tecellîdir ve mahall-i tecellîden bî-tecellî geçilmez ve kangı mîzâb-ı vücûd vardır ki andan bir gûne feyz içilmez. Ve bundan zâhir oldı ki âlem-i sehirde /7a/ hezâr-ı merâtib-i tecelliyâtdır. Zîrâ tecelliyât-ı sühûdiyye, tecelliyât-ı vücûdiyyeye menûtdur. Bu ma’nâdan bî-behre olan sühûd-u libâs-ı vücûddan tecrîd itmek ister. Bu ise mahbûbu uryân eylemekdir. Sırr-ı mahbûb ise uryân oldukda ne sen kalursın ve ne meyâne ve kenârın kalur. Pes kelâm-ı gafletden istikazdadur. Yoksa hetk-i perdede degüldir. Suâl olunursa ki gaflet nedir? Cevâb budur ki yetmis bin hicâbdır ki kimi zulmânî ve kimi dahi nûrânîdir. Nitekim hadîsde gelür: ��=�� �8�6� [O’nun perdesi nûrdur.] ve bir rivâyetde gelür: ��=�� �8�6� [O’nun perdesi atestir.]
bu hicâb gafile göredir ki mahcûbdur. Ya’ni hâlet-i visâlde vuslatı nidügin bilmez.
Yoksa mükâsife ve Hakk’a göre degildir. Zîrâ Hak Teâlâ mahcûb degildir ve illâ
mahsûr olmak lâzım gelür. Belki kendi sıfatı ile muhtecibdir. Nev-arûs tutuk ile
muhtecib oldugı gibi. Tutuk, ya’ni kınâ’ ise ana hicâb degildir. Belki gayra hicâbdır.
Bu meclisde ise gayr yokdur. Pes sıfât-ı Hak kime hicâb olur ve kezâlik âyîne mer’î
ve râîye hicâb olmaz. Pes hicâb didikleri gözde olan perdedir ve gözde sürb-i ‘ayn ile
ta’bîr ider ve ‘ayndan maksûd zâtdır. Ve zâtdan murâd hakîkat-i insâniyyedir ki
hakîkat-i vücûdiyye ve imkâniyyenin berzahıdır. Pes bu hakîkat-i hucüb-i kevniyye
ve gayr-i kevniyyeden tecrîd iden cemâl-i Hazret’i görür ve illâ felâ. Suâl olunursa ki
hucüb-i kevniyye nedir? Cevâb budur ki âlem-i ecsâm ve ervâhdır. Zîrâ ikisi dahi
makam-ı halkdandır. Nitekim Kur’an’da gelür: )�&TU�
. � p� �#D
�#� ���� 4� �� [Biliniz ki halk ve emr
O’nundur.] (A’râf, 7/54). Ve rûhun âlem-i emrden ya’ni bî-madde ve bî-müddet
oldugı mahlûkıyyetini münâfî degildir. Nitekim hadîsde gelür: 5�.� h� p�q �& J.�
[Allah’ın yarattıgı ilk sey rûhumdur.]192 ya’ni suâl olunursa ki hucüb-i gayr-i
kevniyye nedir? Cevâb budur ki mes’ele-i meskut-ı anhâdandır. Hüviyyet-i mutlaka
ve zât-ı ahadiyyeye vâsıl olanlar bilürler. /7b/ Ve bunda tenbîh vardır ki gözi olanlar
sehr-i kalbi mutâla’aya gelürler ve ehl-i dili ziyâret idüb anların rü’yetini nümûdâr-ı
rü’yet-i Hak bilürler. Zîrâ anların kalbi nazargâh-ı ilâhî ve musabb-ı feyz-i
nâmütenâhîdir. Bu sebebdendir ki ehl-i dilin kavlen ve fi’len kavânîni mer’iyye ve
cümle-i evzâ’ ve etvâr-ı ser’iyyedir. Zîrâ sûret-i Hak’dır ve Hak’da zulüm olmadugı
gibi sûret-i Hak’da dahi yokdur. Ve hadîs’de gelür: ps� ��� :t� 5�r� "& [Beni gören
muhakkak Hakk’ı görmüstür.]193 Ve Seyyidü’t-Tâife Cüneyd-i Bagdâdî buyurur: `��
h� ��3 52� 5� [Cübbemin içinde Allah’tan baska kimse yoktur.] Ve kelâm-ı Mansûr’da
gelür: ps� ��� [Ben Hakk’ım.] Ve Seyh Siblî buyurur: J�$� ��� . u\� ��� [Ben isitirim, ben
konusurum.] Ve reîsü’l-ârifîn Seyh Muhyiddîn buyurur: 5��v:6>� 5��-2�)� �� [Eger beni
tanısaydınız bana secde ederdiniz.] Ve Ebu’l-Hasani’l-Harakanî buyurur: `�� 5��L��
/��D� [Sûfî mahlûk degildir.] Ve alâ hâzâ erbâb-ı hakîkatden niceler kaddesallâhü
esrârahüm zübde-i hakîkatden dimâg-ı ehl-i dile çâsni-bahs olmuslar ve kelimât-ı
irfâniyye söylemislerdir. Cümlesinin maksûdu ve kemâl-i Hakk’ın zuhûru beyân ve
cemâl ve celâlinin hakaikını ayândır. Vay ol karvî mesreb olan mahcûba ki yetmis
bin perde ile pîçîde ola ve dîdelerine mîl-i ama çekilüb sehr-i dile hareketden kala ve
sehir ve sehrî nedir bilmeye.
“Nâgehân o sâra vardum, o sârı yapılur gördüm.”
192 Hucviri, Kesfu’l Mahcûb, s.391.
193 el- Buhâri, el-Camiu’s- Sahih, Ta’bîr, 10, c.VIII, s.72; Müslim, Age, Rüya, 1, c.II, s.1776.
61
“Nâgehân”, nâ-gâh dimekdir, ansuzın ma’nâsına ki Arab “füc’eten” der. “Nâ”
nefy içindür, “leyse” ma’nâsına ki lisân-ı Türkî’de andan “degil” ile ta’bîr olunur.
Meselâ “nâmerd”, er degil dimekdir. “Geh” gâh’dan tahfîf olunmusdur. Âhirine lâhık
olan elif ve nun nisbet ve te’kîd ifâde ider. Burada “nâgehân” ibâreti ziyâre
mahallinde vâki’ olmusdur. Zîrâ zuhûr-ı nûr-i kesf fücâ’îdir ve ibtidâ-yı meb’asde
gelür. 5���� �V�6� [Ona vahiy geldi.] Ya’ni nâgâh ana vahiy geldi. evliyâya ilhâm ve
kesf ve tecellî geldügi gibi. Zîrâ sünnet-i ilâhiyye vakt-i kerâmeti ihfâdır. Egerçi ki
müste’hil /8a/ kerâmet olan kable’l-vuku’ kerâmete müteheyyîdir. Anınçün sâlik-i
meczûb dirler ve ol ki meczûb-i sâlikdir. Kaide-i ilâhiyye üzerine olmadugından mâadâ
vuku’u nâdir ve sülûkü kem-yâbdır. Anınçün ekser mecânîn bu kabîldendir. Pes
Seyh Nâzım (ks) sehr-i kalbin fî nefsi’l-emr hâlini beyândan sonra kendinin hâlini
dahi ayân eyledi ve ehl-i mükâsefe ve müsâhededen oldugunı tasrîh kıldı. Zîrâ sâra
varmak karyeden intikal ve kadem-be-kadem andan irtihâl iledir. Karyeden murâd
ise evvelâ ceseddir ki tabiat dedikleri anı müstemildir. Ve sâniyen nefsdir ki cünd-i
hevâ ile kurb-i sâr-ı dilde bir sevâd-ı a’zam gibidür ve rûh-i insânî âlem-i tabiat ve
nefsde iken mahcûbdur. Zîrâ ikisi de elvâs makulesidir. Anınçün Kur’an’da gelür:
F�����*
� �u���q��� [Hemen pabuçlarını çıkar.] (Tâhâ, 20/12). 52� `E=�� . @*��w�� p�*_ "� Y�.� �: ��
J����� . J����� . ��t�� x�t� �)?: k�X? [Rûhunu, nefse ve dogaya baglayıp uzak tutarsan
kavusma ve yakınlasma makamına ulasırsın.] Ve yine Tenzîl’de gelür: .�)
<�w�-#�� k� ��� � ��>C -
? ���
[Ona ancak temizlenenler dokunabilir.] (Vâkıa, 56/79). �t�w& N�t�*w�� y���� "� k.)<wz� 4�
5t�ts� k�)t�� 5>{4 ��[Kirden ve pislikten kesinlikle uzak kalanlar Kur’an-ı Kerîm’e
dokunabilirler.] Pes sehevât-ı hissiyedden munkatı’ oldukda gûyâ sehr-i dilin iki
menzilinden birine kat’ itmis olur. Andan sonra âzim-i akabe-i nefs olub anın dahi
nesîb ü firâz-ı hevâssini bertaraf itdikde gûyâ sedâid-i zulumâtdan necât bulur ve
tebâsîr-i envâr-ı kalb ile çehre-fürûz olmaga baslar ve sehr-i kalbe duhûl ile nefsin
hicâb-ı hissi münharik olub bâb-ı melekût-ı ef’âl açılur ve bu bâbda üzerine nisâr-ı
tevhîd saçılur. Andan sonra rûh-ı garîb seyr-i vatan arzusuyla yola düser. Tâ ki
makarr-ı evveline vusûlde telvîn-i kalb temkîne mübeddel olur ve orada nefsin perdei
hayâli derîde olub bâb-ı melekût-ı sıfât açılur ve bu bâbda üzerine nisâr-ı tecrîd
saçılur. Andan sonra/8b/ seyr-i makam sırrı içün himmet-bülend idüb sahrâ-nevred
ve bâdiye-peymâ olarak dâhil-i dervâze-i sırr-ı pâk oldukda melekût-ı zât münkesif
olur ve nefsin nikab-ı vehmi izâle kılınur ve üzerine nisâr-ı tefrîd saçılur ve bu
makamâta ale’t-tertîb feth-i karîb ve feth-i mübîn ve feth-i mutlak dinilür. Kur’an’da
sevâhidi vardır. Ve bu merâtibe vusûlden sonra tahtgâh-ı dile avdet hâsıl olub
ahkâm-ı emr ü nehy zuhûr itmege baslar. Ve tıfl-ı veledi’l-kalb halîfetullâhi fî arzi’lvücûd
olub her ne murâd-ı ilâhî olursa anı isler. Zîrâ ba’dezîn ne kadar ümerâ-i kavî
ve reâyâ-yı cevârih var ise cümlesi yanında fermân-revâ olur ve sehr-i vücûdun
62
bâzârında mîzân-ı adl vaz’ olunub serâpâ ahâlî zulm-i tabîat-ı vücûd-ı nefsden halâs
olurlar. Zîrâ ��l :>A� |�� |�� �}� [Kalb düzgün olursa, tüm beden düzgün olur.]194 sırrı
nümâyân olur ve bu sırr-ı azîm de hazret-i Kur’an’da gelür: ~@
?�)�$ ��M�
q
� ��}� �;
.:� >
�#��
��M-� �#� k� �
[Melike, hükümdârlar bir memlekete girdilermi, orayı perîsân ederler, dedi.] (Neml,
27/34). Zîrâ karye-i vücûdı hâlet-i ûlâsından ihrâc ve bu vechile anı ifsâd itmek ‘aynı
ıslâhdır ki sûret-i zulümde mahz-ı adldir. Anınçün bi-tarîki’l-isâre medh-i insânda
gelür: �~���<
�&�M��b �k��R ��
�� [Dogrusu o insân çok zâlim ve çok câhildir.] (Ahzâb, 33/72). Ve
yine Tenzîl’de gelür ��$M�� �� ;� .
�b~ �t��?�� �� <� ��>
[�
.
[Kendileri uykuda oldukları halde sen onları
uyanık sanırsın.] (Kehf, 18/18). �;. �<�V�)& 5� �:8 �& (l (8 �:8� � �j ��*o4 ��E� . `E=�� "� ��$� ��
ps� 9��� [Ya’ni nefis ve özelliklerini bilmemektir. �nsanların bunları hissetmesi
mümkün degildir. Aksine görüntülerinde ortaya çıkan hersey Hakk’ın sûretidir.] Ve
hadîsde gelür ki: 5��$ �=�� x�=? 4. ��=�� x�=? [Gözlerim uyur ama kalbim uyumaz.]195 bu
cihetdendir ki menâmla âlem-i hisden me’hûz oldukdan sonra bi-tarîki’l-hâssa
tecdîd-i vüdû itmezlerdi. Zîrâ menâm anların yakaza-i kâmilelerine göre müfsid-i
vüdû degil idi. velâkin sâirler bu derecede degildir. Ya’ni bir vâris-i Muhammedî her
ne kadar kalb-i Muhammed (as) üzerine olsa yine perdeden hâlî degildir. Pes bi’lkülliyye
bî-perde olmak ve yek bâre bakıyye-i nefsden necât bulmak hasâis-ı
Muhammediyye’dendir./9a/ Fa’rif cidden. [�yi anla!] Ve Seyh Nâzım’ın (ks) “ol sârı
yapılur gördüm” didügünün sırrı budur ki sehr-i dil cennet-i ma’neviyyedir. Ve
cennet-i sûriyye aslında mücerred dîvâr ve sâhadan ibâret olub ile’l-ân ve ilâ
kıyâmi’s-sâ’a a’mâl-i mükellifîn ve ahvâl-i mü’minînin suveriyle imâret-pezîr oldugı
gibi cennet-i ma’neviyye dahi kıyâmet-i sugrâ ve kıyâmet-i kübrâ gayetine dek
ma’mûr olmakdadır. Zîrâ kıyâmetde olan helâk-i küllî ve fenâ-i tâm def’-i mazarrat
makulesidir. Bu ise celb-i menfaati münâfî degildir. Ya’ni inde’l-ârifîn kıyâmet ıtlâk
olunan fenâ-i azîm ki satvet-i tecellî-i celâldir, anınla cümle-i ta’ayyünât ve inniyât
fenâ bulur. Perde-i ta’ayyünât ise cemâl-i Hakk’a hicâbdır. Zîrâ ef’âl sıfâtın ve sıfât
dahi zâtın nikabıdır. Ve bu nikabın irtifâ’ı ise satvet-i mezkûre yediyle olur. Pes
kable’l-kıyâme derdest olan kesb ve ba’de’l-kıyâme husûle gelen fazl, bu ikisi hilye-i
cennet-i sûriyye ve ma’neviyyedir. Ve cennet-i sûriyye müstemil oldugı adne bilâvâsıta
yed-i kudret ile tesviye olundugı gibi anın nümûdârı olan cennet-i ma’neviyye
dahi böyledir. Zîrâ ikisi dahi makam-ı dîdârdır. Ve ma’nâ sûretden efdaldir. Anınçün
beyt-i dil ki arsullahdır, Kâ’be’den ve sâir mevâtın-ı serîfe ve buka’-ı münîfeden
ercahdır. �mdi Seyh Nâzım’ın (ks) sehr-i kalbi yapılur gördügi mahall-i kudrete ıttılâ’
kabîlindendir. Zîrâ kudretin makdûra ta’alluku keyfiyyeti herkese ma’lûm degildir.
