Seyr u Sülûk Hâtıraları-4

12 Aralık 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

Uşşakilik

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerine Amerikadaki bir sohbet meclisinde "Nasıl ve niye şeyh oldunuz?" diye sorulunca buyurdular ki : 

Nasılı kolay ama niye olduğu... 
"Nasıl şeyh oldu?" dersen...Cenâb-ı Hakk bir kuluna tâlib olursa, o kul bu yola girer, sülûk eder. Bu yola girdikden sonra mürşidi kimse, o mürşidinin emirlerine itâat, nehiylerinden ictinâb, emirlerine imtisâl edip, muhabbetle bu işi yaparsa, o vakit ona taraf-ı ilâhîden ve taraf-ı risâletden şeyhlik rütbesi verilir. 

"Niçin oldu? dersen...Anne tarafından ben ocağım yani Peygamber neslindeniz, sâdâta gidiyoruz. Benim doğduğumdan bu tarafa doğru, küçük yaşımdan beri, bu dînî husûslara bende bir meyil vardı, içimde. Hayrı şerri ayıramadığım vakitde, çocukken mahallede oyun oynadığım vakitde, yüksek bir yere çıkar ezan okurum ben, orada kandiller yakarım. Sonra ele ele tutar devran yapardım. Ama Allah demezdik, Allah demiyorduk da onu yanımsayan böyle bir sözle "Hind dolması yağlı pilav, hind dolması yağlı pilav" diyerek dönüyorduk, böyle bu şekilde oynuyorduk. Oyun ama bilmeyerek cezbeye geliyorduk. Evvelâ dervîşleri böyle taklîd ediyorduk. Babam vefâtı esnâsında, bir şeyh efendi vardı, arkadaşıydı onun, ölümü esnâsında ona vasiyet etdi, dedi, "Benim çocuğum yetîm kalacak, sen bununla ilgilen, alâkalan" dedi. O adam çok ârif-i billah bir adamdı. Ama ben Tarîkat-ı Halvetiyye, Tarîkat-ı Uşşâkiyye bilmiyordum. Onun yanına giderim gelirim, hizmet ederim. O tatlı dilli, güler yüzlü. Ona hizmet etmeyi bir şeref bilirdim yani bana, "Bunu al getir" demesi benim için büyük bir şeref. 
Sonra ben bulûğa erdiğim vakitlerde o zât göçdü, o da gitdi âlem-i cemâle. Sonra ben boş kaldım, başıboş kaldım. Ondan sonra evlendim. Fakat bu arada dînî tahsiller yapdım. Ama tarîkat ayrıdır, tasavvuf ayrıdır, dînî tahsil ayrıdır. İmâm oldum, halka namaz kıldırdım. Ve halkı Allah'a davet etdim, vaaz etdim. Ama gene tarîkat nedir hiç bilmiyordum.
Ahmed Tâhir Efendi Hazretleri

