Şeyh Sûretindeki Şeytanlar

7 Ağustos 2023 tarihinde yayınlanmıştır.

Şeytan

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri İRŞÂD nâmındaki eserinde buyuruyorlar ki :

Ey mü'minler! Uyanın, âgâh olun, dinleyin! Şerîat, tarîkat, hakîkat, marifet, kutbiyyet, kurbiyyet, ubudiyyet isimleriyle isimlenen bu islâm yolunun nihâyeti. Allah'a ve O'nun cennetine, rızâsına ve­ cemâline çıkar. Saydığım bu yedi umde birbirlerine bağlıdır. Birinden diğer birine geçilir. Nihâyeti, Allahu Teâlâ'ya ubûdiyyetdir. Yani Allahu Zü'l-Celâl'e kullukdur. Şerîatsız, tarîkat olmaz! Tarîkatsız, hakîkat bulunmaz! Hakîkatsiz marifete ulaşılamaz. Marifetsiz kutbiyyete, kutbiyyetsiz kurbiyyete ve kurbiyyetsiz de ubûdiyyete erişilemez. Ubûdiyyet, insân-ı tâmm olmakdır. İnsân-ı tâmm olmak da, Allahu Teâlâ'yı hakkı ile bilmek, hakkı ile bulmak, hakkı ile anmak ve Hakk'da Hakk olmakdır ki, bu son merhaledir. Bu, "ف۪ي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِنْدَ مَل۪يكٍ مُقْتَدِرٍ fî mak'adi sıdkın 'inde melîkin muktedir" sırrına ermektir. Allahu Teâlâ'ya ibâdetin mikdarı ise,  "وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَأْتِيَكَ الْيَق۪ينُ va'büd rabbeke hattâ ye'tiyeke'l-yakîn" âyet-i celîlesi ile sâbitdir. Akıl-bâliğ oluşundan, tâ ölünceye kadar doğru yol olan sırât-ı islâmdan ayrılmamak, o yolda sâbit-kadem olmakla mümkün olacağı âşikârdır.
Âyet-i kerîmedeki "Yakîn" ölüm ma'nâsınadır. Yoksa, bazı sapıkların hezeyanları gibi, "Sana yakîn geldi mi ibâdeti terk et" manâsında değildir. Böyle ma'nâ verenlere sorarız. Aleyhi's-sâlatü ve's-selâm Efendimizden daha yakîn, Allahu Teâlâ'yı kim bilebilir? Eğer bu sapıkların verdikleri manâ doğru olsaydı, Efendimizin ibâdeti terk etmeleri lâzım gelirdi. Fahr-i Kâinat, aleyhi ve âlihî ekmelü't-tahiyyât Efendimizin, tâ sabahlara kadar Rabbine yapdığı secdelerin, tesbîhlerin, nâz ü niyâzların hepsi, Allahu Azîmü'ş-Şân'ın emri idi.
Esteîzübillah. "وَمِنَ الَّيْلِ فَاسْجُدْ لَهُ وَسَبِّحْهُ لَيْلًا طَو۪يلًا ve mine'l-leyli fescüd lehû ve sebbihhu leylen tavîlâ". "اَقِمِ الصَّلٰوةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ اِلٰى غَسَقِ الَّيْلِ وَقُرْاٰنَ الْفَجْرِۜ اِنَّ قُرْاٰنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا akımi's-salâte li dülûki'ş-şemsi ilâ gasaki'l-leyli ve kur`âne'l-fecri inne kur`âne'l-fecri kâne meşhûdâ""وَمِنَ الَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِه۪ نَافِلَةً لَكَۗ عَسٰٓى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا ve mine'l-leyli fe tehecced bihî nâfileten leke asâ en yeb'aseke makâmen mahmûdâ". "طٰهٰۜ * مَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لِتَشْقٰىۙ Tâ-Hâ. Mâ enzelnâ aleyke'l-Kur`âne li teşkâ"

Dikkat ediniz mü'minler! Bizlere sünnet olan, zât-ı akdes Efendimize farz idi. İbâdet etmekden, mübârek ayakları şişmişdi . Hakk Teâlâ Hazretlerinin, "Ey Habîbim, Biz sana Kur`ân'ı eziyet ve meşakkat çekesin diye indirmedik" buyurmasına bakarak, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin ibâdetleriyle meşakkat çekdiğini zannedenler aldanıyorlar. Zîrâ  Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu kadar ibâdeti dahi yeterli bulmadığını, "Sübhâneke mâ abednâke hakka ibâdetike yâ ma'bûd, Ey benim noksan sıfatlardan münezzeh ve kemâl sıfatlarıyla muttasıf olan Rabbim, sana hakkıyla ibâdet edemedim" buyurmak sûretiyle izhâr ve isbât etmişlerdir. Aleyhi's-salâtü ve's-selâm Efendimizin bu münâcatları, her bakımdan dikkate şâyândır. O, yapdığı bütün ibâdetleri, hiç bir zaman Hakk'a lâyık bulmamakda, bu ibâdetlerle yorulmadığını, Rabbine ibâdete doyamadığını, ibâdet lezzetini hiç bir şeyde bulamadığını ifhâm ve ilân ederek, biz gâfilleri irşâd buyurmakdadır. 