Pes temâsâ-yı acîbdür ki dîde-i dil anın mutâla’asıyla rûsenâ ve cân-ı azîz anın
194 el-Buharî, Age, �man, 39, c.I, s.19; Müslim, Age, Musakât, 20, c.II, s.1219-1220.
195 el- Buharî, Age, Teheccüd, 16, c.II, S.48; Müslim, Age, Müsafirîn, 17, c.I, s.509.
63
esrârıyla âsinâ ola. Vay ol harâb-âbâd olan dile ki imârete sâlih olmaya veyâhût
imâreti içün bir mi’mâr-ı hezârfen bulmaya. Ve veyl ol kese ki harîm-i kurba
duhûlden mamnû’ ve mezcûr ve mükâsefe-i esrâr-ı lâhûtdan her vechile mahrûm ve
mahcûr ola./9b/
“Ben dahi bile yapıldım tâs u toprak arasında.”
“Tas”dan murâd asılda kalbdir. Nitekim Kur’an’da gelür:
F���} �:�*
8 "%& �MO�8�M�M$ ��
>�$
�M
~9
��>�$ C:
o�� �.�� �9
��
6�[#���R
!�<�� [Ne var ki bunlardan sonra yine kalbleriniz katılastı. Artık
kalbleriniz tas gibi yâhût daha da katıdır.] (Bakara, 2/74). Velâkin ba’de’t-tezkiye
cevher-i girân-mâye ve âyîne-i cihân-nümâ makulesidir. Pes bu sûretde ana tas ıtlâk
olunmak mâ kâne aleyh i’tibâriyledir. Yetîme ba’de’l-bülûg yetîm dinildügi gibi.
Suâl olunursa ki ahcâr-ı nefîseye dahi tas dirler. Pes haml-i mecâza hâcet kalmaz.
Cevâbı budur ki toprak zikri anı hacer-i hasîse tahsîs ider. Zîrâ toprakdan murâd
tabîatdır ki cesed anın âsârındandır. Nitekim Kur’an’da gelür: '+�
)� "%& �MO�t��
q [Sizi
topraktan yaratan.] (Gâfir, 40/67). Ey bilâ i’tibâri’l-mezc ve yine Kur’an’da gelür:
'7� "%& �MO�t��
q [O sizi çamurdan yarattı.] (En’âm, 6/2). Ey bi-i’tibâri’l-mezc ve câizdir ki
tas ile murâd cesedin müstemil oldugı ‘azm ve toprak ile maksûd lahm ola. Zîrâ
‘ızâmı cibâle tesbîh iderler. Cibâl ise tasdan ibâretdir. Pes biri zâhire ve biri dahi
bâtına remz olur. Zîrâ bâtın-ı halk vücûd-ı Hak oldugı gibi zâhir-i halk dahi vücûd-ı
Hak’dır. Nitekim dimislerdir ki: @t�ts� 5� ps� �;. J��q k�X�� �� [Süphesiz varlık hayâldir,
gerçekten o hakîkatte Hak’tır.] Ya’ni kevnin hayâl ve sûret makulesi oldugı hayâl-i
mücerred ve sûret-i mahza olmasını müstelzim degildir. Zîrâ Hakk’ın merâtibi
vardır. Pes her mertebe Hak’dır. Su kadar vardır ki ba’zı merâtibe butlân-ı izâfî
dirler. Meselâ menâmda görinen sûret-i hayâliyye hakdır. Zîrâ ‘ayn-ı hâricîde sûret-i
hakîkiyyesi vardur. Ve sûret-i hakîkiyyeye mukabil olan sûret-i zılliyye dahi sûret-i
hakîkiyyeden ma’dûddur. Nitekim Kur’an’da gelür: �t
� !%8
� �
<��
*
�:�$ [Muhakkak ki
Rabbim onu gerçeklestirdi.] (Yûsuf, 12/100). �� �t8�w_ ��q �t� �?g)�� (* �� [Allah,
Yusuf’un rüyasını, benzerinin dısında gerçeklestirdi.] Suâl olunursa ki dünyâ dahi
ekvândan olmagla hayâldir. Pes nice hakdır? Cevâbı budur ki âhirete mukabil oldugı
cihetden/10a/ hakdır. Suâl olunursa ki âhiret dahi hayâldir. Zîrâ ekvândandır.
Anınçün Hakk’a firârla vârid olmusdur. Cevâbı budur ki âhiretde olan tâ-i te’nîs
ta’yîn-i mertebe içün ârız olmusdur. Maksûd evveli ve âhiri olmayan Allahu
Teâlâ’dır. Vücûd-ı Hak ise vücûd-ı hakîkîdir. Pes vücûd-ı hakîkînin zılli dahi
böyledir. Belki zıll, zü’z-zılda fenâ bulub zılliyyet i’tibâren ve hükmen kalmısdır.
Nazar ile ilmullâha bak, gör. Eger zıll ma’lûmât-ı ilâhiyyeden ise nice selb
idebilürsün. Ve bundan fehm olundı ki Seyh Nâzım’ın (ks) kelâmından olan “ben”
lafzı hakîkat-ı insâniyyeden ibâretdir ki hakîkat-ı vücûdiyye ve hakîkat-ı imkâniyyeyi
64
câmi’dir. Pes zıll-i vücûd ki cânib-i beseriyyetdir, hakîkat-ı imkâniyyenin
âsârındandır ve zü’z-zıll ki cânib-i hakîkatdir, hakîkat-ı vücûbiyyenin envârındandır
egerçeki hakikatı imkâniyye dahi hakikat-ı vücûbiyyenin etvârındandır ve ana
muhâziyedir. Fefhem cidden! Ve bu ma’nâdan bi-hasebi’z-zevk haberdâr olan ârif-i
billâh bilir ol sırr-ı hadîsi ki gelür: h� (b k�w�>�� [Hükümdâr, Allah’în gölgesidir.]196 ��
N�EL�� "� 9���� 5 2�� 5;. xiX�� . )L��� . u->�� . 9�:t�� . 9���4� . ��*�� . 9��s� "& @�_)z� u�>�� 5;. @�j4� @t�ts� (b
9��L�� �<�����o� [Ya’ni ilâhî hakîkatin gölgesidir. Ve bunlar hayât, ilim, irâde, kudret,
sem’, basar, kelâmdan olusan yedi sıfâtdan ibâretdir. Ve bunlar sûretin kendisine
isâret etdigi seylerdir.] �_��� 5�� x�r p�q h� k� [Allah Âdem’i kendi sûretinde yarattı.]197
Fî kavlihî aleyhisselâm. Ve bundan rûnümâ oldı ol sırr-ı kelâm ki Muhammediyye’de
gelür:
Ârifin bir yüzü vardır, Hak cemâlinden yana
Ger gözükse oladı ma’bûd-ı halk ey sehr-i yâr.198
Ya’ni insân-ı hakîkînin perdesi hakîkat-i imkâniyyedir. Eger bu perde anı setr
itmese, mescûd-ı halk olurdı. Ya’ni hakîkat-ı vücûbiyye yüzünden ve melâikenin
Âdem (as)’a secdeleri emr-i Hakk’a imtisâlendir. Yoksa hakîkate ârif olduklarından
/10b/ degil. Sâhidi budur ki melâike ehl-i tenzîhdir. Anınçün Y� :t_. :- |�>�
[Allah’ım senin hamdini tesbîh eder ve seni yüceltiriz.] dirler. Âdem ise hakîkat-ı
cemâli ve celâli hâvî ve sırr-ı tesbîh ve tenzîhi müstemildir. Anınçün zâtı nüsha-i
rahmine ya’ni kitâb-ı hakaik-ı ilâhiyye ve vücûdu mushaf-ı fi’linin âyat-ı
mütesâbihâtındandır. Pes tenzîh ehlinin secdesi dahi tenzîhi mahmûldür. Fa’rif
cidden! [�yi anla!] Ve Seyh Nâzım’ın (ks) zâhir-i cesed ve bâtın-ı vücûd içinde
yapılması hakîkat-ı insâniyye cümle a’zâ ve kuvâya sereyânına isâretdir. Anınçün
Kur’an’da gelür: �:���*
�
�
?� [Ancak sana ibâdet ederiz.] (Fâtiha, 1/5). Ya’ni na’büdü,
nûn-ı cem’î ile eczâ-i vücûda nâzırdır. Zîrâ her birinden hakîkat-ı insâniyye yüzinden
bir ibâdet ve bir teveccüh matlûbdur. Pes hakîkat-ı insâniyye bu cümleden ya’ni bihükmi’l-
asl heykel-i ma’nevîden ve bi-hükmi’t-teb’ heykel-i sûrîden ibâretdir. Ve
icmâl-i insân tafsîl-i esyâya nâzır olıcak, insân didikleri cemî’-i esyâdan ibâret oldı.
Ya’ni esyâdan her bir cüz’-i lâ-yetecezzâ hakîkat-ı insâniyyeden bir hisseyi hâmil
oldı. Söyle ki esyânın Hakk’a irtibâtı ol hisse iledür. Zîrâ insân câmi’-i cemî’-i esmâ
ve vesîle-i Hak’dır. Ve bu sırr-ı azîme nâzırdır. Ol bâzâr ki cennetde kurulur ve anda
196Aclûnî, Age, c.I, s.552; el- Muttekî Ali, Kenzü’l Ummal, c.VI, s.4; el- Heysemî Nureddin,
Mecmeu’z- Zevâid, c.V, s.196.
197 el- Buharî, Age, �sti’zân, 1, c.V, S.125.
198 Âmil Çelebioglu, Muhammediye II, (Arastırma- �nceleme Dizisi) M.E.B, �stanbul 1996, s.324.
65
alan ve satan ve satılan kendi olur. zîrâ vech-i küllî olmagla cümleyi câmi’dir. Pes
eger orada ve eger burada kendinden gayrı yokdur ve bu sırr-ı acîb üzerine
dimislerdir ki ��?� emn ��:�� 5� `�� [Evde ondan baska ev sâhibi yoktur.] Sâlik karındas bir
hos fehm eyle ki sen sehr-i kalbden ibâretsin. Ve sehr-i kalbin fevkanî ve tahtânî
tevâbii yine sensin. Sen hem der ü dîvâr ve hem sarây-ı vücûd ve tahtgâh-ı tecellîde
oturan hünkârsın. Kesret-i suverden hezâr göründünse yine birsin ve tecelliyât-ı
mütenevvi’adan mahsûs oldun. Feemmâ yine sırsın. Pes sen seni ifnâ eyle. Tâ ki
meçhûl olasın. Ve yine sen seni ızhâr eyle. Tâ ki ma’lûm olasın. Velâkin bu
ma’nâda/11a/ ilhâd ve zendaka ve hulûl ve ittihâd belâlarından sakınasın. Zîrâ
Rabbü’l-âlemîn sana mîzân gönderdi. Nitekim buyurur Rabbü’l-âlemîn. Ve yine
buyurur:
7�-���
*#�� �"
� !�=�n h� �k��� [Muhakkak ki Allah bütün âlemlerden müstagnîdir.] (Âl-i
�mrân, 3/97). Pes senin ceyb-i vücûdundan üçyüz altmıs bin âlem ser-zede olursa
sûret-i Hak senden zâhir olmus olur. Velâkin abd, Rabb olmaz. Var imdi sen dahi
abd-i Rabb ol ki Rabb-i abd olmak sevdâsını ko. Zîrâ sende vücûb-i vücûd yokdur ve
eserinden satve buldunsa vîrân oldun ve vîrân olan yerlerin her cânibine sems tulû’
eyleyüb pertev-endâz olmakdan sems ol vîrâneye nüzûl itmek veyâhût anınla
müttehıd olmak lâzım gelmez. Pes ses ciheti gözle, egerçi ki bî-cihet ol, nazar eyle
Seyh Nâzım’ın (ks) kemâline ki tarîk-i remze sülûk eyledi ve hetk-i perde itmek
lâzım gelmesün içün cemâl-i ma’sûkı âyîne-i temsîlden gösterdi ve hayme-i kelâmı
sahrâ-yı hakîkatin aksâsına kurdu. Tâ ki sırr-ı vahdet ilm-i cibâl-i vücûd olmaya ve
her bir ser ü pâ olan kimse ol cânibe yol bulmaya. Zîrâ Allahu Teâlâ gayûrdur ve
abdde dahi gayret-i ilâhiyye gerekdir. Nitekim eserde gelür:
�=l k�� )0t�� +�8�� "&4 ���� (;� "& "l. �<��� �= ��� �<= ��� k�{4� );�Z� 9m,�� );�b �� k�{4� "& 9m,��
�*� .7&�tz� �> �-�� ��)]4� u� (��$ "& �-<=�8 u-A� `�� . " ���� . );�Z�� �34�8 ��)z� �;. �Q� �-<=�8 �*
uE� )0t�� . �=& (-l� " ���� . J�-l );�Z��� .7��=A�8 mw? "-l :��. I�= mw? "& `��. "?:�� 78 u-A� �; �=; J�-X��
.�Z�4� ���>�� u& ps� . ��<-A� @E�� "� 7� �w3. k�l "&. ��*�� "& �=&� �_�)z� 5�� 50& "&. �=& uE�� `���� .
