10 Aralık 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri zaman zaman kendi seyr u sülûkünden de bahseder, mürşidleri hakkında malûmat verir, onlarla nasıl karşılaşdığını anlatır, gördüğü bazı rüyaları ve yaşadığı bazı hâlleri bizlere ders olmak üzere yeri geldikçe anlatırdı. Bundan evvel bu sohbetlerden ikisini yayınlamışdık, şimdi de yine aynı mevzûda başka bir sohbetini kayd edeceğiz
Efendi Hazretleri, gençliğinde Bayezid Câmi-i Şerîfinde müezzinlik yapdığı dönemde, o devrin âriflerinden ve Âmiş Efendi Hazretlerinin bendegânından Abdülazîz Mecdî Efendi ile görüşmüşler, bu görüşmeyi şöyle anlatmışlardı :
O vakit gencim, Ramazandı, Şeyh Efendi câmide mukâbele okutuyor. Câmiye gelir, mukâbele dinler, gider. Bir gün beni çağırdı "gel", dedi. "Ne yapıyorsun, ne iş görüyorsun?" dedi. "Müezzinim, işte görüyorsunuz" dedim. "Başka ne tahsîlin var?" diye sordu. "Arapça okuyorum" dedim. "Arapça okuma, hâfız ol" dedi. "Niye Arapça okumayayım?" dedim. Susdu, sonra döndü, "sana bir soru soracağım" dedi. "Ard kaç katdır semâ kaç katdır?" dedi bana. "Ard yedi katdır, semâ da yedi katdır" dedim. "Yedi katdan sonra semâda ne vardır?" dedi. "Beyti'l-Ma'mûr var" dedim. "Sonra ne var?" dedi. "Sidertü'l-Müntehâ var" dedim. "Sonra ne var?" dedi. "Ondan sonra?", "Arş var" dedim. "Ondan sonra?". "Kürsî var" dedim. "Sonra ne var dedi?. "Ard-ı simsime var" dedim. "Sonra ne var?" dedi. "Amâ var" dedim. "Sonra ne var?" dedi. Dedim ki, "Halaka dediğine göre mahlûkdur, mahlûk olunca nihâîdir fakat bilmemiz lâzım gelmez. Onun için nihâyeti vardır bu işin". "Sen Arapça oku" dedi bana. Allah rahmet eylesin. "Sen Arapça oku. Sen Arapça oku" dedi, Mecdî Tolon.
Bendeniz, o hâdiseden beş altı sene sonra, bir ma'nâ ile Ahmed Tâhir Efendi'ye intisâb etdim. Tâ Ahmed Tâhir Efendi'nin vefâtına kadar Şabânî yolunda çalışdım. Ahmed Tâhir Efendi'nin vefâtından sonra, onun yerine bakan zât Mustafa Efendi'ydi, istihâre etdim, ma'nâda oraya düşmedik biz, Mustafa Efendi'ye. Bir daha istihâre etdim, gene olmadı. Bir daha istihâre etdim, gene olmuyor, ters düşüyor.
O vakit de ben Tophâne'ye gidiyorum, Kâdirîhâne'ye devam ediyorum, salı günleri filan. Gavsi Bey de istiyor ki beni Kâdirî yapsın, bana hilâfet versin istiyor. Gavsi Bey bir gün çağırdı beni, "Biz öleceğiz "dedi. "Bak, sen bu ocağı tüttürebilirsin, ben öyle görüyorum. Ben sana bir hilâfet vereyim" dedi. Receb kandiliydi, hiç unutmuyorum. "Ben sana hilâfet vereyim, biz seni yetişdirelim, sen de bizim çocuklarımızı yetiştir" dedi. "Kandil gecesi tıraş olma" dedi. "Ben de tıraş olmayacağım. Çünkü Hazret-i Pîr'in emri böyle, sakallı olmak lâzım" dedi. "Ertesi gün tıraş oluruz ama hiç olmazsa hilâfet merâsiminde sakallı olalım" dedi. Dedim ki, "Efendi Hazretleri, ben el tutmuş bir adamım, bu şekilde ben size intisâb edemem". "Kimin elini tutdun?" dedi. Evvelâ birinci babamın arkadaşı vardı, Sâmi Efendi, Saruhânî, Evrâd-ı Mukarrabîn sâhibi, Kasımpaşa Kethüdâ Dergâhı Şeyhi, Sâmi Niyâzî Efendi Hazretleri. Dört tarîkatdan müstahlefdir kendisi ve olgun, dolgun bir zât, babamın arkadaşıydı, ona intisâb etdim" dedim. "Haaa, bak ona hürmetim var, o beni okutdu, hocamdır" dedi. Sonra, onun vefâtından sonra mesele böyle böyle oldu, ben Ahmed Tâhir Efendi Hazretlerine intisâb etdim" dedim. "Oooo, onların şecereleri sıhhatli değildir" dedi. Aynen böyle. Dedi, "Benim babam reîsü'l-meşâyih idi, bende şecere var, şecereyi göstereyim, sahîh değildir şecereleri" dedi. "Aman efendim, ben kendisine intisâb