Eğer yakîn gelmekle ibâdet terk olunsaydı, Hazret-i Ebâbekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin, rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmaîn, efendilerimizle diğer sahabe-i kirâm, bakiyye-i aşere-i mübeşşere, ashâb-ı soffe, ashâb-ı bedir, Hakk'a ibâdete bu kadar düşkün olmazlardı. Yapdıklarından asla sorulmayacak olan zevat-i zevil-ihtiramdan üç yüz on üç kişi ki, Ashâb-ı Uhud, Ashâb-ı Hendek, Allahu Teâlâ'nın habîbinin dostu Üveysü'l-Karanî, Hasanü'l-Basrî, Habîb-i Acemî, bütün evliyâullah ve kutbü'l-aktâb Abdülkâdir Geylânî, Ahmed er-Rufâî, Ahmed el-Bedevî, İbrâhim Düssûkî, Hasan Şâzelî, Sadüddin Cibâvî, Ebü'l-Medyen, Abdüsselam el-Esmer, Muhyiddin-i Arabî, Hacı Hünkâr Bektâş-ı Velî, Muhammed Bahâüddin-i Nakşibendî, Şeyh Hacı Şabân-ı Velî, İbrâhim-i Gülşenî, Cemâl-i Halveti, Sünbül Sinân-ı Velî, Hacı Bayrâm-ı Velî, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve diğer pîrândan hiç birisi şerîatden kıl kadar ayrılmamışlar ve ölünceye kadar Rabblerine darda varda sıdk u ihlâs ile ibâdet eylemişler, evrâd u ezkâra aşk ile devâm buyurmuşlar ve terbiyeleri altına giren âşıkları da Allahu Teâlâ'ya ibâdete teşvîk etmişler ve ölünceye kadar ibâdete devam etmelerini bütün sâliklerine vasiyyet buyurmuşlardır. Acaba bu zevât-ı zevi'l-ihtirâma yakîn gelmemişdi mi ki son nefeslerine kadar Rablerine ibâdet etmişler ve etrafındakileri de ibâdet etdirmişlerdir.

Hânedân-ı Ehl-i Beyt ki, on iki imam ve on dört masûmdur, dedeleri Hazret-i Muhammed aleyhisselam. babaları İmam-ı Ali kerremallahu vechehu gibi ölünceye kadar Rabbi'l-âlemîn'e ibâdetle tam abdiyyetde bulunmuşlardır.

Yakînin manâsını, o sapıkların yorumladıkları şekilde anlamış olsak dahi, yine de ibâdetden kaçınmak değil, bilakis ibâdete daha fazla riâyet etmek lâzımdır. Yukarıda mübârek isimleri sayılan zevâta hâl-i hayât ve sıhhatlerinde yakîn geldiği için Rabblerine ibâdetlerini ziyade kılmışlardır. Yakînin alâmeti ancak budur.

Bunu, bir dünya misâli ile de belirtmeye çalışalım. Bir kimse, yapdığı işden kâr ve kazanç sağlarsa, o işe karşı harîs olur. Bunun aksi olarak, yapdığı işin semeresini ve faydasını göremezse. o işden vazgeçer ve dükkânını kapar. Allahu Teâlâ'yâ yakîn olanlar da, "Bize yakîn geldi" diyerek ibâdeti terk etmezler, bilakis ibâdetlerini artırır ve çoğaltırlar. 

İşte, yukarıda mübârek isimlerini saydığımız zevât-ı zevi'l-ihtirâm, yakîn gelen kudsî kişilerdir. Kendilerine yakîn geldiği için son nefeslerine kadar ibâdetlerine devâm buyurmuşlar ve aynı ibâdeti yine bu mülahaza ile sâliklerine de talîm ve tavsiye eylemişlerdir. Kendilerine yakîn gelmeyen gâfiller de, görmedikleri, bilmedikleri ve bulmadıkları için kâr ve kazanç sağlayamamışlar, dükkanlarını kapatmışlardır ki, bunlar Allahu Teâlâ'ya ibâdeti terk ederek, nefs-i emmârelerini Allah sanmışlar ve böylelikle Şeytan'ın iğvâsına kapılmış, sırât-ı müstakîmden ayrılmış ve İblis gibi Huzûr-ı İzzet'den kovulmuşlardır.