.�*w$ �� Y?)o4 :��. ps� . ps� �; �Z�4� ���>��.
/11b/[Gayret, îmândandır. Gayretin zâhiri, îmânın zâhiri için, bâtını da bâtını
içindir. Öyleyse bunları anla ve dıs görünüs (kısr) erbâbından degil de akıl ehlinden
ol. Eger o ikisinin (zâhir ve bâtın) arasını birlestirebilirsen, zâhir ve bâtın isimle
kasdedilen O’dur. O ikisinin arasını birlestirmek, zıdları birlestirmek kabîlinden
degildir. Süphesiz ki o ikisi, iki makama göredir. Burada kemâl ne güzeldir. Ki o iki
zıddın arasını birlestirmekdir. Tek kanatla uçan kimse, iki kanatla uçan gibi degildir.
Zâhir iyi ise bâtın ondan daha iyidir. Kabuk faydalı ise (öze inmek) ondan daha
faydalıdır. Kim mertebeler üzerinde yürürse, sıkıntılardan emîn olur. kim vasat
66
olursa, çogunlugun tepkisinden korunur. Hak, çogunlukla beraberdir. Çogunluk da
Hak’tır. Hak ise birdir, aslâ ortagı yoktur.]
“Sâkirdleri tas yonarlar, yonub üstâza sunarlar.”
“Üstâz” zâl-i mu’ceme ile mu’arrebdir. Velâkin si’r-i câhilîde gelmemisdir.
San’atında mâhir olana üstâz dirler. Ve müeddib-i nâs ve muallimü’l-hayr olanlara
dahi ıtlâk olunur. Zîrâ san’at ki icâdetü’l-fi’ldir anlarda dahi mevcûddur. Burada
üstâzdan murâd seyh-i müsellik ve sâkirdden muksûd mürîd-i sâlikdir. Tas ise haceri
kalbdür, yonuldugu terbiyesidir. Zîrâ eger hacer-i kalb fi’l-hakîka hacer-i nefs
makulesinden ise terbiye ile saykal-pezîr olub sekl-i âyînede rûnümâ olur. ve eger
hacer-i hasîs cinsinden ise ilâc kabul itmeyüb hâli üzerine kalur. Nitekim Seyh Sa’dî
nazmında gelür:
�=�?r =3 :?��� "X��. �=�?r �� k�)l � k��_
[Aynanın rengini temizleyebilirsin, ancak aynanın cevherinden
gideremezsin.]
Suâl olunursa ki Hz. Mevlânâ’nın (ks) bu nazmından nedür ki Mesnevî’de
îrâd ider:
��o );� 53� J� ���L8 k� �� ��o )&)& . �)[� =3 �_ )
[Sen sahrânın tası ve mermer olabilirsen de, gönül sâhibine ulasıp cevher
olamazsın.]
Zîrâ bundan fehm olunur ki mürsid-i kâmil tas-pâre misâl olan kalbi tercîh ile
cevher sûretine kor. Cevâb budur ki bundan maksûd cevher olmaga müsta’idd olan
sahrâ ve mermerdir, gayri degil. Zîrâ ba’zı süllâk meftûr oldukları ma’nâ üzerine cârî
olular ve fıtrat-ı asliyyeden tagayyür bulmazlar. Bundan merzûku’l-bidâye ve’nnihâyedir.
Seyh Abdülkadir el-Geylânî ve Seyh Muhyiddîn el-Arabî ve Üveysü’l-
Karenî gibi kaddesallâhü esrârahüm ve ba’zıları dahi evâil-i hâlde tagyîr-i fıtrat idüb
sonra mürsid-i kâmile mukarenet ile cilâ-bahs âyîne-i dil olurlar. Bunlar mahrûmu’lbidâye
ve merzûku’n-nihâyedir. Fudayl Iyâz ve Mâlik Dînâr ve �brâhîm Edhem gibi
ravvahallâhü ervâhahüm. Ve ba’zıları dahi bidâyeten ve nihâyeten mahrûm kalurlar.
Zîrâ mürsidin terbiyesinin bunlarda/12a/ eseri yokdur. Zîrâ kalb-i hakîkat lâzım gelür
ve fi’l-cümle isti’dâd ve ba’zı mevâni’ ile zuhûrı mâni’ degildir. Nitekim madde-i
cevher ba’zı avârız-ı tahallülî ile mütegayyir olub haceriyyet mertebesin bulur ve âb-ı
cârî dahi mizâc-ı türâbla bir dürli dahi olur ve ol ki Mesnevî’de gelür:
e�� :���) �8 �2> m_ ���� N�$ �>; �����.�
67
[Evliyânın atılmıs oku, yolundan döndürme kuvveti vardır.]
Bu dahi gerdânîden olmaga müsta’idd olan tîre göredir. Ve illâ emr-i
mübreme çare yokdur ve bunun hakîkati a’yân-ı sâbitede olan ahvâle dâirdir. Pes her
‘aynın muktezâsı ne ise anın üzerine cârî olur hayran ve serran. Ve ol ki haberde
gelür: :*>? :$ 5t0�� . 5t0? :$ :�*>�� [Saîd bazen sakî olabilir, saîd de bazen sakî olabilir.]
Levh-i mahfûza nâzırdır. Levh-i mahfûz ise mahall-i mahv u isbâtdır. Batn-ı ümm ise
ilmullâh gibidür. Anınçün gelür: +�2X�� x� "w8 5� �2t�t� . �&� "w8 5� :�*3 :�*>�� [Saîd olan
annesinin karnında saîddir ve bunun hakîkati Ümmü’l-Kitâb’ın bâtınındadır.] ve
bundan kaide-i teslîk zâhir oldı. Ya’ni sülûk didikleri ma’nâ ki hareket-i ma’neviyye
ve muhâceret-i kalbiyyedir. Tarîka-i meslûke-i kadîmedir. Zîrâ sâkird üstâza tahsîl-i
san’at-ı zâhire içün mürâcaat itdügi gibi mürîd dahi seyhe tahsîl-i ma’rifet-i bâtına
içün tereddüd itmek lâzımdır. Nitekim Seyyidü’t-Tâife Cüneydü’l-Bagdâdî (ks)
buyururlar: k�w�0�� e}�23�� }�23� �� "X? "& [Üstâzı olmayanın üstâzı seytândır.] Ve Ebu
Yezîdü’l-Bestâmî nevverallâhü meshedehû buyururlar: k�w�0�� �D�0� �o �� "X? "&
[Seyhi olmayanın seyhi seytândır.] Ve sâkird üstâza san’atını arz itdügi gibi tâ ki
kusûrunu cebr ide. Mürîd dahi hâlini sabâhan ve mesâen seyhe arz itmelüdür tâ ki
tenezzül ve terakkî zâhir ola. Gerek rü’yâ ve gerek havâtır ve gerek vâridât tarîkiyle.
Zîrâ kisi üstâzı gibi mücellâ-dil olmaga müddet-i medîde hacer-i kalbe saykal virüb
huzûr-ı seyhe arz itmekle vâsıl olur. Egerçi zamân-ı hayât-ı seyhde bir mürîd seyh
pâyesine vâsıl olmamıs ve kimse üstâzı gününde üstâzı mertebesin bulmamısdır. Zîrâ
meshûrdur ki iki sıddîk bir yerde müctemi’ olmak hikmete muhâlifdir./12b/ Anınçün
zamân-ı nübüvvet-i Mustafâ’da (sav) sıddîk bir geldi ve sırr-ı hilâfet intikal-i
nebevîden sonra zâhir oldı. Egerçi ki zamân-ı saâdetlerinde dahi ta’lîm-i dîn içün
ba’zı ashâbı ba’zı nevâhîde istihlâf itmislerdir. Feemmâ bu anın gayridir. Fefhem
cidden! Ve sâkirdlerin kesretinden hulefânın ta’addüdü dahi lâzım geldi. Zîrâ bu
ümmetin ana meyli enbiyâ-i Benî �srâîl gibidir. Ya’ni bâtın-ı nübüvvetden bilâ-vâsıta
ahz itmekde ve belki ba’zı vücûhla meziyyetleri dahi vardır. Zîrâ ba’zı enbiyâ
da’vetlerinde mücâb olmadılar ve mücâb olanların ittibâ’ itdikleri dahi nefer-i kâlîl
idi. feemmâ efâzıl-ı ümmet-i merhûme kesîrü’s-sivâddır. Zîrâ isti’dâdâtda kuvvet
vardır. Bu cihetden devr-i kamerînin her günü yüz yigirmi dört bin evliyâyı hâvîdir.
Suâl olunursa ki takrîr-i sâbıkdan fehm olunur ki bî-mürsid olan mürîd ser-i menzil-i
murâda vâsıl olmayub nefis ve seytan elinde zebûn ola. Maahâzâ Üveysü’l-Karenî ve
emsâli bilâ-vâsıta ahz-ı feyz itmislerdir. Cevâb budur ki bilâ-vâsıta ahz itmek
nâdirdir. Pes ana i’tibâr yokdur. Binâen alâ zâlik sâlike bi-hasebi’l-galib ya sohbet-i
rûhâniyye veya sohbet-i cismâniyye lâzımdır. Evvelkisi Attâr ve Hallâc ve ikincisi
Mûsâ ve Hızır gibi aleyhimesselâm ve sâlik ki Hak’dan bilâ-vâsıta ahza kadir ola,
68
bi’l-vâsıta dahi ahz ider. Zîrâ bu andan esheldir. Velâkin galib olan silsile ile irtibât
ve vesâit ile ahzdir. Nitekim leyle-i mi’râcda birkaç âyet-i serîfe bilâ-vâsıta nâzil
olub mâ-adâsı vesâtet-i Cibrîl ile hâsıl oldı. Ve ehl-i vahy ve ilhâm bu iki ahz ile
mükerremdir. Zîrâ ikisi cesed ve rûhun esrârındandır. Felâsife ise vâsıta isbât itdiler.
Fakat bilmediler ki “el’âne alâ mâ kâne aleyh” müsâhedesi ve ma’nânın netîcesidir.
Ya’ni galib olan budur ki evveli eserden müessire istidlâl olunub eser vâsıtasıyla
müessire/13a/ irtibât hâsıl olur. feemmâ nihâyetde esere ihtiyâç kalmaz ve bu
makama makam-ı tefrîd dirler. Nitekim dimislerdir:
:��rr � ���$ � x)� k�=l�3
[Harem-i Serîf sâkinlerinin kıble-nümâya ihtiyaçları yoktur.]
Ya’ni kıble-nümânın vesâteti hâric-i haremde lâzımdır. Pes müsâhede-i harem
ki hâsıl ola gözlüye gizli kalmaz. Ba’dezâ sâkirdlerin kesreti kesret-i üstâzı
müstelzim degildir. Belki üstâz bir olur. su kadar vardır kim bir üstâzın imâret-i
kalbe bi-tamâmihâ gücü yetmese gücü yetdügi mertebeyi tahsîlden sonra tefrîg-i dil
idüb üstâz-ı âhere dahi mürâcaat itmek lâ-beisdir. Nitekim ba’zıları bes on mürside
hizmet itmislerdir. Ve kâh olur ki kusûr mürsid tarafında olmaz, belki mürîdin
cânibinde olur. Zîrâ dimislerdir ki: pVi� �E�� �:*8 h� 5�� /)w�� [Allah’a giden yollar
mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.] Tarîkat-ı Edhemiyye’den meselâ sülûke
müsta’idd olan tarîkat-ı Bayrâmiyye erenlerine mürâcaat itmekle olmaz. Zîrâ her
sâlikde vech-i hâs vardır. Pes ana muvâfık vech-i hâs gerekdir ki anın âyînesine
muhâzî oldukda sûret-i murâd görüne. Bu sebebdendir ki eserde gelür: @� @-V4� i2q�
[�mamların ihtilâfı rahmetdir.] 199Ve yine gelür: N�,� u�3 5�� k�)t�� JK�� [Kur’an yedi lügât
üzerine indirilmistir.]200 Ve bu sır üzerine hâlâ bu ümmet arasında turuk-ı Hakk’a
müteaddidedir. Zîrâ maksûd Kâ’be-i vasla vusûl ve makam-ı vahdete duhûldür. Bu
ise gerçi bidâyetde taraf-ı berr ü bahrden sülûk ile muhtelifdir. Feemmâ nihâyetde
müttefikdir. Su kadar vardır ki herkesin vusûlü isti’dâdı kadardır. Nitekim her
Kâ’be’yi müsâhede iden bir degildir. Zîrâ kiminin dîdeleri hîre ve kiminin pürcilâdır.
Pes anlar ki hîre-dîdedir, Kâ’be hacer midir güher midir görmezler. Egerçi ki
bir sebah ya’ni karaltı görürler ve sülûkde menâzil-i bisyâr ve vusûlde tefâvüt
mukarrer olmagın beyne’s-süllâk hilâf bulunur. Megerki her biri müntehî-i ekmel
ola. Bu ise azîz ve nâdirdir./13b/
“Allah’un adın anarlar o tasun her pâresinde.”
199 (Degisik lafızla bkz.) El-Mütteki Ali, Age, c.X, s.136; el-Albânî Muhammed Nâsıruddîn,
Silsiletü’l-Ehâdîsi’d- Daîfe ve’l- Mevdûa, c.I, s.141.
200 (Degisik lafızla bkz.) Müslim, Age, Müsafirîn, 48, c.I, s.562; Ahmed b. Hanbel, Age, c.I, s.299.
69
�sm-i celâl ki Allah’dır, me’haz-ı istikakı “eleh”dir, abd ma’nâsına. Pes ilâh
kesr-i hemze ve medd-i lâm ile me’lûh ma’nâsınadır ki ma’bûd dimekdir. �mâmme’mûm
ve kitâb-mektûb ma’nâsına geldügi gibi. Velâkin ıstılâh-ı sûfiyyede me’lûh
abd-i ilâhdır ki anın taht-ı ulûhiyyetinde dâhil ve hîta-i rubûbiyetde merbûbdur.