Sonra bir gece bir rüya gördüm. Bir zât görüyorum, ben yukarı doğru gidiyorum, o aşağı doğru geliyor ve ortada bir ray var, tren rayı gibi. Sonra o zât bana elindeki bastonla, kendi tarafına geçmem için böyle işâret yapdı. Ama o adamı ben tanımıyordum. Sonra sabahleyin ben kalkdım gitdim dükkanımı açdım. Hem ticâret yapıyorum hem de imâmlık yapıyorum. O adam, gece rüyâda gördüğüm adam, önümden geçdi benim. "Ben bu adamı bu akşam rüyâda gördüm, acîb" dedim ama ben ona hiç bilişik göstermedim. Yani hiç alâkadar olmadım. Geçdi.
İki akşam sonra gene bir rüyâ gördüm. Bizim İstanbul'u ikiye ayırıyor boğaz. Ben denizin ortasında bir kayıkdayım, kayık ama yelkenli kayık. Yelkenler delinmiş, direkler kırılmış, deniz havaya kalkıyor, ben geminin içindeyim. Ve ben korkuyorum, gemi batacak, boğulacağız diye. Sonra o zât gene göründü, ceketi yok sırtında, ayağında şalvarı var, üzerinde yeleği var, mintanınla. Başında sarık var. O göründü, bana bir kağıt verdi, "Al bunu oku, bundan kurtulursun" dedi. Sabahleyin uyandım dükkana gitdim, gene o adam ordan geçdi. Dedim, "Bu manevî bir iş ama eğer bunda bir kerâmet varsa, bu adam bir velî ise, o bana gelsin, ben gitmeyeceğim ona". Ve o adam gene gitdi.
Aradan bir kaç akşam geçdi, gene o zâtı gördüm. "Gel buraya yanıma" dedi. O zât beni kucakladı. Bir sıkdı, kemiklerim birbirine girdi. Sonra büyük bir Halvetî tâcı çıkardı, başıma giyiyorum ya onu, onu benim başıma koydu.  Sanki yedi kat semâvât benim başıma konmuşdu ve altında eriyordum onun ben böyle. Uyandım, sabah namazını kıldım ve gene gitdim dükkanı açdım. Gene o adam önümden geçdi ve gitdi, gitdi. Ben şimdi, cam var, camdan bakıyorum, nereye gidecek diye. Bakıyorum böyle, o iki yüz adım kadar gitdikden sonra durdu, geri döndü, geldi benim dükkanıma. Benim dükkanım ufakdı, dardı. Elinde baston vardı. Bastonuna dayandı ve kafasını içeri sokdu, dedi, "Softa! İnanmayacak mısın hâlâ!". O vakit elini tutdum, elini öpdüm. Dedim ki, "Ben üç defa gördüm, bu zâtda bir kerâmet varsa, o bana gelsin dedim, beni affet" dedim. İçeri aldım onu dükkana. Çok dar bir yerdi benim yerim. Kendi iskemleme oturtdum. Onunla evlendik orda. Evlendik ama karı-koca arasında olan münâsebet olmadı, O, benim kulağımdan bana yaklaşdı. Yani burdan bana vat` etdi. Sonra ben hâmile kaldım. Kalbimde hâmile oldum. Bir çocuk oldu. Sonra zamanı geldi o zât-ı muhterem bana dedi ki, "sen çocuğun oldu artık, sen halkı irşâd edebilirsin. Çünkü çocuk sâhibi oldun" dedi.  
Sonra o da göçdü, ben şeyhsiz kaldım. Fakat tarîkat-ı aliyyeyi biliyordum artık. Biraz bir şey, yani hoşaf kaşığı kadar biliyordum. Böyle olmasına rağmen İstanbul'da bazı tekke şeyhleri beni kendilerine halîfe yapmak için bana müracaat etdiler. Ez cümle Kâdirîhâne Şeyhi vardı, Gavsi Bey, O dedi bana, "Seni halîfe yapacağım benim tekkeme" dedi. "Ben yakında öleceğim" dedi, "Benim ocağımı sen yakarsın" dedi. Ben dedim ki ona, "Ben şeyh eli tutdum, bir kocaya vardım ben. Bir adam iki kocalı olmaz" dedim. "Ama öldü o, ben şimdi dul kaldım. Ben senin beni halîfe yapdım demenle ben bunu kabûl edemem" dedim. "Bir manâ görelim, manevî bir emir alalım, o vakit ben buraya halîfe değil, dervîş olarak geleyim, tekkeni sileyim süpüreyim" dedim. "İstihâre sünnet, istihâre edeyim" dedim. O bana dedi ki, "Peki istihâre et". Râzı oldu. "Senin şeyhin kim?" diye bana sordu. Birinci şeyhimi söyledim, babmın arkadaşını söyledim, "Ona büyük hürmetim var, çünkü ben ondan ders okudum" dedi. Rüyâda gördüğüm ikinci şeyhimi söyledim, onu kabûl etmedi. Tabiî bu o onun kendi görüşü, ben gördüğümü gördüm. istihâreyi kabûl etdi. İstihâre etdim.