Bu gibiler, yalnız kendileri dalâlete düşmekle kalmamakda, "cehenneme giden yoldaş arar" kabîlinden, bazı safdil müslümanları da idlâl ederek yoldan çıkarmakda, yani tarîk-i hidâyetden, tarîk-i dalâlete sürüklemekdedirler.

Bunlar, Vahdet-i Vücûd'u da dillerine dolamışlardır. Şu var ki, bu kelime-i kudsiyyenin ma'nâ ve medlûlünü de anlayamadıklarından, Vahdet-i Mevcûd'a kâil olmuşlar, fânî olan bu âleme, taşa , toprağa Allah diyerek İslâm'ın yüce tevhîdini, yamuk ve çarpık ağızlarında yamultmuşlardır. 

Kimisi kendisini Hallâc-ı Mansûr zannetmekdedir. Halbuki Hallâc, "Ene'l-Hakk" demişdir. Bu melûnlar ise, Firavunlar gibi "Ene rabbükümü'l-a'lâ" demekde ve utanıp arlanmadan, "Allah, sigara içmek istedi" demek sûretiyle habîs nefs-i emmâresinin Allahlığını ilâna yeltenmekdedirler. 

Bre ahmak bedbaht! Behey irfan ve izân yoksulu ! Allahu Azîmü'ş-Şân, kadîm ve ezelîdir. Senin habis vücûdun ise bir katre iğrenç menîden halk olunmuşdur. Bir idrar yolundan, başka bir idrar yoluna döküldün, vücûdunun mayası hayız kanı ile meydana geldi. Çişine sözün geçmez. Aç duramazsın. Hastalansan hemen doktora koşarsın. Şifâ bulmak ümîdiyle avuç dolusu ilaç yutarsı. Karından ödün kopar, karşısında tiril tiril titrersin. Çocuklarına söz geçiremezsin, her biri bir başka hava çalar. Karakola çağırsalar ödün kopar, elin ayağın tutmaz. Dişin ağrır, kulağın ağrır, karnın ağrır, sızılarını dindiremezsin. Hiç bir şeye kudretin yok, hiç bir şeye gücün yetmez. Zayıf, âciz, yolunu ve yönünü şaşırmış alelâde bir mahlûksun. Böyle Allahlık olur mu!

Firavun, "Ben, sizin yüce rabbinizim" dedi ammâ hiç olmazsa orduları vardı, bir saltanatı, kendisine göre bir kuvvet ve kudreti vardı. Senin, cehlinden ve aczinden gayrı neyin var? Bu cehlin ve aczinle Allahlık iddiâ ediyorsun, ya Firavun gibi ordulara, kuvvet ve kudrete mâlik olsaydın ve ona verilen mühlet sana verilseydi, sen mutlaka Firavun'u da geride bırakır, "Yerin göğün sâhibini de ben yarattım" diyerek, dalâletde ve küfürde Firavun'u fersah fersah geçerdin.

Hıristiyanlar, Hazret-i Îsâ aleyhisselama Allah'dır, Allah'ın oğludur dediler ve Allahu Teâlâ'nın gadabına uğrayarak kâfir oldular. Onların bu itikadları, senin kötü iddiâ ve itikâdından kat kat a'lâdır. Zîrâ onlar hiç olmazsa, bir ulü'l-azim peygamber için Allah diyorlar. Halbuki sen habis vücûdun ve iğrenç varlığın için bu haltı karıştırıyorsun. Nerede ise, "rahmeten-lil-âlemîn o­lan Habîb-i Hüdâ'yı da ben gönderdim" diyeceksin. Belki onu da iddiâ ediyorsun ya. Bu deli saçmalarını sakın karının, çoluk çocuğunun yanlarında da tekrarlama. Hoş, onların yanında ağzını açıp söz söylemeğe cesâret edemezsin ammâ eğer yanılır bu hezeyanları onlara da tekrar edersen, sana deli gömleğini giydirdikleri gibi akıl hastahânesine atıverirler. Çünki sen ve senin gibiler, rütbeli bir zâtın karşısına çıkarak, eğer o zâtın rütbesi senden yüksekse, "Ben de senin rütbendeyim" demeğe cesâret edemezsiniz. Zîrâ sizin gibiler kuldan korkarlar ama, Allah'dan korkmazlar. Kuldan korkduğunuz için hayâ edersiniz, Allah'dan hayâ da etmezsiniz.