Anınçün Hakk’ın ulûhiyyeti ve abdin me’lûhiyyeti dirler. Ya’ni Hakk’a ta’alluk iden
ilim bu haysiyet iledir ve illâ gayb-i hüviyyet hasebiyle kümmel-i insân bile varta-i
hayrete düsmüslerdir. Pes ism-i celâlde esahh olan istikak-ı mezkûr ve i’tibâr-ı
mezbûrdur. Elhâsıl burada merâtib vardır. Evvelkisi mertebe-i ilâhiyyetdir ki zât-ı
vâhidiyye-i ef’âliyyeye isâretdir ve bu mertebenin mukabelesinde mertebe-i ibâdet
i’tibâr olunur ki avâmm-ı ehl-i tevhîdin mertebesidir. Zîrâ anların müta’allak-ı
ma’rifeti mertebe-i ilâhiyyetdir ve ikincisi mertebe-i ulûhiyyetdir ki zât-ı vâhidiyye-i
sıfâtıyyeye isâretdir. Ve bu mertebenin muhâzâtında mertebe-i ubûdiyyet ıtlâk olunur
ki havâss-ı ehl-i tevhîdin mertebesidir. Zîrâ anların müta’allak-ı ilmi mertebe-i
ulûhiyyetdir. Ve üçüncüsü mertebe-i ulûhet ki zât-ı ahadiyye-i mutlakaya isâretdir ve
bu mertebenin muvâcehesinde mertebe-i ubûdet dinilür ki ehass-ı ehl-i tevhîdin
mertebesidir. Zîrâ anların müta’allak-ı idrâki mertebe-i ulûhetdir. Pes bundan fehm
olundı ki mertebe-i sâlisede olan ıtlâk ile murâd-ı ıtlâk esnâfıdır. Yoksa ıtlâk-ı zâtî
degildir. Zîrâ ıtlâk-ı zâtî mertebesi zât-ı bahtdır ki lâ-ta’ayyün âlemidir. Bu âlemde
ise Hakk’a ilim ta’alluk itmez. Nitekim isâret olundı. Anınçün Kur’an’da gelür: ���������
������ ��� � �
�� � ��� ���
�� [Bil ki Allah’tan baska ilâh yoktur.] (Muhammed, 47/19). Ya’ni bu
nazımda/14a/ müta’allak ilm-i mertebe-i ilâhiyyet ve ulûhiyyet ve ulûhet kılındı. Zîra
mâverâsı âlem-i hayretdir. Nitekim �e���:�$
p
�
�1��� #�.��
:�$ �
&
. [Allah’ı geregi gibi tanımadılar.]
(En’âm, 6/91), Y2�)*& p� �=�)� �&. [Biz seni hakkıyla tanıyamadık.]201 ana isâretdir. ��
7*2�� @�_)& 5;. @�_�Q�� @�;��4� @�_)& 5� �� �=�> �=�)� �-l k�. N�Q�� ��n �;. Y�> �=�)� �& [Yani her ne
kadar biz seni kendimize göre bilsek de seni sana göre bilemedik. (Çünkü) O bizzât
bilinmez. Ya’ni O kendine mahsûs ulûhiyyet mertebesindedir ki o da ta’ayyün
mertebesidir.] Ve bu mazmûn-ı âlînin mukabelesinde gelür olur. Âyet-i münîfe ki �
?
��MO
8
� #�.�:����� ��
=�� �
<C?�� [Ey insalar, Rabbinize kulluk ediniz.] (Bakara, 2/21) nazmıdır. Zîrâ
âyet-i tevhîdde merâtibi selâs-i mezkûreye isâret oldugı gibi bu âyetde dahi aksâm-ı
selâse-i ibâdete isâret vardır. Pes nazar eyle Seyh Nâzım’ın (ks) kemâline ki unvân-ı
kelâmda ism-i celâli zikirle zikirlerin merâtib-i ma’rifetine isâret eyledi. Gûyâ böyle
deyu söyledi: Ey zâkirân-ı Hak siz her ne kadar zikre tevaggul ve makam-ı ma’rifete
tegalgul itsenüz yine sizin ma’rifetinüz ism-i celâlin mefhûmı ifâde eyledügi merâtibi
tecâvüz itmez. Anınçün Kur’an’da gelür: ~i����$ �4� ��#��*#�� "%& ��2��.M� �
&
. [Size ancak az bir bilgi
verilmistir.] (�srâ, 17/85). h� 4� �<-�*?4 N�*=2 �\� �V��. . �\4� "& 5�62�� �8 u$. �-�� )L[=& �X-�� ��
201 Muhammed Abdurrauf el-Münâvî, Fevzu’l- Kadir Serhu’l Camii’s Sagir, , c.II, s.520.
70
Y-�� 5� �8
N)H23� .� xi>�� ���� J�$ �-l 202[Sizin bilginiz size verilen kadardır. Gerisi sadece
Allah’ın bildigi muhtesem isimlerdir.] Bu cihetden dimislerdir ki ulûm-ı evvelîn ve
âhirîn ilm-i Hakk’a nisbetle yedi deryâdan bir katre gibidir. Ve bu takrîrden
mütesâbihât ve mukatta’âtda mezheb-i sûfiyye-i muhakkıkîn nedir ma’lûm oldı. Zîrâ
Hak Teâlâ’nın tecelliyâtında mübhemât yokdur. Mübhem dimek urefânın avâmına
göredir. Egerçi ki tecelliyâtın verâsına göre herkese nisbetle mübhem dinilür. )���
� 7� 5�� J����� �=&. @�&�X�� @�)*z� @�&�0�� @�*-A p?) 5�� ���j� h�. [Bil ki kâmil bir ma’rifet yoluna
ancak Allah ulastırır, sümûllü bir cem’iyyete ulasmak da O’ndandır.] Bundan sonra
ma’lûm ola ki Seyh Nâzım’ın (ks) murâdı mezkûr olan sâkirdler hîn-i istigalde Allah
deyu zikr iderler dimekdir. Velâkin bu makama münâsib olan bi-hasebi’l-mertebe
esmâ-i hüsnâdan matlûba ta’allukı olan ismi vird iderler dimekdir. /14b/ Zîrâ
ismullâh cemî’ sıfâtı câmi’ olan zât-ı ahadiyye üzerine ıtlâk olunur. Pes cümle-i esmâ
ve sıfâtda ism-i a’zam sırrı mündericdir. Anınçün kâh olur ki “yâ Allah” dimek “yâ
Sâfî” dimek olur. Eger kailîn hâlinde taleb-i sifâya delâlet ider karîne var ise. Pes
Allah adını anmak matlûba ta’allukı olan ism-i mahsûsı anmak oldı. Anınçün Seyh
Nâzım (ks) “Allah adın anarlar” didi. Ya’ni bi-hasebi’l-makamât kâh ism-i celâli ve
kâh gayrı esmâyı zikr iderler. Nitekim tahkîki gelür insâallâhü Teâlâ. Ve bu mezkûr
olan esmâya esmâ-i mecâziyye dirler. Zîrâ inde’s-sûfiyye melfûz ve mesmû’ ve
mektûb olan elfâz mutlaka mecâz kabîlindendir. Hakîkat-ı sırf odur ki lisân ve
kaleme gelmeye ve kulaga girmeye. Pes Hızır’ın Hazret-i Mûsâ’ya (as) ta’lîm
eyledügi isârât-ı hakîkat ve rumûz-ı ma’rifetdir, hakaik-ı sırf degildir. Zîrâ bu ma’nâ
ta’lîm ve ta’allüm götürmez. Suâl olunursa ki ism-i mecâzîye istigalden ne fâide
olur? cevâb budur ki ism-i mecâzîye istigal ile medlûlüne intikal olunur ve
medlûlünden dahi tedrîcle ism-i hakîkî tecellî etmege baslar. Ya’ni ta’ayyün
sûretinde olan sırr-ı cüz’î ma’lûm olur ve ol sırr-ı cüz’înin ism-i cüz’îsi yüzünden
ism-i küllîye ve anın medlûl-i hakîkîsi olan müsemmâ-yı Hakk’a irtibât hâsıl olur.
Bundandır ki dirler: @t�ts� 9)w=$ �¡� [Mecâz, hakîkatin kantarıdır.] �mdi bu âlemin
cümle-i ta’ayyünâtı mecâzdır. Ya’ni müsemmâ-yı Hakk’a cevâz ve ubûra âlet ve
âyînedir. Anınçün eger mecâz ve eger hakîkatdır cümlesi kemâlâtdandır. Bu
sebebdendir ki ehl-i mükâsefe nazarında nâkıs nesne yokdur. Zîrâ ba’zı ta’ayyün ki
sıfat-ı noksanla zâhir olmusdur adem-i isti’dâd ve fikdân kabiliyyetindendir. Meselâ
hımârın hımâr olmakdan gayriye isti’dâdı yokdur. Bu cihetden ol dahi Hakk’ın sun’-ı
kâmilidir ve nâkısu’l-a’zâ ve zâyidü’l-cevârih ve emsâli dahi ana kıyâs oluna. Ve
bundan fehm olundı ki /15a/ sâlik olan kimse kable’l-vusûl ehl-i mecâzdır. Zîrâ
zikirden hâlî degildir. Zikir ise nisyânı tard içündür. Anınçün cennetde zikir yokdur.
202(Degisik lafızla bkz.) el- Muttekî Ali, A.g.e, c.II, s.122.
71
Ya’ni tard-ı gaflet ma’nâsına belki devâm-ı huzûr vardır. Nitekim dünyâda zikr-i
lisânîye istigal ile zikr-i kalbî ve zikr-i kalbîden dahi zikr-i dâim hâsıl olub zikir ve
zâkir ve mezkûrun ittihâdı sırr-ı bâhir olur. Bu sırra mebnîdir ki dünyâda ehl-i vahy
ve ilhâm olana vârid olan vahy ve ilhâm evvel emirde cihet-i vahdet üzerine vârid
olur. ya’ni vârid olan ma’nâda fehm ve ifhâm ve mefhûm birbirinin aynıdır ki def’î
vârid olur, sonra münbasıt olub tekessür kabûl ider ve lisân ve kalem mertebesine
gelüb keyfiyyetden bir nesne ile tekeyyüf ider. Ya’ni ya Arabî veya Türkî veya gayri
kisve ile kisvelenür. Nazar eyle cenîne ki nutfede olan icmâl-i sırr-ı erbaînât ile nice
tafassül ider. Fesubhâne’l-Kadîr. Ve Seyh Nâzım’ın (ks) “o tasın her pâresine”
didügi her nevbet-i istigalde dimekdir. Zîrâ hîn-i suglde her bir kerre zikirle hacer-i
kalbin bir pâresi yonılur. Ya’ni bir hicâbı izâle olunur. Pes bunda kalbin evvel
hâlinde ziyâde kasâvet ve kesâfetine isâret var. Ve hicâb yetmis bindir ki icmâli
bunlardır. Nefs ve kalem ve levh ve hebâ ve cisim ve ars ve kürsî ve cinân-ı seb’ ve
nîrân-ı seb’ ve eflâk-i seb’a ve erkân-ı seb’a. zîrâ bu mecmû’u otuz bes aded
ta’ayyündür ki her birinin zâhir ve bâtını i’tibâriyle yetmis aded olur. Sonra bin aded
esmâ-i hüsnânın tafsîli hasebiyle her bir bin adede mutafassal olub mecmû’u yetmis
bine bâlig olur. �ste bunların kimi hicâb-ı latîf ve kimi hicâb-ı kesîfdir. Velâkin
bunların mâverâsında dahi hicâb-ı eltâf vardır ki ahd-i me’hûzâtı zikirden men’ ider.
Nitekim �bn Abbâs’dan (ra) mervîdir ki buyurur:h� (L� �& ���L� . h� �� �& ��-� [Allah’ın
mübhem bıraktıgı mübhem bırakın, açıkladıgını da açıklayın.] Ve câizdir ki hacer-i
kalbin her pâresi/15b/ efrâd ve kalb i’tibâriyle ola. Nitekim sâkirdlerin cem’iyyeti
ana dâlldir. Ya’ni her sâkird kendüye mahsûs olan tas pâresi olan kalbini yonub
Allahu Teâlâ’ya zikr ider. Bundan fehm olunur ki cemî’ cüz’iyyâtın külliyyâtı vardır
ki mürekkebât müfredâtdan terekküb idüb ol müfredâtda kâh ta’lîl ve kâh ta’kîd
i’tibâr olundugı gibi ol cüz’iyyâtda dahi kâh külliyyâtda indirâc ve kâh andan
tafassül ve tecezzî i’tibâr olunur. Ve anın kıvâmı küllînin vücûdı iledir. Pes kulûb-ı
cüz’iyye kalb-i küllîye ve nüfûs-ı cüz’iyye nefs-i külliyyeye ve ukul-ı cüz’iyye akl-ı
küllîye ve ervâh-ı cüz’iyye rûh-ı küllîye ve ecsâm-ı cüz’iyye cism-i küllîye râci’ ve
müntehîdir. Velâkin tecellî-i ilâhî ile ta’ayyünâtın irtibâtını bilmek güçdür, kesf-i
tâmme mevkufdur. Zîrâ ol ma’nâ zarf ve mazrûf ve küll ve eczâ ve küllî ve cüz’iyyât
nisbetleri gibi degildir. Belki lâzım ve melzûm nisbeti gibidir ve vâcibü’l-vücûdu
küllî deyu temsîl itdikleri tefhîm içündür. Ve illâ külliyyet ve cüz’iyyet ve sâir
nisebden muarrâdır. Ve tas pâre de bundan edakk olan sırrı budur ki hacer-i kalbin
her pâresi kalbin bir yüzüne isâretdir. Ve kalbin sekiz aded yüzi vardır ki her yüzi
hazarâtdan bir hazrete nâzırdır. Evvelki yüzi hazret-i ahkâma nâzırdır. Bu makamın
zikri “lâilâha illallah”dır. Ve ikinci yüzi hazret-i tedbîre nâzıdır, bu mertebenin zikri
“Allah Allah”dır. Ve üçünci yüzi hazret-i ibdâ’a nâzırdır. Bu tabakanın zikri “Hû
72
Hû”dur. Ve dördüncü yüzi hazret-i hitâba nâzırdır. Bu derecenin zikri “Hak Hak”dır.