Fahreddin Efendi Hazretleri
Rüyâmda, bugünkü şeyh bulunduğum tekkedeyim ben. Bu üçüncü mürşidim olan Fahreddin Efendi Hazretleri sivil elbise ile oturmuş, başında bu beyaz takke. O pencerinin içinde oturmuş, ben de tekkenin meydanındayım. Ayağım yalınayak, başımda takke yok, sırtımda beyaz bir elbise var, hani giyiyoruz ya, cübbenin altındaki elbise, öyle bir elbise var sırtımda. Şeyh Efendi bana şunu okuyor :
Hutben okunur minber-i iklîm-i bekâda
Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-i cezâda
Gülbank-i kudûmün çalınır arş-ı Hudâ'da
Sen Ahmed-i Mahmûd-i Muhammed'sin efendim
Şeyh Efendi bunu okuyor, ben de ayakda ,"Hayy, Hayy, Hayy" diye zikir yapıyorum. Ama zikreden bir tek ben varım. 
Fahri Efendi'yi uzakdan tanıyorum ama ahbâblığımız yok. O vakitler de bizim hükûmetimiz tekkelere müsaade etmiyor. Ben nasıl yapacağım diye düşündüm ve bir gece Fahri Efendi'nin evine gitdim. Evin nerde olduğunu biliyorum. Kapıyı çaldım, bir dervîş kapıyı açdı bana. Dedim, "Şeyh Efendi müsaade eder mi, ben İstanbul vâzilerinden Hazı Muzaffer Ozak". Meğer o da altı ay evvelden başlamış, "Hacı Muzaffer Ozak'ın hilâfeti varmış" diye dervîşlere hep böyle söylüyormuş. Ben kendimi takdîm etdim ve "Efendi'nin müsaadesi var mı, görüşebilir miyim" diye sordum. "Buyursunlar içeriye" demiş. İçeri girdim oturdum. Onun odasında üç kişi vardı, yerde oturuyorlardı. O ayağa kalkdı, beni ayakda karşıladı. Beni peykeye oturtdu. Bir kahve yaptırdı bana. Sebeb-i ziyâretimi sordu. Ben de olan hâdisâtı anlatdım. "Kâdirîhâne'ye beni halîfe yapmak istiyorlardı, istihâre etdim, sizi gördüm, böyle oldu. Ne yapacağım ben şimdi?" dedim. "Haaa" dedi, sakalını böyle tutdu. Uzun değildi sakalı, kısaydı. Dedi ki "Sen Pazartesi akşamı bana buraya gel. Çünkü sen istihâre etmişsin, görmüşsün, bir de ben istihâre edeyim bakayım" dedi. 
Biz Pazartesi akşamı gidecekdik, dervîşlerden birisi gelmiş, kendisi bir kağıt yazmış, "Bu akşam gelme, işim var benim, Cuma akşamı gel". Cuma akşamı gitdim. Güleryüzle karşıladı, dedi ki, "Mutâbakat hâsıl oldu, ben de istihâre etdim, seni İsmâil-i Maşûkî'nin evinde gördüm". İsmâil-i Maşûkî diye bir evliyâ var, onun evinde görmüş. "Elini ver bana" dedi, elini verdi. Onunla da evlendik şimdi, onunla da bir nikah kıydık ayrıyeten. Oraya, Kâdirîhâne'ye halîfe olacakdım, buraya dervîş oldum, Cerrâhî'ye dervîş oldum.

 