Şimdi beni iyi dinle! Vahdet'den dem vurursun, Yezid'i ayırırsın ve, "Yezid'i sevmem" dersin. Sen Hakk isen, Yezid de Hakk'dır. Sevmem dersin ama Yezid'in yolundan gidersin. Bir parçacık peynir görmüşsün, kendini mandırada sanıyorsun. Hallâc, "Ene'l-Hakk" dedi ama ona dedirdiler. Kaldı ki, Hallâc-ı Mansûr namazını ve orucunu terk etmedi. Kendi Hakk idiyse, kimden kime namaz kılıyordu? Hem o mest idi, senin gibi bâde ile değil, kudret eliyle sunulan vahdet şarâbı ile. 

Mest olanların kelâmı kendinden gelmez velî
Pes ene'l-Hakk nice söyler kişi Mansûr olmadan

O, sabır sâhibi idi. Sende sabrın Se'si yok. O kanâat sahibi idi, sende ne gezer? Emekli maaşının azlığından, yetmediğinden sızlanıp duruyorsun. Bir irâde ediver de, dağlar taşlar altın olsun. Bu acz ü meskenet içinde bu nasıl Allahlık! O, mürüvvet sâhibi idi. Kendisi aleyhinde idam hükmünü veren kadı efendiyi, kendisinden önce cennete sokmadan cennete girmiyordu. Halbuki sana fiske ile dokunana, sen çifte vuruyorsun.

Sohbetlerinde, cenneti ve cennet köşklerini istemediğinden dem vuruyor, burun kıvırıyorsun. Oysa dünyada bâkî kalmayacağını bildiğin hâlde köşk değil, basit bir gecekondu verseler îmânını da Allahlığını da vermeğe hazırsın. "Hûri istemem" diyorsun. Diyorsun da, beri tarafda da bir müddet sonra çirkinleşecek ve yerin altına girecek kadınlardan da gözlerini ayıramıyor, salyalarını akıta akıta arkalarından bakakalıyorsun.

Ey ehl-i îman! Böyle şeytanlardan kaçınız. Bunlara yakın olan, Allahu Teâlâ'ya uzak olur. Bunlardan uzak olan, Allahu Teâlâ'ya yakın olur. Bunlar, cennet istemezler, hûri istemezler. Sanırsınız ki Yûnus misâli :

Cennet cennet dedikleri bir ev ile bir kaç hûri
İsteyene ver anları bana seni gerek seni

demek isterler. Oysa bu gibiler Yûnus Emre'liğe tenezzül ederler mi? Elbette etmezler. Yûnus kul hâşâ sümme hâşâ onlar Allah. 

Ey gâfil! Ey bîçâre! Uyan artık, tövbe et, Allah'a dön, Hakk'ı bul. Sen âcizsin, Allahu Teâlâ kavî. Sen fânîsin, Allahu Teâlâ bâkî. Tövbe et, tövbe! Can kuşu kafesden uçmadan, iş işden geçmeden, çenen tutulmadan tövbe et! Allahu Teâlâ. tövbe edenleri sever ve affeder.

Ey mü'minler! İnsâf ile düşünelim. Her milletin bir ibâdethanesi ve kendisine göre bir ibâdeti vardır. Müslümanların câmi ve mescidleri, Hıristiyanların kiliseleri, Yahudilerin sinagogu, Budistlerin tapınağı. Her biri kendilerine göre bir çeşit ibâdet ederler. Her ibâdetin sonu da duâdır. Duâ, âcizlerin ibâdetidir. Her millet, kendi diliyle duâ eder ve âciz olduğunu bildiğinden, isteklerinin yerine getirilmesini kimi Rabbinden, kimisi de putundan ister.  Fakat bunlardan hiç birisi ne müslümanı, ne hıristiyanı, ne yahudisi ne de budisti "Ben Allahım" demez, diyemez. Çünki her fânînin evveli ve sonu vardır. Evvel, âhir, zâhir, bâtın ancak O'dur, Allahu Teâlâ'dır. Ancak O'na ibâdet edilir ve ancak ondan istenilir. Gördüğümüz bu âlem, yok olup fenâya varacak, ancak Allahu Azîmü'ş-Şân bâkî kalacakdır. Allah'dan korkmayan Nemrud'lar bile, "Biz yeryüzünün Allahıyız", demişler ve hallâk-ı âlem olan Allahu Zü'l-Celâl'i inkâr etmemişlerdir. Belki, "O göklerin Allahı" demişlerdir. Firavun'un bile, gündüz yapdıklarına nâdim olarak sabahlara kadar Allah'a aczini itiraf ettiğini tarih kitapları açıkça anlatmakdadır. Hattâ son nefesinde, "Ben, Mûsâ ve Hârûn'un davet ve Benî İsrail'in icâbet ettiği Allah'a îman etdim" demişdir ki Şeyh-i Ekber îmân ile gitdiğine kâildir. Hâl ve hakîkat böyle iken, şeyh sûretine girerek halkı idlâl eden iblîsler, Kurân-ı Kerîm'in zemmetdiği bu makûle habislerden de aşağı ve aşağılıkdırlar. Şeytan bile bunların yapdıklarını yapmamış ve Allah'dan korkmuşdur yâhu! "كَمَثَلِ الشَّيْطَانِ اِذْ قَالَ لِلْاِنْسَانِ اكْفُرْۚ فَلَمَّا كَفَرَ قَالَ اِنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِنْكَ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اللّٰهَ رَبَّ الْعَالَم۪ينَ"

