19 Haziran 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Büyük Mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri buyuruyorlar ki :
Sıddîk, kesîru's-sıdkdır ki her zamânda her hâli sıdkdır. Pes, demek olur ki, sıddîk o kimsedir ki eczâ-i zamândan hiçbir zamânda sıdkı onu müfârakat etmez, belki cemî'-i evkâtde sıdkı bâkîdir. Nitekim Hazret-i Ebû Bekr radıyallâhu anh sıddîkıyyet ile vasf olundu. Zîrâ eğer kablen'n-nübüvve ve eğer ba'de'n-nübüvve sohbet-i nebeviyyede cemî'-i hâli sıdk idi. Ve kable'n-nübüvve sıdk-ı nebevî emârât-i nübüvvetinden olduğu gibi, sıdk-ı Ebû Bekr dahi 'alâmât-ı velâyetinden idi. Onun için Cenâb-ı Nübüvvet sallallâhu aleyhi ve sellem tâife-i efrâd mertebesinden nübüvvete terakkî etdiler. Zîrâ onlar kable'n-nübüvve bakıyye-i dîn-i İbrâhîm ile 'amel ederlerdi ve onlardan şirk ve kebâir ve ırza şeyn verir nesne sâdır olmamış idi. Onun için kable'n-nübüvve mahfûz ve ba'de'n-nübüvve ma'sûm oldular.
Ve sâdık odur ki onun ahlâk-ı nefsâniyyesi ahlâk-ı ilâhiyyeye mütebeddil ola. Zîrâ kizb insâna nefsinden tevellüd eder. Ve sıddîk odur ki halkıyyeti mertebesi hakkıyyete mütehavvil ola. Yani vücûd-i mecâzî bi'l-külliyye fânî olup resm-i mâsivâ kalmaya ve vücûd-i hakîkî tecellîsi zuhûr eyleye.
İşte muhlis, sâdık ve muhlas da sıddîk demekdir. Zîrâ muhlas musaffâ ve mutahhardır ki hulûs ve safâ ve tahâreti Hakk'a muzâfdır. Bu ma'nâ ise Hakk'dan nazar-ı mahsûs ile olur. Yani Hakk bir 'abde nazar-ı mahsûs etmedikçe ol 'abdin hâli Hakk'a muzâf olmaz. Muhlis ise böyle değildir. Belki onun ihlâsı 'abde muzâfdır. Onun için dediler ki, muhlis hatar-ı 'azîm üzerinedir. Zîrâ henüz bakıyye-i vücûddan halâs olmamışdır ve seyr-i berzahdadır. İşte buradandır ki Cenâb-ı Nübüvvet'in sıddîkıyyeti pertevi ibtidâ Ebû Bekr'e 'aks etdi. Zîrâ evvel-i emrde bâb-ı nazarda o bulundu. Ve bu mertebenin kemâli ma'rifet ve 'ubûdiyyet olmakla Sıddîk'da ma'rifetullâh ve 'ubûdiyyet gâlib idi. Bu sebebden cemî'-i evliyâya baş ve halîfe-i evvel oldu. Zîrâ meşreb-i Sıddîk, meşreb-i İbrâhîm üzerine idi ki cedd-i Nebevî'dir. Lâ-cerem İbrâhîm aleyhisselâm Cenâb-ı Risâlet'den sonra mertebede ser-i enbiyâ olduğu gibi Ebû Bekr dahi ser-i evliyâ oldu.
Suâl olunursa ki, Cenâb-ı Nübüvvet 'aleyhissalâtü vesselâm Hazret-i Ömer'e radıyallâhu anh buyurmuşdur ki, "Yâ Ömer, eğer ben dünyâya gelmeyeydim ve peygamber olmayaydım bana bedel peygamber sen olurdun" buyurduğu Ömer'i Ebû Bekr üzerine tafdîl ve tercîhdir. Pes, Ebû Bekr'e ihsân olunan mertebe Ömer'e gerek idi. Cevâb budur ki, emr-i nübüvvet emr-i sa'bdır ki muktezâsı esmâ-yı mütekâbile ile kıyâm ve siyâset ile murâât-i havâss ve 'avâmmdır. Pes, ol zamân halkı ki Kureyş ve emsâlidir, ziyâde serkeş ve müstekbir olmakla zimâm-ı umûr bir ehl-i celâdet ve salâbet yedine teslîm olunmak iktizâ etmiş idi. Ebû Bekr'de ise hilm ve mülâyemet gâlib idi. Hattâ buyurdular ki, "Eğer bir kimse beyne'l-ahyâ bir meyyit-i mâşîye nazar etmek isterse Ebû Bekr’e nazar eylesin". Yani bu kelâm-ı nebevî Ebû Bekr'in mîzân-ı hâli "kâbe kavseyn"den "ev ednâ"ya mâyil olduğun gösterir. Onun için dâimâ merhametle mu'âmele ederdi. Ve âh u enînde Hazret-i İbrâhîm yoluna giderdi. Ve her nebînin bir sıddîkı var idi ki fazl ve şerefi ol nebînin fazl ve şerefine tâbi' idi. Çünki Cenâb-ı Mustafâ sallallâhu 'aleyhi ve sellem, efdalü'l-enbiyâ idi, lâ-cerem ona muzâf olan Sıddîk dahi efdalü's-sıddîkîn ve'l-evliyâ oldu. Ve her sıddîk ki her 'asırda geldi, onun şu'belerinden bir şu'be mertebesin olmak mertebesin buldu. Zîrâ eğerçi cemî'-i ekâmilin fi’l-hakîka izâfeti Cenâb-ı Nübüvvet’edir ki onların akdâmı kadem-i Nübüvvet’e tâbi'dir, velâkin Hakk’a vusûl vâsıtaya mevkûfdur. Lâ-cerem ma'rifet ve 'ubûdiyyet Sıddîk üzerine olmak ve bu kadem üzerine yürümek Cenâb-ı Hazret'e vusûle vesîle oldu.