Ve besinci yüzi hazret-i hayâta nâzırdır. Bu pâyenin zikri “Hay Hay”dır. Ve altıncı
yüzi hazret-i esrâra nâzırdır. Bu kademenin zikri “Kayyûm Kayyûm”dur. Ve yedinci
yüzi hazret-i müsâhedeye nâzırdır. Bu pâygâhın zikri “Kahhâr Kahhâr”dır. Ve
sekizinci yüzi hazret-i semâa nâzırdır. Bu rütbenin zikri âyât-ı Kur’aniyye’dir.
Anınçün erbâb-ı nihâyet olanların evâhir-i ömürlerinde virdleri hazret-i Kur’an’dır.
/16a/ Zîrâ nüsha-i âfâkı okumuslar ve kitâb-ı enfüsü dahi görmüsler ve Mushaf-ı
hakaik-i rahmâniyyeye nazar salmıslardır. Pes anların halîfetullah fi’l-arz olan tıfl-ı
kalblerine mekteb-i vücûdda Kur’an’dan gayri ders kalmadı. Zîrâ Kur’an nüshası
zikr olunan nüshaların cümlesine delîldir ve acâibi dahi munkaziye degildir. Pes seyr
ilallah sırrına nihâyet olmadugı gibi esrâr-ı Kur’an’a dahi nihâyet yokdur. Zîrâ gayr-i
müntehîden deryâ-yı muhîte nâzil olmusdur. Ve bundan mev’ûd sâbıkı incâz hâsıl
oldu. Zîrâ bu takrîrle ma’lûm oldu ki sâlik-i Hak olan mürîd-i sâdık imâret-i sehr-i dil
iderken mi’mâr-ı zâhir binâ-yı sarây-ı sultânda âlât-ı mütenevvi’a isti’mâl itdügi gibi
ol dahi ıslâh-ı tahtgâh-ı sultânü’s-selâtînde ezkâr-ı muhtelife ve evrâd-ı müteaddideyi
derdest idüb maksûd-ı cilve-ger hayyiz-i husûl olunca der-kâr olur ve bu sırr-ı azîme
isâretdür ki gelür: k��,& �<� e�&�? ��23� "& [�ki günü birbirine esit olan ziyândadır.]203
Ya’ni ehl-i tahsîl olanın iki zamân-ı ferdi müstevî olmamak gerekdir. Belki kalb-i
insân dâimâ teveccüh-i vahdânîde olub lahzaten fe-lahzaten terakkîde olmak
lâzımdır. Zîrâ tecelliyât-ı ilâhiye müteâkib oldugı gibi teveccühât-ı kalbiye dahi
mütevâlî gerekdir. Pes bundan me’hûz oldu ki sâlikin zikri tenevvu’ üzerinedir. Ve
cemî’ esyânın ezkârında dahi tefâvüt vardır. Anınçün vasat-ı tarîkda olan mevâlîd ve
erkân kesfinde bir yüzden istimâ’-ı zikr itmek galatdır. Ya’ni gerekdür ki esyâdan
isitdügi tesbîhât kendi tesbîhine mugâyir ola ve bu esmâdan müsemmâya intihâda
tarîk-i vahdete sülûk idüb i’tibârât-ı sâbıkaya hâcet kalmaz. Anınçün müntehî olan
sametle mesguldür ve bir kere zikri cemî’-i esmâ ile bilâ-hisâb zikr itmek
pâyesindedir. Zîrâ hâlî-i kesîr-i a’zam olmus üç yüz altmıs bin avâlimin esmâsını
kendi isminde bulmusdur. /16b/ Bundandır ki ba’zı efâzıl-ı nâs içün her gün ehl-i
arzın a’mâli kadar a’mâl mürtefi’ olur dinilmisir. Ba’dezâ ezkârın envâ’ı müteaddid
oldugı gibi efrâdı dahi müteaddiddir. Zîrâ kalbi imâret nefsi tahrîb itmekle hâsıl olur.
Nefs ise hisâr-ı âhenîndir. Pes bir kere darb-ı gürzle yıkılmaz. Belki sebân-rûz
rüstem-vâr kuvvet-i bâzuyla amel lâzımdır. Buradandır ki evâil-i hâlde zikr-i cehri
ihtiyâr iderler. Maksûd ismâ’-i Hak degildir. Zîrâ Hakk’a nisbet ile cehr ve ihfâ
birdir. Belki gılzat ve kesâfet-i nefsi izâle ve hicâbı taltîf içündür. Ve ol ki gelür mq
5E� )lQ�� [Zikrin hayırlısı, gizli olanıdır.] bundan murâd erbâb-ı nihâyetin hafî
203Aclûnî, Age, c.II, s.323.
73
mertebesinde olan zikridir. Zîrâ bilâ-hisâb ile mukabele olunur ki elûfun muzâ’afı
mertebesidir. Pes erbâb-ı aserât ve mîât zikrinden ashâb-ı elûf zikri hayırlıdur. Zîrâ
zikr-i hafî lisân-ı Hak’ladır ki dil anı söylese yanar. Ve erbâb-ı nihâyet zikr-i celî
itseler erbâb-ı bidâyete ke-hükmi’t-teba’dır. zîrâ mertebe-i lisân mertebe-i serî’atdır.
Ve mertebe-i serî’at inde’l-havâss ve’l-avâm muhâfaza ve mürâ’atda beraberdir.
Belki havâssın hâli eseddir. Nitekim Kur’an’da sevâhidi çokdur. ��-*�� 5�� ¢v4. )L�23��
��=z� Y� k�8 :t� [Sana aydınlık gösterildi, gör ve kör olarak gezme.]
“Sehirden oklar atılur gelür canlara batılur.”
“Sehr” Fârisî’dir, Türkî’de sâr didikleridir, merâtibi vardır, a’lâsı dâru’lmülk-
i sultânîdır. Nitekim bâlâda isâret olundı. Oklardan murâd teveccühât-ı ehl-i
dildir. Zîrâ nüfûz ve muzî de oka müsâbihdir. Husûsâ ki menzili dûr ve dırâzdır. Ve
okdan gayri egerçi nüfûz sâhibi nesneler vardır, feemmâ ok kadîmdir. Zîrâ Hz. �smâîl
(as) san’atı ve Hazret-i Seyyidü’l-kâinât aleyhi ekmelü’t-tahiyyât sünnetidir. Vâkıât-ı
Hüdâiyye’de ve kesîde-i silk-i tahrîr olan cevâhir-i kelimâtdandır ki sipihr-i safâda
mihr-i celî ya’ni Seyh Nâzım Hacı Bayrâm-ı /17a/ Velî (ks) Burusa’da âsûde olan
Seyyid Buhârî ravvahallâhü rûhahû ile muâsır olmagın birkaç kere Engûrî’den sedd-i
rahl idüb Burusa’da Emîr-i mezkûre kadem itmislerdir. Feemmâ bir def’a meyânede
seker-âblık vâki’ olmadıgın Hazret-i Buhârî Hacı Bayrâm’ın zer-ibrîz vücûdın pûte-i
celâlde eritmek içün bir gejm-i nefes çeker ve belki gümân-ı keyânı var olan
kalbinden tîr-i teveccüh tevcîh ider. Hacı Bayrâm dahi mutâla’a-i ravza-i melekût
iderken muttali’ oldukda bi-hükmi’t-tasarruf üzerinden def’ ider ve tîr-i teveccüh bir
secere-i sidre-misâle müsâdeme idüb fi’l-hâl kal’-i bün eyler ve serin zemîn-i helâke
indirir. Emîr-i mezbûr def’a-i sâniyede yine imâle-i hadeng-i kahr itdikde Hacı
Bayrâm yine tîr-i pertâb gibi mekânından dûr olub hadeng-i mezbûr menzilgâhından
bî-behre bir dîvâra rast gelüb ol saat dîvârın esâsı münkali’ ve yüzi secdegâh-ı
zemîne düser. Def’a-i sâlisede kâr-benevbet mısdâkınca is Hacı Bayrâm’a düsüb ol
dahi kavs-i kuzâdan bir tîr-i zehr-âlûd atub Hazret-i Emîr’e dokundukda ol an
muhtazır olur. Bundan fehm olunur ki gerçi Hazret-i Emîr’den bu kadar havârık-ı
âdât nakl olunur ki hakkında sânî-i Geylânî dimek câizdir. Feemmâ Hacı Bayrâm
tasarrufda ana galib idi. Ve Bu ikisi dahi tarîkat-i ricâl üzere yürümüslerdir. Halîfe-i
Bayrâmiyye olan sâhib-i Muhammediyye dahi böyledir. Egerçi anın irfânı seyhine
galibdir. Nitekim kitâbı sâhiddir. Pes bu hikâye-i bü’l-acebden mefhûm oldı ki sehr-i
dil bir özge sehirdir ki dâimâ andan teveccühât okları atılur. Ve ol teveccühâtın âsârı
canlarda zuhûr ider, adem ve ifnâ tarîkiyle olsun ve îcâd ve ibka sûretiyle olsun.
Nitekim hükm-i kabzateyn ve muktezâ-yı sırr-ı yedeyn bu ma’nâdır. /17b/ Eger bu
oklar atılmasa bir sâlik menzil-i murâda irmezdi. Zîrâ egerçi cümleden asıl olan
74
inâyet-i Bârî ve Hazret-i Bârî’den yârîdir. Feemmâ enbiyânın sefâ’ati ve evliyânın
hüsn-i himmeti inâyet-i mezkûrenin delâilindendir. Pes bu tarîkat-ı aliyyenin evveli
hidmet ve âhiri nefs ve tevccühdür. Ve okun atılması kalbe izâfet olundı. Zîrâ kalb
hakîkat ve lisân serî’at mertebesidir. Bir nesne husûsunda hakîkat müsâade itmese
lisânın mutâva’aı kifâyet itmez. Pes aslu’l-usûl teveccüh-i dil-i ehl-i kabûldür ve
hâtimetü’l-müteahhirîn Seyh Yûnus Emre kelimâtında gelür:
Evliyânın gönlünden sey’-i ilâhî kesme kim
Sana himmet iden ol gözle kas degil.
Ya’ni himmet itmek dil-i ehl-i dilin hâlidir. Dil ise nazargâh-ı Hak’dır. pes
dilden isteyen Hak’dan ister ve lisânından isteyen halkdan ister. Ve bundan ahz
olunur ki atılan ok eger irâdet-i Hak elinden atılursa anda sırr-ı
���
&
� #}�
���
&
� �
&
. [Attıgın
zaman sen atmadın.] (Enfâl, 8/17) zâhir ve nükte-i �~���R
. �e#Q�D
��� [Öyleyse yalnız O’nun
himâyesine sıgın.] (Müzzemmil, 73/9) bâhir olur. Zîrâ fenâdan nâsî ve hakîkatden
fâsîdir. Ve eger mesiyyet-i nefsle atılursa anın âhibi Hak’dan ıraga atılur. Pes hall ü
akd ü ihyâ vü imâte vü imsâ içün esmâ-i kahriyye ve lutfiyye istigal gösterenler (� $M
�F#��-#��
F���
&
��<���� [De ki, mülkün gerçek sâhibi olan Allah’ım] (Âl-i �mrân, 3/26) sırrından
gafiller ve hılye-i fenâ-i külliyeden âtıllardır. Anınçün ızhâr-ı kerâmete bile mesâg
virmemislerdir. Meger zarûret-i kaviyye ola. Zîrâ bu ümmetin kemâli bâtın
ismindedir. Ve bunların devri kamerîdir ve kamerin zâhiri memsuhdur. Ve bu
butunda Hakk’ın sırr-ı hafî lutf-i cemîli olmak hasebiyle safha-i kamere ism-i cemîl
resm olunmus ve hâme-i kudretle ol ma’nâ anın çehresine nigârîde kılınmısdır. Böyle
iken halk arasında zuhûrdan ehabb nesne yokdur. Bu sebebdendir ki Seyh Ebû
Meyden el-Magribî (ks) kelâmında gelür: /18a/ e�A� �� 7t?:L�� g� "& )£ �& )qr
[�nananların en son düsünceleri makam sevgisidir.] Ya’ni bu mahalde “yahrucü”,
“yazharu” ma’nâsınadır. Ve bu zuhûrun sırrı ism-i zâhir ile tahakkuka ta’assukdur.
Feemmâ zuhûrı vücûdunı müstelzim degildir. Anınçün imâmet-i zâhire ve hilâfet-i
bâtına bir yerde müctemi’ olmak nâdirdir. Belki erbâb-ı fenâ kûse-gîr-i hamûl olub
râyiha-i vücûdı ismâm itmezler ve ferâg-ı maallaâhı koyub mevâzı-ı akdâr seyrine
gitmezler. Bilürler ki cemâl ve celâli vücûd-ı insân müstemil ve merâtibi ale’t-tafsîl
hâvîdir. Ve Seyh Nâzım’ın (ks) safha-i kelâmından terâsîde olunur kim mu’teber
olan tîrin menzile vusûlüdür. Velâkin ahyânen ba’zı avârızın tavassutı hasebiyle
yolda kalsa dahi olur ve ol avârız ya râmî veya mermiyi ileyh tarafından olmak
câizdir. Pes ol tîr hakkında makzî olan o kad-i hareketdir. Anınçün abes lâzım
gelmez. Nitekim ba’zı nüfûsa âlem-i mevâlîde geldikde ba’zı avâ’ik ârız olub
merkezden bâzgeste kılur ve çok zaman anı menâzilde gezdirir. Tâ ki kendi ta’ayyunı
sûretine gelür. Feemmâ bunlar erbâb-ı berâzih makuleleridir ki nesâelerinde ahkâm-ı
75
imkân galibdir. Ba’zıları hakkında ki yeler onmaz dirler, bu kabîldendir. Zîrâ onacak
zamandan fâsid olub bî-mâye kalur. Fefhem cidden!