Hazret-i Cüneyd-i Bağdâdî'nin, "Leyse fî cübbetî sivallah" ve Bayezid-i Bestâmî'nin, "Sübhâne mâ a'zamu şânî" sözlerine bakarak, bu gibi zevât-ı âlî-kadri, bu gibi densizlerle bir tutmayınız. Gerek Hazret-i Cüneyd-i-Bağdâdî ve gerekse Hazret-i Bayezid-i Bestami kaddesallahu sırrahul-âli Efendilerimizden vahdete dâir böyle sözler sâdır oldu ammâ, aslında bu sözleri söyleyen ne Hazret-i Cüneyd'dir, ne de Bayezid'dir. Bu sözleri, onların ağızlarından Allah Celle söyletdi ve söyledi. Zîrâ bu zevât-ı âlî-kadr, Hakk'ın has kullarından olduklarından, bunların söyleyen dilleri Hakk, gören gözleri Hakk, yürüyen ayakları Hakk'dır. Hakk, bunlara yakın, onlar da Hakk'a yakın idiler. Bu zevâta mülâkî olmak şeref ve bahtiyarlığına erişen mutlu kişiler, zâhir ve bâtınlarını tezyîn etmişler, dünya ve âhiret saâdetine ermişlerdir. Bu zevât-ı âlî-kadr, kendilerine gelen kimselerin her türlü müşkillerini hallederler ve onlarda bulunan Allahu Teâlâ'nın sevmediği sıfat-ı şekâveti, sıfat-ı saâdete tebdîl ederler ve onları vasıl-ı ilallah kılarlardı. Bu muhterem zevât, zâhirî batınî ve enfüsî ilm-i Resûl'e vâris olup, hâl-i Muhammed ile hallenmişler, ahlâk-ı Resûlullah ile ahlaklanmışlar ve böylelikle yükselmiş ve yücelmişlerdir. "O, zâhir ilmidir, onu bırak" diyerek şerîat-i Mustafâ'yı tenzil etmezler, zâhirin de bâtının da bir olduğunu, her ikisinin de mukaddes bulunduğunu, nâsın anlayabileceği bir dille ifâde ederler, tevhîdinden ayrılmazlar ve şirke düşmezlerdi.

Sâliklerine şerîatin kavl-i Resûl, tarîkatin fiil-i Resûl, hakîkatin hâl-i Resûl olduğunu öğretirler ve tattırırlardı. Sâliklerini, nefsin iğvâsından ve kalbin marazlarından kurtarırlar, birer insân-ı kâmil hâline getirirler, kerâmet-i kevniyye'den ve kerâmet-i ilmiyyeden halâs ederler ve onları keramet-i vücûdiyyeye îsâl ederek dünya ve âhiret saâdetlerinin yollarını gösterirlerdi. Allahü Teâlâ, cümlemizi himmet ve şefâatlerine mazhar buyursun.

Mürşid sûretinde görünen bazı iblis uşakları, nefislerinin kölesi olmuş sapıklar, mürîd diye aldattıkları safdillerin her şeyden önce şübhelerini gidermekle görevli iken, bilakis onların şübhelerini arttırmakda ve bu sûretle doğru yolda giden mü'minleri yoldan çıkartmakda ve sonunda da îmânlarını alarak onları cehenneme kadar götürmekdedirler. Cenâb-ı Hakk, bu gibilerin şerlerinden ve tasallutlarından, bütün ümmet-i Muhammed'i korusun ve kurtarsın. 

www.muzafferozak.com

Listeye geri dön