Sonra altı ay kadar böyle gitdik geldik. Tabii benim işlerim çok sıkışık. O vakit de öyle. İşte vaazlarım var, işim var, ticâretim var, filan. Fakat haftada iki-üç defa Efendi'yi ziyârete gidiyorum. Sonra bir akşam bir rüyâ gördüm. Bizde erbaîn gecesi diyorlar, kırkıncı gece demek. Yani Hazret-i Mûsâ Tûr'a gidiyordu, erbaîn kalıyordu, kırk gün kalıyordu, işte erbâin o. O gece bir rüyâ gördüm, rüyâda üç kişi geldiler beni aşağı indirdiler, evin önüne, beni imâm yapacaklarmış, beni imtihân ediyorlar. Ve bana Kur`ân'dan bir sûre oku dediler. Ben Kur`ân'dan Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın erbaîn kıssasını okudum. Sonra sûre bitmedi, okuduk bir kaç âyet, altı gelmedi, getiremedim. Başka bir sûreden o âyeti ikmâl etdim. İki tânesi imtihânı verdiğimi, bir tânesi imtihânı veremediğimi söyledi. Ben o imtihânı veremedin diyene çıkışdım, dedim ki, "Ben Arapça okudum ve dîn ilmini biliyorum, şerîat ilimlerini biliyorum, bu yapdığım yanlış değil, yanlış bir şey yapmadım ben. Böyle yapmak da câizdir" dedim. O da râzı oldu. Uyandık. Fakat Şeyh'e gidip rüyâyı söylemedik. O gün işim vardı, gidemedim. O akşam gene bir rüyâ gördüm. Çirkin bir rüyâ, çok çirkin bir rüyâ. Ve o gece de, ben üç saat zikrullah ile meşgûl oldum. O çirkin rüyâyı gördüm, sabahleyin kalkdım kızdım. "Sabaha kadar Allah diyoruz, böyle pis rüyâlar görüyoruz" dedim. Öyle dedim ve gene gitmedim Şeyh'e. Ama o rüyâyı söyleyemezdim zâten Şeyh'e. Üçüncü akşam gene bir rüyâ gördüm. Merhûme annem bir yatak yapmış, ben o yatakda yatdım, kalkdım, abdestim bozuldu. Ve abdestsiz olarak, tekkeye vardım. Pencereden içeriye bakdım, içerisi kalabalık, namaz kılıyorlar ama, saf saf değil, karmakarışık kılıyorlar. Ve Kur`ân okumyorlar. "Lâ ilâhe illallah, Lâ ilâhe illallah, Lâ ilâhe illallah". Hep secdede "Lâ ilâhe illallah", kıyâmda "Lâ ilâhe illallah", rükûda "Lâ ilâhe illallah", öyle diyorlar hep. İçeri girdim, Şeyh Efendi bahçede oturuyordu. Bana "gel buraya" dedi, kulağımdan tutdu benim, yukarı kaldırdı, pat pat pat, üç tâne tokat atdı. Ama ne gibi? Bir kutunun dibinde şeker, yâhud tuz kalır da insan böyle vurur da dibine dökülsün diye, öyle tokat vuruyor bana. Ve uyandım, dedim ki kendi kendime, "Rüyâlarımı gidip söylemedim, Efendi'yi görmedim, Efendi bu akşam beni dövdü, gideyim" dedim. Gitdim, Efendi her dâim olduğu gibi gülerek karşıladı beni. "Rüyâ mı gördün?" dedi. "Evet" dedim. "Anlat" dedi. Birinci rüyâyı söyledim, üçüncü rüyâyı söyledim, o çirkin rüyâyı söylemedim, utandım söylemeye. Bana dedi ki, "Hayır, sen bu rüyâyı, üçüncü rüyâyı göremezsin, bunların ortasında bir çirkin rüyâ görmen lâzım senin. Olamaz böyle şey" dedi. Dedim "Ben gördüm o rüyâyı ama size söylemeye utandım, utanıyorum size söylemeye" dedim. Dedi, "Bu iş kırk senede olmaz ama kırk günde oldu" dedi. Ve bana tutdu o da tâc giydirdi, benim halîfeliğimi ilân etdi. 
Bu hâdiseden sonra kendisi yedi sene hayâtda kaldı. Ben onun halîfesi olarak ona hizmet etdim. Yedi sene sonra mübârek bir gecede devrân yapdırdı halka ve bana dedi ki, "Artık sen bak devrana" dedi bana ve kendisi içeri çekildi. Hastalandı, bir daha hiç indemdi devrâna. Sekiz ay, onun sağlığında ben devrân yapdırdım. Devrân yapdığımız tekkenin üzerinde delik var, oraya gelir, ordan bakardı aşağı. Zikirden sonra ben yanına giderdim, elini öpmeye, bana duâ ederdi, "İhvânın çok olsun, sözün tesirli olsun" diye. "Sen katiyyen kendine duâ etme, benim duâm sana kâfî gelir" derdi. Ve sekiz ay böyle devâm etdi, sekiz ay sonra o da göçdü. Ben posta oturdum, yani şeyh oldum. 
Bütün menâkıbı anlatdırdı bana be.