“Ârifler cânı satılur o sârun bâzâresinde.”
Istılâh-ı sûfiyyede ârif ve âlim meyânında fark vardır. �lim gerçi sıfat-ı Hak
olub külliyyâtda müsta’mel olmak hasebiyle ma’rifetden esrefdir. Zîrâ ma’rifet
cüz’iyyâtda isti’mâl olunur. Anınçün Hakk’a izâfet olunmaz. Velâkin âlimin ulûm-ı
resmiyye ehli üzerine ıtlâkı müstehir ve sâyi’ olmagın anlardan temeyyüz içün
ulemâ-i bâtın-ı ârifûn didiler. Pes ârif bi-tarîki’s-sühûd ef’âl ve sıfât ve esmâ ve zât-ı
Hakk’a vâkıf olandır. /18b/ Ve âlem-i lâ an sühûdin belki mücerred îkanla muttali’
olandır. Velâkin bu a’sârda esmâ-i mücerrede çokdur. Can rûh-ı hayvânîdir, revân
rûh-ı insânî oldugı gibi. Velâkin burada murâd rûh-ı insânîdir. Ve rûh-ı hayvânî ve
rûh-ı nebâtî rûh-ı insânîye tâbi’dir. Pes rûh-ı insânînin bey’ olunmasından anların
dahi bey’ olunması lâzım gelür. Cenînin bey’de mebî’a tâbi’ olması gibi. “Bâzâre”
âhirinde hâ-i alâmet zarûret-i vezîn içündür. “Ey sâh-ı sitemkâre”, “Vey dilber-i
ayyâre” gibi. Ve nisbet ve mübâlaga içün dahi olur. Ve câizdir ki “he” nakl ola. Zîrâ
bâzâr, alım verim itmekdir. Bâzâre anın yeridir ki çarsu dirler ve bâzâr bilâ-hâ zikr
olunsa bâzârgâh takdîrinde olur. Ya’ni alı satı yeri. Ve bâzârgân bâzâra mensûb
tâcirdir. Zîrâ aslı bâzâriyândır. Nitekim mahallinde mübeyyendir. Ba’dezâ bu
mısra’da ��<���
��&��
. ���<
>ME���
7�=�&�¤�-#��
"�& ¥
)
2�o�
�1��� �k� [Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını
kendilerine verilecek cennet karsılıgında satın almıstır.] (Tevbe, 9/111) sırrına isâret
vardır. Ya’ni mü’min-i kâmilin sânı budur ki nefsi ki nefs-i nâtıkası ve malı ki meyl
eyledügi hâlidir, ikisini dahi Hakk’a fedâ eyleye. Ve mal ve bas ve can kalmaya. Zîrâ
hak bâkî ve zikr olunan fânîler mukabelesinde ni’me’l-bedeldür. Anınçün ehlullâh
vasfında gelür: �=& �.Qq� . �<=& h� Qq� [Allah onlardan ve onlar da Allah’dan aldılar.]
Ya’ni Allahu Teâlâ anlardan vücûd-ı mecâzî ve anlar dahi Allahu Teâlâ’dan vücûd-ı
hakîkî ahz idüb bu mübâdele ile bey’ u sirâ-yı hakîkî eylediler. Pes dimek oldı ki ol
sehr-i kalbin bâzârgâhında ârif-i billâh olanların canları satılur ve ol canları alanlar
dahi kendileridir. Ya’ni Hak’dan bedeliyyet tarîkıyla ve ol yerde ki can satılur oraya
ser-bâz olanlar varırlar ki ârifler ve âsıklardır. Yoksa can havfine düsen nâmerdler
varmazlar ki anlar âbid ve zâhidlerdir. Anınçün anlar dil ehli dâiresinden hâriçlerdir.
Pes anların hasri makam-ı tabî’at /19a/ ve nefsdendir. Yoksa makam-ı kalb ve rûhdan
degüldür. Anınçün hayvânâta müsâreketden halâs olmazlar. Ve câizdir ki cândan
murâd âsâr-ı cân ola. Zîrâ feyz-i ilâhî âlem-i sırdan âlem-i rûha ve andan mesra’-ı
kalbe feyezân idüb oradan mahalline taksîm olunur. Pes bir sâlik makam-ı kalbe
dâhil olmadıkca feyz-i ilâhî nedir bilmez. Zîrâ bu feyz gayri yerde satılmaz ve ele
girmez. Nitekim dimislerdir ki � :�� /�>�� 5� (84� ¦��?4 [Tavuk pazarında deve satılmaz.]
76
ve ana duhûl itmege kadem-i himmet ve cünbüs-i ısk lâzımdır. Ve bundan ahz olundı
ki her tâife içün baska makam ta’ayyün olunmusdur. Meselâ erbâb-ı sehvete karye-i
tabî’at mezra’-ı melâzz-ı hissiyye vaz’ olunmusdur. Ve ehl-i hevâya hargâh-ı nefs ve
ehviye kurulmusdur. Anınçün N��.�62& uw$ S�4� 5�. [Yeryüzünde birbirine yakın yerler
vardır.] hasebiyle ol sûre-zârda mukîm olub ravza-i cânfezâ-yı dil cânibine
gelmezler. 5=�t>? . 5=-*w? 58� :=� ��8�. [Allah’ıma sıgınırım, O beni doyurur ve
susuzlugumu giderir.] mûcebince elezzü’n-nüzül olan feyz-i ilâhî nedir bilmezler. Ve
bakkal ve hat-mühre-fürûs, kıymetdâr olan gevherin bahâsından gafil ve havâssından
bî-haber olub o makuleye ragbetleri münkatı’ ve ser-riste-i alâkaları güzeste oldugı
gibi ehl-i nefs ve tabî’at olanların mesreb-i türâb-ı âlûdeleri dahi rahîk-i feyz ve
tensîm-i ilhâmı kabûl itmez ve hâristan firâkından gülsen-i sarây-ı sâl semtine bir
adım gitmez. (�{ `=A� 5�� `=A� [Cins cinse meyillidir.] vefkınca herkes bir semte
düsmüsdür. Kimi varlıgı tekmîlde ve kimi de dahi yoklugu tahsîlde tekâpû ider. Vay
ol derdmende ki dermân nedir bilmeye ve hâlini tabîbe arz idüb söylemeye. Ve veyl
ol sahs-ı heyûlâ-sıfata ki sûretini degistirmeye. ��_�v k� (�$ ��_�& [Ölmeden önce
ölünüz.]204 fehvâsınca irkenden alub satub olub dirilmeye. /19b/
“Sâr didükleri gönüldür ne âlimdir ne câhildir.”
Sâr gönülden ibâret oldugunı ıtlâkı gayra nisbet eyledi. Zîrâ asr-ı evvelden
beri ıtlâkı sâyi’dir. Nitekim hadîsde gelür: ��8 5�� . ��*�� @=?:& ��� [Ben ilmin sehriyim, Ali
de kapısıdır.]205 Bu hod ma’lûmdur ki kisi medîne-i ilm olmak kalbi i’tibâriyledir.
Zîrâ ilm-i ma’rifet kalbin sıfatıdır. Pes “sehr” fi’l-hakîka kalbdir. Zîrâ sehirde olan
cem’iyyet karyede olmadugı gibi kalbde olan hâlet dahi gayri a’zâ ve kuvâda yokdur.
Zîrâ cemî’ esmâ ve sıfâtın kıblegâhıdır. Nitekim bâlâda isâret olundı. Ve gönül
didikleri muzga-i sanevberiyyenin müstemil oldugı latîfe-i rabbâniyyedir. Ve akl ve
kalb ve nefs ve ruh asılda bir cevherdir. Feemmâ merâib i’tibâriyle aralarında tegayur
isbât olunmusdur. Meselâ insân gavâsî-i tabî’at ve melâbis-i beseriyyet ile ihticâbı
katında nefs ve gavâsî-i mezkûreden tecerrüd idüb nûru zuhûr itdikde akl u hakka
ikbâl ve rücû’unda rûh-ı ma’rifet ve ıttılâ’ına göre kalb dinilür. Nitekim Fahr-i alem
aleyhisselâm esmâ-i muhtelife ile müsemmâdır. Ya’ni dürretü sadefi’l-mevcûdât
olmagla düre ve cevhere ve nûrâniyeti i’tibâriyle nûr ve vüfûr-ı aklı hasebiyle akıl ve
galebe-i sıfât-ı melekiyye ile melek ve sâhibü’l-kalem olmagla veyâhût vakt-i
tecellîde münsakk olmagla kalem ıtlâk olunurdu. Pes kalbin bir ismi sehirdir. Ve dahi
nice esmâsı vardır. Sadr ve fuâd ve segaf gibi. Ve kesret-i esmâ seref-i müsemmâya
204Aclûnî, Age, c.II, s.402.
205 el-Hakim en-Nîsâbûrî, el- Müstedrek ala’s-Sahiyhayn, c.III, s.126; (Degisik lafızla) et- Tirmizî, es-
Sünen, Menâkıb, 20, c.V, s.637.
77
dâldir. Ve dimislerdir ki �->�� +�� "& J§_ 5=X�� . �\4� [�simler ve künyeler gök
cihetindendir.] Ya’ni esmâ ile müsemmâ arasında bi-vechin mâ münâsebet vardır,
gerek hafî ve gerek celî. Nitekim cemî’-i esyâ meyânında dahi irtibât vardır. Velâkin
ol münâsebetden bahs itmege herkese nûr-ı kesf in’âm olunmamısdır. Hurûfîler
münâsebeti hurûfda ve a’dâdda tetebbu’ iderler. Feemmâ yektâ i’tibârîdir. Zîrâ iki
nesnenin harfi üç olmak veya bir harfde müsterek olmak kadar /20a/ münâsebetde
kifâyet itmez. Zîrâ cemî’-i lügât-ı muhtelife hurûf-ı teheccîyi müstemil olmagla
lügât-ı Arabiyye ile müsterekdir. Maahâzâ fî nefsi’l-emr münâsebetden addolunmaz.
Ve anın ki gönli sehir olmadı ana gönil dinilmez gerekse ism-i mücerrede müsterek
olsun. Ve kezâlik insân-ı hayvânîye insân dirler. Sûretâ insân-ı hakîkî ile istirâkinden
ötürü. Feemmâ fî nefsi’l-emr insân degildir. Zîrâ sıfat-ı hayvâniyyesi mestûrdur.
x��
?
�)�V�
)
>�� G����� [O gün sırlar ortaya atılır.] (Târık, 86/9) de zâhir olub sûret-i insâniyye
müzmahil olur. Dünyâda memsûh olanların hâlini teemmül eyle ki nice sûret-i
hınzıra ve kırede istihâle eylediler. Ba’dezâ Seyh Nâzım (ks) bâlâda ibhâm eyledügi
sârı burada tefsîr eyledi. Tâ ki uhde-i havâtır münhal olub sâr hakkında her bir nâzır
bir karye semtine gitmeye ve makama muhâlif olan vechile te’vîl itmeye. Zîrâ bu ses
beytin mecmû’ı gönül medârı üzerine devr eyler. Velâkin ol gönli sıfât-ı sübûtiyye
ile tavsîfden sonra sıfât-ı selbiyye il dahi vasf idüb ilmi ve cehli andan nefy itdi. Ve
ilm ve cehl birbirinin nakzıdır. Pes insânın evvel mertebesi câhildir. Nitekim
Kur’an’da gelür: �~c��
o �k��-���*
�4 ��MO��
<
&M� �k�Mw�8 "%& �MO
)�q�� ��1���
. [Siz hiçbir sey bilemezken Allah,
sizi analarınızın karnından çıkardı.] (Nahl, 16/78). Ya’ni insân velîd olub hadd-i
idrâke gelince bir nesne bilmezdi. Sonra mümârese ve tecârib ile zevi’l-ilm oldı. Ve
yine erzel-i ömre vusûlde safha-i hâtırı cemî’ nukusdan tirâsîde olub aslına rücû’
eyledi. Nitekim Kur’an’da gelür: �~c��
o '�#���
:�*
8
����*
? �4 �!�O�� [Hiçbir sey bilmez hâle gelsin
diye.] (Nahl, 16/70). Pes bir vakitde nisbet-i ilim ve vakt-i âhirde nisbet-i cehl ile
muttasıf oldı. Ve nihâyetinde ümmî-i mahz olub cemî’-i nisbeden fenâ ve izâfâtdan
inkıtâ’ buldı. Bu nisbetden ne âlim oldı ve ne câhil oldı. Nitekim Allahu Teâlâ’yı zâtı
baht ve hüviyet-i sırfa /20b/ mertebesinde cemî’ nisbeden tecrîdi derler. Egerçi ki
bu i’tibârın gayri vechile izâfât gösterirler. Zîrâ dimislerdir ki pV�ts� ��w�� N����2�4�4 ��
[�’tibâr olmasaydı gerçekler bâtıl olurdu.] Pes bundan ahz olundı ki bir kimse sıfât-ı
Hakk’ı mutlaka nefy itse kâfir olur. Mu’tezile ve Cehmiyye gibi ki Allahu Teâlâ âlim
bi-zâtihî ve kadir bi-zâtihîdir dirler. Baska sıfat-ı ilm ve sıfat-ı kudret isbât itmezler.
Bu ise nassa muhâlifdir. Zîrâ Kur’an iki mertebeyi nâtıkdır. Nitekim buyurur: h� �k���
7
-� ���*
�#� "� �
!=�n� [Muhakkak ki Allah tüm âlemlerden müstagnîdir.] (Âl-i �mrân, 3/97). Ve
yine buyurur:
7�-���
*#�� %+
� [Âlemlerin Rabbi.] (Câsiye, 45/36). Elhâsıl Seyh Nâzım (ks)
selb-i sıfat-ı ilm ve cehl ile fenâ-i tâm hâlinde olan inkıtâ’ ve tecerrüde isâret eyledi.