etdim hem de ma'nâ ile, emirle intisâb etdim kendisine" dedim. "Üç emir aldık, öyle intisâb etdik kendisine" dedim. Dedi, "Yok, onların şecereleri sıhhatli değildir" dedi. "Sen Halvetiyyeden hilâfet istiyorsan" dedi, o vakit benim hilâfetim yok, "Halvetiyyeden hilâfet istiyorsan, ben vereyim. Halvetiyyeden hilâfetim var" dedi. Getirdi bana icâzesini gösterdi, okudum, hakîkaten hilâfeti var. "Vallahi efendi sen bana müsaade et, ben istihâre edeyim, bırak hilâfet meselesini sen, ben dervîş olayım, emret ki senin dervîşlerin yüznumaraların taşlarını pisletsinler, ben temizleyeyim. Ama bir şey göreyim" dedim. "Hazret-i İbrâhim bile Cenâb-ı Hakk'a söyledi, dedi, 'Yâ Rabbi, kalbim mutmain olsun diye ölüyü nasıl diriltiyorsun bana göster' diye sordu, onun gibi yani hatırınız kırılmasın" dedim. Böyle bir şey görmeyince gelmem ben" dedim. Ahmed Tâhir Efendi'de bir şey gördüm, gitdim oraya. "Peki öyleyse ama Cuma akşamı gel sen" dedi bana.
Biz istihâre etdik. O vakit de ben Fahri Efendi Hazretlerini tanıyorum ama neşr-i tarîk etdiğini bilmiyorum. Gizliiii! Şeyh demek bir kabahat, dervîş demek kabahat, o devir yani. Bir de bakdım, istihârede, ben Nûreddin Dergâhı içerisindeyim, başım açık, ayağım yalın, sırtımda bizim tennûrelerden var, tek başımayım. Bizim Hazret-i Şeyh pencerenin içine oturmuş, sivil elbiseyle, başında bizim takke, bana gazel okuyor, hem de Şeyh Gâlib'in,
Bunu okuyor. Uyandım ben. Eyvâh! Oraya niyet etdik, burası çıkdı. Bu zât ile de muarefemiz var, tekkelerde buluşuyoruz bazen, Efendi'yle görüşüyoruz ama onun neşr-i tarîk etdiğini bilmiyorum. Ben kalkdım ertesi günü gitdim, kandile de iki gün var. Gece gitdim. Kesîf bir cemaatim vardı benim, otuz küsur sene vaaz etdim İstanbul câmilerinde, büyük câmilerde. Yani etrâfım var benim. Kalkdım gitdim, gece tek başıma, kahvede de beni bekliyorlar sohbete. Kapıyı çaldım, kapıyı bana bir dervîş açdı, genç bir çocuk açdı kapıyı, "Efendi Hazretleri içeride mi?", "İçeride" dedi. "İstanbul vâizlerinden Muzaffer Hoca geldi sizle görüşmek istiyor der misiniz, müsaadeleri varsa içeri gireceğim, müsaadeleri yoksa gideceğim" dedim. Yatsıdan sonra. "Buyursun içeri" demiş. İçeri giriyorum, Efendi şaka yapdı, "Kadınlar vâizini tanımaz mıyız" dedi bana. Ben dedim ki, "Efendi erkek göster de erkek gibi vaaz edelim" dedim. "Erkek göster de erkek gibi vaaz edelim" dedim ben Efendi'ye. Oturuyordu, tevâzuan ayağa kalkdı. Hakve söyledi, kahve höpürdetdik, cigarayı tokurdatdık filan. Dedi, "Sebeb-i ziyâretiniz nedir?" Dedim "Böyle böyle oldu, Gavsi Bey benim üzerime çok düşdü, araya adamlar koydu, Şeyh Cevad'ı, Şeyh İsmail'i filan. Böyle böyle söyledi. Ben de el tutmuş bir adamım. İstihâre etdim, böyle böyle oldu" dedim. Allah rahmet eylesin, rûhu şâd olsun. "Gördüğün rüyâ hak ve gerçek, senden yalan sâdır olmaz" dedi. "Yak yak cigarayı" dedi. Ben cigara içiyorum ama içmedim huzûrunda. "Bize muhabbet lâzım, sen cigarayı yak" dedi. Cigarayı yakdık. Dedi, "Valla buraya çıkmış bu iş ama bir de biz istihâre edelim" dedi, "karşılıklı olursa bu iş, daha iyi olur" dedi. "Peki, eyvallah" dedim. "Pazartesi günü akşamı buraya gelirsin" dedi. "Peki" dedim, ben çıkdım ordan geldim. Pazartesi günü oldu, ben dükkana geldim, bakdım buraya çocuklardan, gençlerden bir geldi, niyâz etdi, buraya bir kağıt koydu. Kağıtda "Bu akşam gelme, işim çıkdı benim, Cuma akşamı gel" diyor. Cuma akşamı gitdik. Gördüğü ma'nâya anlatdı bana, beni dervîş yapdı. Oraya halîfe olacakdık, buraya dervîş oldu.