Sonra Resûlullah'ı gördüm. Bana dediler ki, "Seni Peygamber çağırıyor". Ben koşarak gitdim yanına. Ve bana dedi ki, "Mescid'in etrâfı çok kirlendi, oraları temizle" dedi bana. 
Bundan evvel de, daha gençliğimde, Arapça okurken, Tefsîr okuyordum, Tefsîr dersi, o bize Tefsîr okutan hocaefendi, tasavvufu sevmiyordu, dervîşleri sevmezdi, bir rüyâ gördüm. Hazret-i Peygamber, devenin üstüne binmiş, Hazret-i Ali de deveyi çekiyor, elinde kılıç var. Karşılaşdık yolda. İmâm-ı Ali bana sordu, "Sen müslüman mısın?", "Elhamdülillah" dedim ben. "İslâm için boynunu verir misin?", "Veririm" dedim. Bir kılıç vurdu boynuma, başımla vücûdumu ayırdı, ben de yatağın içinde fırladım yukarı doğru. 
Sonra tekrar gördüm Hazret-i Fahr-i Risâlet'i, Ravza'sına gitdim, Medîne'ye gitdim. Türbesinin orda duâ ederken bakdım, mumlar erimiş. Mumlar var, onlardan alayım da, hediye, hâtıra olsun diye almak istiyordum, bi zâtihî kendisi zuhûr etdi ve Kur`ân-ı Kerîm'i açmış, bana Kur`ân'ı verdi, Fahr-i Risâlet. 
İşte bu tarzda Cenâb-ı Peygamber benim şeyhliğimi, mürşidliğimi, tasdîk etdi, yani diplomaya imza koydu. On yedi sefer gördüm Resûlullah'ı. On sefer hacca gitdim. Kerbelâ'ya gitdim. Mısır'a gitdim. Kudüs'e gitdim. Mescid-i Aksâ'ya gitdim. En sonunda da, bir gece Medîne-i Münevvere'deyim, işte şâhidlerimiz burada, bunlar da biliyorlar, o akşam bütün vezir vüzerâyı alacaklar Peygamber'in huzûruna, duâya. Biz de o arada girdik. Fakat Türbe'nin şeyhi yok, gelmedi. Bana dediler ki, "Buyrun", Hazret-i Peygamber'in Türbesinde duâyı sen yapacaksın, şeyhliği sen yapacaksın" dediler. Orada o akşam, Cenâb-ı Peygamber'in, Hazret-i Muhammed'in Türbesinin önünde şeyhlik yapdım orada da. Yani Şeyhü'l-Harem oldum, Şeyhü'l-Harem oldum. 
Enbiyâdan Hazret-i İsâ aleyhisselâmı gördüm, müşerref olduk. Hızır aleyhisselâmı gördüm. Yahyâ aleyhisselâmı gördüm. Mûsâ aleyhisselâmı, İbrâhim aleyhisselâmı gördüm, müşerref oldum onlarla. Peygamberimizin halîfelerini de gördüm. Hazret-i Ebâbekir'i, Ömer'i, Osmân'ı, Ali'yi, İmâm-ı Hasen'i, İmâm-ı Hüseyn'i, Fâtımatü'z-Zehrâ'yı, Hazret-i Âişe'yi gördüm. Onları da gördük. Kendi pîrimi iki defa gördüm, Nûreddin Cerrâhî'yi, iki defa göründü bana. Hazret-i Abdülkâdir'i, Ahmed er-Rıfâî'yi göremedim onları, büyük kutbü'l-aktâbı. fakat diğer evliyâullahı gördüm, bir çoklarını. Ve müsaade etdiler bana, yani müsaade verdiler. Yani bizim icâzete onlar da imzâ koydular. 
Teşekkür ederim, bana anlatdırdı bunları.
Çü tevhîdim zuhûr etdi sa'âdet eyledim îrâs
Geçüp nârın sıfatından selâmet eyledim îrâs
Celâl ism-i celâliyle cemâli eyledim izhâr
Fedâ olup çü İsmâil beşâret eyledim îrâs
Çü kenz-i "Hû"ya erişdim okudum "alleme'l-esmâ"
Melekler secdegâhında kerâmet eyledim îrâs
Erişdi Hakk'a 'irfânım kemâle erdi îmânım
Anâsırdan soyunup istikâmet eyledim îrâs
www.muzafferozak.com

Listeye geri dön