Pes çünkü kalb fî nefsi’l-emr ilm ü cehlden berî oldı. Sâir sıfâtdan dahi tecerrüd
78
buldı. Ve âlim ve câhil olmadugı gibi ma’lûm ve meçhûl dahi olmadı. Egerçi ma’lûm
ve meçhûldür. Ya’ni ma’lûmiyyeti ma’lûmiyyet-i Hak gibidir. Zîrâ âsâr, sıfâtdan
istidlâl olunur ve meçhûliyyeti gayb-ı zâtda müstakar olub cemî’-i uyûn-ı esmâdan
muhtefî oldugıdır. Anınçün cemî’ esyâ insân-ı kâmili taleb idüb bulamazlar. Zîrâ fi’lhakîka
yerde ve gökde degildir ki ma’lûm meâike ve sakaleyn ola. Ve bu cihetdendür
ki erbâb-ı berzah arasında ihtilâfât-ı fâhise vardır. Ve insân-ı kâmil hakkında tatvîl-i
kelâm iderler. Ya’ni kimi redde ve kimi kabûle müte’allık söz söylerler. Bilmezler ki
ınde’l-bâb olanlar sadrda olanları bilmezler. Ve dünyâ gözüyle bakanlar ehl-i âhireti
görmezler. Nitekim âhiret gözüyle nazar idenler dahi ehlullah kimlerdir ne bilürler ve
Kur’an’da gelür: �k.�)�L���? �4 ���;
.
F����� �k.�)MZ=
? ���;�
)
. [Ve onları sana bakar görürsün, oysa onlar
görmezler.] (A’râf, 7/198). Sâlik-i karındas bu makamda dahi kelâm vardır. Velâkin
lâl olmak gerek ve mütekellimîn yüzin görmege a’mâ olub ‘ayn-ı sâbiteden baska bir
‘ayn bulmak gerek. Bu kadar sana besdir. /21a/
“Âsıkların cânı sebîldür erenlerün arasında.”
Âsık ile muhibb meyânında fark budur ki muhibbin sıfat-ı hubbi mu’tedil ve
âsıkın ifrât üzerinedir. Zîrâ ısk kesr-i ‘ayn ile ifrât-ı muhabbetdir. Anınçün Allahu
Teâlâ’ya âsık dinilmez. Zîrâ sıfat-ı celîlesi hadd-i i’tidâldedir. Belki muhibbe denilür.
Nitekim Kur’an’da gelür: ��
��C��[�?
. ���<C��[�? [Allah onları onlar da Allah’ı severler.] (Mâide,
5/54). Ve mahabbet zât ve sıfâtın izdivâcından hâsıl olan meyl-i ma’nevîdir. Pes zât-ı
vâhidiyyenin sânıdır. Zîrâ zât-ı ahadiyye istignâ-i tâm üzerinedir. Ve ba’zı mevâzı’da
ki Hakk’a âsık ıtlâk iderler mahabbet-i müteekkideye mahmûldür. Veyâhût âsıkın
hâli i’tibâriyle mukabeleden nâsî bi-hasebi’l-müsâkele ıtlâkdır. Nitekim Süleyman
Çelebi Mevlid’inde gelür:
“Gel habîbim sana âsık olmusam.” Ya’ni “kabe kavseyn” i’tibâriyle bana
âsık ve sana ma’sûk dirler. Ve bilakis feemmâ “kurb-i ev ednâ” hasebiyle bana
muhibb ve sana mahbûb dirler, anınçün habîbullah dinildi, âsıkullah dinilmedi. Zîrâ
insâna göre mahabbet evvel-i derecât-ı ıskdır. Mahabbet bir nûrdur ki nâr-ı ıska
müeddîdir. Ve nâr-ı ıskın harâret-i zâidesi muntafî ve zâil oldukda lübbü olan
mahabbet-i müekkide kalur. Bu cihetdendir ki fenâ-i küllî erbâbının hâline mahabbet
dirler, ısk dimezler. Zîrâ âsıkın inniyât ve ta’ayyünâtı yanub kül olunca ısk atesi pâymerdlik
itmis idi. Sonra ihtirâka sâlih nesne kalmadıkda nâr-ı ısk i’tidâle avdet
eyledi. Anın i’tidâli ise nûrdur. Egerçi ki hâlet-i bekada dahi fi’l-cümle harâret
bâkîdir. Anınçün Gülsenî kelâmında gelür:
79
“Bî-vücûdum ısk odı bilsem benim nem yandırır.”
Feemmâ bu harâret-i bâkiye mestûrdur. Henüz fenâ-i tâm bulmayan ussâkın
harâret-i zâhiresi gibi degildir. Pes bundan mefhûm oldı ki /21b/ ısk berâzihdendir ki
ubûr ve fenâsı lâzımdır. Tâ ki habîbullah sırrı ki zirvetü’l-makamâtdır zâhir ola ve ol
ki Esrefzâde nazmında gelür:
“Ben bu ıskdan bir nefes ayrılmam.”
Ve Yazıcızâde kelâmında gelür:
“Isk elinden gerekmez aslâ necât.”
Bu kelâm ber-muktezâ-yı hüsn-i zan makam-ı ıskda ifrât-ı galeyânda sâdır
olmusdur. Pes bu mertebeden sonra gayet-i fenâ-i ıska vâsıl olmamak lâzım gelmez.
Zîrâ emr-i sülûk tedrîcîdir. Nazar eyle ki yeke sâh-ı cihân-ı hakîkat olan Seyh
Abdülkadir el-Geylânî (ks) hazretleri makam-ı idlâlden intikaline karîb olan evkatda
rücû’ ve andan evvel evanda terakki etti. Niteki �mâm-ı Sa’rânî (ks) kelâmında
mazbutdur. Ve câizdir ki ol dü cenâh sâhbâz-ı tarîkatın makaleleri ifrât-ı mahabbete
ya’ni mahabbet-i müteekkideye mahmûl ola. Ve ısk didikleri hâlet marîza göre
mâhûlya didikleri sevdâ gibidür, galib olsa cünûna müeddâ olur. Velâkin cünûn-ı ısk
cünûn-ı aklın gayridir. Ve ısk ki “asaka”dan ahz olunmusdur. “Asaka” ise harekât ile
leblâb ve erâk didikleridir. Anlarla cihet-i münâsebet budur ki leblâb ve erâk kat’
olundukda zübûl ya’ni pejmürdegi kabûl itdügi gibi âsık dahi ma’sûkdan münkatı’
olsa siddet-i hevâdan zübûl kabûl ider. Ve reng-i rûyu döner ve dimislerdir ki ısk-ı
afîf taltîf-i sırr itmekde sebeb-i akvâdır. Zîrâ âsıkda mutlaka tevezzu’-ı hâtır yokdur.
Belki hümûm-ı hemm-i vâhid eylemekdir ve hizmet-i mahbûb ana seker çignemek ve
bal yalamak gibidir. Megerkim sultân-ı sehvetden nâsî ola. Bu sûretde zehr-i katil ve
semm-i helâhildir. Zîrâ vesvâsîn makulesidir. Dirîg ki insân nûr-ı ıskı koyub nâr-ı
sehvetde sûzân ola. Su kadar vardır ki /22a/ eger sehvetden murâd sehvet-i hakîkiyye
olursa ki sıfat-ı mukarrebîndir, bu sûretde nâr-ı sehvet nûr-ı mahabbet ve ıskı ta’kîb
itmekle ziyâde memdûhdur. Bu sebebdendir ki kümmel-i nâsda kesret-i nikâh vardır.
Nitekim ¨� �l���� "& 5�� ��� [Dünyânızdan bana üç sey sevdirildi.]206 hadîsinde remz
olunmusdur. Elhâsıl kalb-i insân nûr-ı ef’âl-i Hakk’ı mutâla’a itmege ısk ve rûh-ı
insân nûr-ı sıfât-ı Hakk’ı mükâsefe itmege mahabbet ve sükûn ve huzûr ve sırr-ı
insân nûr-ı zât-ı Hakk’ı müsâhede itmege üns dirler. Bu mutâla’aların cümlesi râst ve
dürüstdür. Anınçün erbâbı rahmânîdir ve bunlardan hâriç olan çep ü nâ-dürüsdür.
206 Ahmed b. Hanbel , el- Müsned, c.III, s.128-199-285.
80
Anınçün ashâbı seytânîdir. Var imdi kendi hâlini bu mîzâna kavîme koyub vezn eyle
tâ ki harekât ve sekenâtında kangı nisbetde bulundun ma’lûmun ola. Sebîl ve sırât ve
tarîk meyânında fark budur ki tarîk-i matrûk olan yoldur mutlaka, gerek mu’tâdi’ssülûk
olsun ve gerek olmasun. Sebîl andan ehasdır ki mu’tâdi’s-sülûk olan yoldur.
Ve sırât sebîlden ehasdır ki mu’tâdi’s-sülûk oladukdan sonra alâ sebîli’l-kasd olan
yoldur. Ya’ni ol yol ki mu’tâdi’s-sülûk ola ve anda asla iltivâ ‘ivicâc olmaya ana sırât
dirler. Binâen alâ hâzâ
���t
2>Mz� �©�
)%L�� �
��:;� [Bize dogru yolu göster.] (Fâtiha, 1/6)’de olan
vasf ya sıfat-ı kâsifeye mahmûl veya sırât, tarîk ve sebîl ma’nâsına me’hûzdur.
Kelâm-ı Seyh Nâzım’da (ks) “sebîl” ile murâd, fî sebîlillâhdır ki mebzûl m’nâsında
örf olmusdur. Bunda maksûdu maksada tesbîh vardır. Zîrâ maksûd rızâullahdır ki
anın tarîk-i bezl-i rûhdur. Ve cân ile murâd rûh-ı insânî oldugu bâlâda mürûr eyledi.
“Erenler”, “irenler” dimekdir. Ya’ni cemî’-i berzahdan âbir ve kuyûddan mutlak ve
ta’allukdan mutahhar olub ef’âl ve sıfât /22b/ ve zât-ı Hakk’a vâsıl olanlar ve “haysü
lâ haysü”de hatt-ı rahl-ı vücûd idenler. Pes Hakk’a irmek gafletden intibâh ve sırr-ı
vahdetden âgâh olmagladır. Ve câizdir ki erenler erkekler dimek ola, merdân gibi.
Zîrâ bunlardır ki hakîkatde bâlig olmuslar ve zenân gibi sıfât-ı noksanda kalmayub
kemâl bulmuslardır. Pes bunlar hakîkatde erler ve sâirler sûretde erlerdir. Seyh
Nâzım’ın (ks) murâdı budur ki ısk-ı hakîkî ile âsık olanların bası ve cânı ve mal ü
menalleri Hakk’a irenler arasında mebzûl ve Hakk’a bâlig olanlar yolunda fedâdır.
Zîrâ gerçek âsık olan cândan el siler ve hayât-ı bâkîyi ifnâ-yı vücûd itmekde diler.
Bundan zâhir olur ki irenler ve irenleri yine âsıklar bulurlar. Ve anların kadr ü
kıymetlerini yine anlar bilürler. Anınçün anlardan eazz esyâyı saklamazlar. Zîrâ bu
tarîkat ser-bâzı îsâr yolıdur, iddihâr yolı degildir. Pes iddihâr ehli olan ubbâd ve
zühhâd ısk ve ma’sûkdan ve ısk ve ma’sûka irenlerden bî-haberler ve meydân-ı
hünerde kûtûy-ı vücûd oynayan erler ihlâsdan bî-basarlardır. Eger bâ-haber ve bâbasar
olsalar yolarına cân u ser fedâ iderler ve anlar gibi aza ve çoga bakmayub râh-ı
fenâda bî-ser ü pâ giderlerdi. Elhâsıl anlar Hak’dan mahcûblardır. Zîrâ naîm-i uhrevî
ile kani’lerdir. Ve Kur’an’da gelür: �k�C��[� �
-�& #��Mt�E=� G
2
�
)��#�� #��M��
=
"�� [Sevdiginiz seylerden
Allah yolunda harcamadıkça iyilige eremezsiniz.] (Âl-i �mrân, 3/92). Ya’ni eger mâli
mahbûbı infâk iderseniz birr ü cennete vâsıl olursunuz. Ve eger cân-ı azîzi bezl
kılursanız berr ü kurbet ve vuslatı bulursunuz. Pes herkesin kadr-i lokması mikdâr-ı
havsalasıdır. Zîrâ havsala-i sa’veye gıdâ-yı ukab güncâyis bulmaz ve hutâf, hümâyla
hem-bâl ve hem-pevâz olmaz. Ve bundan ubbâd ve zühhâd ve ussâk meyânında fark
mefhûm oldı. Ya’ni ubbâd anlardır ki ibâdât-ı ser’iyyede ihtimâm iderler velâkin
tarîk-i /23a/ dünyâ degillerdir. Ve zühhâd anlardır ki ahkâm ve evâmir ile
kıyâmlarından mâadâ kanâat ehli olmuslar ve zehârif-i dünyâdan i’râz kılmıslardır.
Velâkin henüz nefsleri bâkîdir. Ve ussâk anlardır ki zâhirleri âdâb-ı ser’i muhâfazada
81
ve bâtınları ta’allukat-ı dünyeviyyeden ve belki iltifât-ı mâsivallahdan münkatı’
olmagla huzûr-ı maallahda olmuslardır. Pes anların dünyâları ve ukbâları Hakk’a
fedâ oldugundan mâadâ cism ü cânları dahi mebzûldür. Söyle ki Hak’dan bedel bir
nesneye dest-dırâzlık itmemislerdir. Zîrâ Hakk’a bedel yokdur. Hakk’ı bulan cemî’
makasıdı bulur ve cemî’ makasıdı bulan kâh olur ki Hakk’ı bulmaz. Pes Hak’sız
mâsivâyı bulmak da nedir? Fâide ve haksız cennete duhûlde nedir lezzet? Var imdi
bir hos fikr eyle ve talebin içün bir matlab-ı a’lâ ta’ayyün kıl ki cümle metâlib anda
münderic ola. Nitekim dirler: mtE�� (D>& �=& ps� J�t? h�. �),�� �A� 5� :�L�� (l �smâîl Hakkı:
�� . p?:L2�� �*=& �z 5w*&4. e�w�� �z u��&4 5$)2 (��3 �:<? �;. [Tüm hazîne cennetin içindedir. Allah
buyurur ki hak O’ndandır. Fakîr �smâîl Hakkı Allah için hakkı söyler. Allah tasdîk ve
terakkî yoluna ulastırır. Allah’ın verdigini engelleyen, O’nun engelledigini de veren
kimse olamaz.]