Gavsi Bey de Efendi'ye kırıldı, dargın gitdiler âhirete benim yüzümden. Benim hâlife yapacağım adamı aldı diye filan. Halbuki bizim Efendi'nin hiç kabahati yok. Kırk gitdiler âhirete. O sene de o göçdü. Aynı sene Ramzanın nihâyetinde göçdü Gavsi Bey. (Gavsi Bey'in vefâtı 17 Nisan 1958/28 Ramazan 1377). İşte öyle darıldı, o şekilde oldu. Hattâ bizim Kâdirîhâne ile hukûkumuz vardır, bizden birisi giderse, sokağın baş tarafından ellerinde buhurdanlıkla karşılayıp yukarı götürmeleri, çıkarken de caddeye indirmeleri lâzım. Yani teşrîfat vardır, kayıt vardır. Onlardan birisi gelirse, bizde de öyle, kapıda karşılarlar ve çıkarken de kapının dışına kadar götürürler, buhurdanlıkla beraber. Efendi haber vermeden gitmiş Kadirhâne'ye, kaçmış Gavsi Bey, Efendi'yle görüşmemiş. O kadar âsâbı bozulmuş.
Neyse. Oraya dervîş olduk. Aradan altı yedi ay geçdi, bir gece rüyâda, ben dergâha gitdim. Kapıdan içeri girdim, pencereden bakdım içeriye, tekkenin içerisi mâ-halakallah dervîşle dolu, meydan yeri, fakat namaz kılıyorlar, cemaatle değil, ferden ferdâ. Kıyâmda ve rükûda ne tesbîhât var ne Kur`ân okuyorlar, yalnız tevhîd ediyorlar. "Lâ ilâhe illallah, lâ ilâhe illallah, lâ ilâhe illallah" diye böyle tevhîd ediyorlar. Böyle acâib bir rüya. Ertesi gün gidemedim Efendi'ye rüyâyı anlatmaya, mühim bir işim vardı, gidemedim. Ertesi akşam bir ma'nâ daha gördüm. Gene gitmedik Efendi'ye. Zâten o rüyâya hiç kıymet vermedim ben. Üçüncü günü Çarşamba akşamıydı tekrar bir rüya gördüm. Rüyâmda dergâha gitdim, Efendi şadırvanın oraya oturmuş. "Gel bakayım" dedi bana. Gitdim, kulağımdan tutdu, kaldırdı yukarıya doğru, bir kaç tokat vurdu bana ama, hani bir tenekenin içerisinde kahve yâhud tuz yâhud şeker olur da dibinde kalmasın diye vurursun ya, işte o şekilde. aldı beni ordan içeriye götürdü. Yukarıda bir oda gösterdi bana. Odanın içerisinde pırasa kabukları, ıspanak yaprakları var. "Bunları temizle ve tathîr et, topla burasını, burası senin yerin" dedi bana. Ama tokadı yedik. Uyandığım vakitde yüzüm acıyor. İki rüyâ gördük, gitmedik Efendi'ye, herhalde onun için Efendi bizi dövdü dedik filan. Kalkdım gitdim, odada oturduk konuşduk. "Efendim bendenizde ma'nâ var, yalnız halvet olalım" dedim. Sonra dışarı çıkıp rüyâyı anlatdım. "İyi güzel" dedi, "İyi oldu" dedi. Ve ikinci rüyâyı ben söylemedim Efendi'ye. Utandım çünkü acîb bir rüyâ. Üçüncü rüyâyı anlatdım. Dedi, "Yok, göremezsin sen bu rüyâyı" dedi. "Ortada bir çirkin rüyâ olması lâzım" dedi. "O rüyâ olursa bu rüyâyı görebilirsin, o rüyâyı görmezsen, o çirkin rüyâyı, bu rüyâyı göremezsin" dedi. Der demez, "Efendim ben o rüyâyı gördüm ama şeytânîdir diye söylemedim" dedi. "Sen ne karışıyorsun şeytânîsine rahmânîsine, sen gördüğünü bana söyleyeceksin" dedi. Allah rahmet eylesin. Dedim "böyle böyle". "Hah, şimdi oldu" dedi. Ondan sonra çağırdı bana icâze verdi.
www.muzafferozak.com