“Bu sözi ârifler anlar câhiller bilmeyüb tanlar.”
Bu sözden murâd ebyât-ı hamse-i sâbıkadır. Mazmûnı i’tibâriyle 5=*& k��8 p�3 :$.
e:�*� i� po�*�� . :;�K�� . :8�*�� . �*�� . ��*�� [Ârif, âlim, âbid, zâhid ve âsıgın anlamlarının
açıklaması daha önceden geçti. Bu nedenle onları tekrar etmiyoruz.] mahsûl-i mısra’
budur ki zikr olunan kelimât-ı irfâniyyenin remzini ârif olanlar bilürler ve sırrını
anlar idrâk kılurlar. Zîrâ anlar elfâzdan ma’ânîye intikal ve ma’ânîden dahi hakaika
irtihâl eylemislerdir. Pes mülk içinde melekût bulanlar ve melekût içinde ceberût ile
âsinâ olanlar mutâla’a-i ceberûtda lâhûta gamze salanlardan bu makule ma’ânî-i
hafiye hafî degildir. Zîrâ noktada harfi ve harfde dahi noktayı bilâ-vâsıta görürler.
/23b/ Yoksa câhil ve mahcûb olanlar ne bilürler. Anınçün böyle rumûz isitdikde
tanlarlar ve ta’accüb iderler. Zîrâ anlara sırr-ı hafîdir. Elhâsıl hasâid-i insân-ı
kâmilden olanı yine ebnâ-i cinsi bilürler ve ol husûsda ta’accüb eylemezler ve bunda
remz vardır ki melâike dahi insân-ı mahcûb gibidir. Nitekim dimislerdir ki k��]�
e� Bl )8 ��q Bl �6*_ [Rıdvân, ta’accübden ellerini birbirine kavusturdu.] Ya’ni
melâike ba’zı esrâra vâkıf olduklarında ta’accüblerinden âdet-i mu’tâde üzre ellerini
biri biri üzerine ururlar ve ol ma’nâ anlara aceb gelür. Zîrâ me’lûf olmamıslardır.
Nice me’lûf olalar ki tecelliyât-ı zâtiye ve anın îrâs itdügi hakaik ve hükm-i maârifin
insân-ı kâmile ihtisâsı vardır. Zîrâ melâikenin dahi gerçi makam-ı semî’den hazz-ı
vâfirleri vardır. Anınçün ba’zı havâssı sefâret ile serefyâb olmuslardır. Velâkin
makam-ı basardan bî-behrelerdir. Ya’ni insân-ı kâmilde olan basar u basîret anlarda
mefkuddur. Bu cihetdendir ki rü’yet-i dîdârı insâna tahsîs iderler ve cennetde
melâike içün müsâhede yokdur dirler. Zâhir hâl dahi buna karînedir. Zîrâ melâike
cenâh-ı vâhid ehli olmagla makam-ı rü’yetde zü’l-cenâheyn olan insân-ı kâmil kadar
pervâz idemezler. Egerçi anlar dahi huzûr ve müsâhededen hâlî degillerdir. Ve sol
82
yerde ki melâike ta’accüb-künân dest-ber-dehân olalar sâirlerin hâli nice ola.
Anınçün dimislerdir ki: e� B[L& �� = ��8 J�:8� [Abdâl, savas korkusundan Kur’an’a
el koydu.] Ya’ni esrâr-ı ilâhiyye meclisinde tebeddül tagayyür kabûl iden avâm-ı
mü’minîn istimâ’ına tâkat getürmeyüb zâhir mushafa el ururlar. Ve bunun ahkâm ve
rüsûmı bize kifâyet ider dirler. Ve fehm itmedikleri nesneye küfre haml iderler ve
kailini ikfâr iderler. Nitekim “Seyh-i Ekfer” dirler kaile. Maahâzâ bizim yanımızda
ekferin dahi mahal-i sahîhi vardır. Zîrâ maksûd küfr-i bi’t-tâgutdur. Bu küfür ise
tamâm olmayub kemâl bulmadıkca imân-ı billâh sahîh olmaz. Pes zemm iden
münkirler min haysü lâ yahtesib /24a/ medhe tasaddî itmis olurlar. )��X�� .�)E�� @= .
[Firdevs cenneti kâfir içindir.] �mdi mü’min karındas sakın inkârdan, zîrâ sû-i
hâtimeye bâisdir ve mukırr oldukdan sonra sakın hicâbdan. Zîrâ rü’yetden mahrûm
olursun ve mükâsif oldukdan sonra sakın yalnız âsık olmakdan. Zîrâ maksûd-ı aslı
ma’rifetullahdır, yalnız ısk degildir. Zîrâ nice ısk-ı zaîf vardır ki anda olan ma’rifet
dahi zaîfdir. Fikr eyle ki bu lezzetden çâsnî-dâr olanlar tabakat-ı ma’rifetde
mütekavitlerdir. Ey nicelerin âvâzeleri sark u garba irismisdir. Feemmâ nâmı zâtına
galib olanlardandır. Vay niceleri kûse-gîr buk’a-i hamûl olmuslardır. Feemmâ zâtı
nâmına rüchân bulanlardandır. �
0
? "
& �����¤�? ��1��� M(���
F���} [Bu Allah’ın diledigine verdigi bir
lûtuftur.] (Mâide, 5/54). Ve �
0
? "
& ���2
-��
)�8 Cª
2�D
? [Rahmetini diledigine verir.] (Âl-i
�mrân, 3/74).
“Hacı Bayrâm kendi banlar o sârın menâresinde.”
Hacı aslında haccdır, tesdîd ile tahfîfen cîm-i sânî yâya ibdâl olunmusdur.
Hacı, kasıd-ı beyt dimekdir, eger hacc-ı sûrî ehlinden ise. Ve kasıd-ı Rabbi’l-beyt
dimekdir, eger hacc-ı ma’nevî erbâbından ise. Menâre aslında menveredir, mevzii’nnûr
ma’nâsına, menâr gibi. Burada murâd me’zenedir. Ya’ni ezan virecek mevzî’.
Bunda sehr-i kalb içün bi-tarîki’t-temsîl câmi’ ve minâre isbât-ı ümmeti murâdı
kendinin ehl-i kalb oldugını beyândır. Ya’ni Hacı Bayrâm-ı Engürî makam-ı kalbe
kadem basub halkı Hakk’a da’vet eyler ve perîsân-ı hâtır olanları cem’iyyet-i dile
nidâ kılur ve teveccüh-i ahadîden hissemend olmaga delâlet ve irsâd ider. Bunda
ezan ve imâmet sırrını cem’ vardır. Ya’ni ehl-i irsâd olanlar Hakk’a da’vetleri
cihetinden müezzin gibidir ve metbû’ ve muktedî oldukları vechile imâm gibidir. Pes
ezân-ı sûrî ezân-ı ma’nevîye ve imâmet-i sûriyye imâmet-i ma’neviyyeye remz eyler.
Suâl olunursa ki /24b/ ehl-i irsâd kimdir? Cevâb budur ki tecellî-i ilmî mertebesinden
tecellî-i ‘aynî pâyesine güzer ve ba’de’l-ilm ‘aynı ile mütahakkık olandır. Gerekse
ba’de’l-’ayn tecellî-i Hakk’a tabakasında takattub eylesün ve gerekse eylemesün.
Zîrâ kutbiyyet irsâd üzerine zâid bir emirdir ki makamâtdandır, saltanat gibi. Pes
bundan zâhir oldı ki tecellî-i ilmî ehli her ne kadar makam-ı ilmde vâsiu’l-meydân
83
ise yine mükâsefesi nâkıs ve havsala-i müsâhedesi tengdir. Anınçün anın sadâsı
çıkmaz. Zîrâ sadâsı çıkmak nef’ üzerine dâirdir. Fikr eyle ki müezzin olan asılda
sayyit ve cevherî olandır. Tâ ki nidâsı ba’îde bâlig ola ve maksûd-ı da’vet husûle
gele. �ste bu müezzin mürsid-i kâmil sûretidir. Zîrâ mürsid-i kâmilin nidâ-yı da’veti
me’mûr oldugı mahalle dek vâsıl olur ve belki �k.�)����O#�� �
<C?�� �
? #(M$ [De ki ey kâfirler.]
(Kâfirûn, 109/1) ile’l-âhir sadâsıyla meyân-ı masrık ve magribi doldurur ve tilâveti #(M$
d:
��� ������
��; [De ki Allah birdir.] (�hlâs, 112/1) ile’l-âhir ile zemîn ü âsumân arasını pür
kılur. Söyle ki enfüs ü âfâkda olan sirk –i mutlakdan teberrâ idüb sırr-ı tevhîd ile
derûnı ve bîrûnı mâl-â-mâl ider. Ve ol kimse ki sayıt ve cevherî olmaya fi’l-hakîka
mansıb-ı ezândan ma’zûl ve derece-i i’lâmdan sâkıtdır. �ste bu müezzin mürsid-i
nâkıs sûretidir. Zîrâ keyfiyet-i ezânı bilmez. �J��
=
& �e�
���
:�$
)
-�t#��
. [Ay için de bir takım
menziller tayin ettik.] (Yâsîn, 36/39) sırrı üzerine makamât fehm eylemez. Darb-ı
hadîd-i bârid eyler ve kulûb-ı nâsı fi’l-hakîka Hak’dan tenfîr idüb irsâd didügi
makalâtında hezeyân söyler. Pes nice uhdesinden hurûca iktidârı olmayanlara taklîd-i
mansıb-ı ezân idenler mes’ûl olurlarsa yemîn ü yesârı farka kadir olmayanlara dahi
taklîd-i rütbe-i hilâfet idenler muhâsebe olunurlar. Zîrâ umûr-ı dîniyyenin zâhir ve
bâtınını ikamete müste’hil gerekdir. A’mâ kaid-i halk olsa nedir fâidesi? Ve bânî
/25a/ hâdim olsa nedir iâdesi? Suâl olunursa ki sırr-ı da’vet olan minâre kaçdır?
Cevâb budur ki usûl-i esmâ üzerine on ikidir. Yedisi fenâya nâzırdır, minârât-ı
haremullah gibi ve besi dahi bekaya dâirdir minârât-ı harem-i nebevî gibi. Bundan
fehm olundı ki Seyh Hacı bayrâm-ı Velî hazretleri minârât-ı mezkûre üzerinde erbâbı
isti’dâdı da’vet eyleyüb mücâb oldılar. Aksemseddîn ve sâhibü’l-Muhammediyye
Yazıcızâde ve Esrefzâde ve sâirlerin icâbetleri gibi. Husûsâ ki nefs-i nefîsleri âb-ı
hayât-âsâ fayz-bahs zindegânî-i câvid olub Burusa’da âsûde olan Hızır Dede elmuk’ade
resîde oldı ve andan sırr-ı velâyet dest-gîr-i Seyh Üftâde olub andan
nâmzed Seyh Hüdâyî olmak üzre söhret buldı. Ba’dehû sâhin-vâr Seyh Lokma
Efendi sâh-sâr-ı himmetine kondı. Ba’dehû ol ni’met-i lezîze ma’rifet-i matbah-ı
isti’dâdı Zâkirzâde Abdullah Efendi’de peveris-yâfte seyhim senedim hâtimetü
ehli’t-tevfîk hulâsatü sırrı’l-hallîfi ale’t-tahkîk sümmiye �bn Affân es-Seyh es-Seyyid
Osman Efendi’nin çâsnî-bahs-i dimâg-ı cânı oldı. Nitekim âsârında sırrına intikal ve
envârından âfitâbına irtihâl olunur ve zikr olunan ehl-i velânın cümlesi zamân-ı
hayâtlarında âsûde sarây-ı belâ ile olub cevr-ile geldiler gitdiler. Zîrâ Kur’an’da
gelür: %"�6#��
. �`��«�
7� �
�
o �¬.�:
� !���� ®(MO�� �
=#�
*
F���Q�R
. [Böylece biz her peygambere insan ve cin
seytanlarını düsman kıldık.] (En’âm, 6/112). Ya’ni erbâb-ı nübüvvet-i tahkîkiyye ki
ilâ yevmi’l-kıyâm müteselsil ve ıkdü’d-dürer âsârı ilâ âhiri’z-zamân gerden-i bend-i
ehl-i vücûddur. Ashâb-ı nübüvvet-i örfiyyeden mesâib ü rezâyâyı tevârüs eylemisler
ve herkes derdi kadar söz söylemislerdir. �KA� mq �=� h� � [Allah insanı en iyi sekilde
84
ödüllendirir.] Ve bu nezîl-i mahrûse-i Burusa suyyinet ani’l-be’sâ es-Seyh �smâîl
Hakkı 5$)2�� :?K& . 5�62�� p?)8 h� )o [Allah’ın sereflendirdigi parlar ve refâhı artar.] /25b/
Mezkûr �<�� 5==6� 5V�8r Yc�.� [Onlar babalarımızdır, bu nedenle de onların benzerlerini]
Mâ-sadakı olan küberâ-i hakîkatin tufeyl-i mâide-i ma’rifetleri olmagla berâ-yı ihyâ-i
nâm-ı selef bin yüz on sekiz târîhi evâhirinde bu cevâhir-i kelimâtı kesîde-i silk-i
tahrîr kılub nühûr-ı ihvân-ı tarîkata ta’lîk eyledi. Maksûd, isticlâb-ı duâ-yı hayr
oldugı âyîne-i havâtıra rûsendir. Vallâhü hüve’l-veliyyü ve minhü’t-tecellî bi-külli
sırrın hafiyyin ve celiyy. Ve resûlühû hüve’l-mazharu’ul el-evvel el-aliyy. Ve âlihî
hüve’l-musallâ aleyhi fi’d-dehri’l-meliyy.