Sohbet - 21 Mart 1981 - Santa Fe

20 Kasım 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Muzaffer Efendi

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Amerika seyahatlerinden birinde Santa Fe şehrinde sohbetler yapmışlardı. O sohbetlerden biri budur :



"Tasavvuf şarkdan garba mı geçiyor bu günlerde?" diye sorulunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Yoook. Böyle bir şey yok. Yalnız, garblılar bugünlerde tasavvufla fazlaca meşgûl oluyorlar. Birçok şeyler var ki şarkdan garb aldı, şimdi tekrar şarklılar garbdan almaya çalışıyorlar. Ve dünyâ pek küçüldü. Ve halk birbirine yaklaşdı. Uzaklık kalkdı aradan, büyük mesâfeler kısaldı. Hele İkinci Cihan Harbinden sonra garb âleminde büyük bir değişim var. Yani ikiye ayrıldı dünya. İnananlar ve inanmayanlar diye. İnananlar hemen hemen bir safa geçmek üzereler. Sonra bu turizm hareketleri, halkın birbiriyle teması, gidip gelmeleri, görüşmeleri, anlaşmaları, tanışmaları, bunlar birçok şeyleri yeniledi. Çünkü bu sôfiyye ve tasavvuf ilmi yeni bir şey değil, asırlardan beri devam eden, yani İslâm'dan da evvel, Hıristiyanlık'dan da evvel devam eden bir şey, bir rûhiyyât. Ve aynı zamanda bu her dînde de var, olan bir şey. İnsanlar yaklaşınca birbirlerine, daha çok birbirlerini anlıyorlar şimdi. Hak ve hakîkat bir, iki değil. Ve eskiden atılan bu tohumlar şimdi meyva veriyor yâhud biz bu meyvaların farkına varıyoruz.
Daha evvel söyledim ya, mücâdelelerin hepsi, kâffeten âmme, bütün mücâdeleler elfâz üzerindeymiş, manâda değilmiş. Manâ bir. Bunu anlıyoruz şimdi. Benim sözüm değil bu, Hazret-i Mevlânâ bunu Mesnevîsinde söylüyor. Türk diyor ki üzüm alalım, Arap diyor ezrib alalım, öteki diyor ineb alalım, öteki diyor engür alalım. Mücâdele çıkıyor. Sonra üzüm gelince hepsi ona saldırıyorlar. Meğerse hepsinin aradığı oymuş. Dövüşdükleri bedâvâymış, elfaz üzerineymiş, isim üstüneymiş yani. 
Veyâhud da şuna benziyor, gene Hazret-i Mevlanâ'dan. Bir fili koydular bir çadırın içerisine. Bir takım a'mâları o çadırın içerisine gönderdiler ve herkes fili tuttu, bütün a'mâlar. Ve dışarıya çıkardılar, soruyorlar işte, "Fil neye benzer?". Birisi dedi ki, "Fil duvara benzer". Bir tânesi, "Fil sütuna benzer" dedi. Biri dedi, "Fil sofra bezine benzer, halıya benzer". Biri dedi, "Fil kamçıya benzer". Anladılar ki, a'mânın biri girdi filin karnını tuttu. Karnını tutan filin, duvara benzetti. Sonra hakîkatde araştırıldı ki, herkes fili tarîf etti. Filin kulağını tutan halıya benzetti. Filin bacağını tutan sütuna benzetti fili. Kuyruğunu tutan kamçıya benzetti. Yani hepsi fili tarîf etti ama hepsi filin bir tarafını tutmuşlar. 
İnsanlar bir hazîneye mâlik, fakat mâlik olduğu hazîneden kendileri bî-haber. İşte sôfiyye ve tasavvuf yolu, insanın hâmil olduğu gizli olan hazînesini ona bildiren yoldur. Her ne var kâinâtda insanda var. İnsan zâhirde küçük, hakîkatde büyük âlem. Zâhirde bu âlem büyük âlem, hakîkatde küçük âlem. Her ne var âdemde var. Âdem için halk olunmuş, âdemde var. İşte sôfiyye insana bunu bildirir. Onun için, "men arefe nefseh fekad arefe rabbeh" yani her kim ki nefsini bildi, o adam Rabb'i bildi. Nefsini bilmeyen Rabb'i bilmedi. Demek ki insâniyyetle başlıyor. Sôfiyye ve tasavvuf insan âlemiyle başlıyor kâinâtda.


**** 

O gün bir duâ meselesi sordular bana Los Angeles'da. Birisi oradan laf karışdırdı, kafamdan hikâye gitdi. Çok güzel bir hikâye var duâ hakkında, o geldi aklıma. Fakat oradan birisi bir şey yapdı, karışdırdı, önüme bir şey sokdu, bir şey kaldırdı, çay verdi, ekmek götürdü derken, bizim kafadan kaydı hikâye. Tayyâreye bindim aklıma geldi. Çok üzüldüm ama burada anlatayım ben o hikâyeyi.

Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm Tûr'a gitmiş. Cenâb-ı Hakk demiş ki Mûsâ Peygamber'e, "Söyle kavmine bu sene kışı çok şiddetli yapacağım" demiş. Anlatdığım kıssa da Mesnevî'den yani. "Çok şiddetli bir kış yapacağım" demiş, "kavmin odunu kömürü fazla alsın" filan demiş. Hazret-i Mûsâ geldi teblîğ etdi kavmine. Kavmi odun aldılar, kömür aldılar, işte kışlık ne yapacaklarsa onu hazırladılar, evlerini tamîr etdiler filan. Aman efendim, bir yaz. Yani bırak kışı sen, yazdan daha güzel bir hava böyle. Bütün kavim demişler ki Hazret-i Mûsâ'ya, "Sen Allah'dan böyle haber getirdin, biz bu kadar masraf etdik, evleri yapdırdık, odun aldık, kömür aldık, hiç kış olmadı. Sen de görüyorsun vaziyeti" demişler. "Evet ben de görüyorum" demiş ama bozulmuş Hazret-i Mûsâ. Doğru Tûr'a gitmiş. "Yâ Rabbi, böyle söyledin, ben de kavmime teblîğ etdim ama sen kış yapmadın, beni kavmime mahcûb etdin. Bunun sebebi nedir?" demiş. "Senin mahcûb olman için değil" demiş, "benim esrârıma kimsenin aklı ermez" demiş. "Bir adamın ihtiyar bir eşeği vardı, o adam o eşeği, ihtiyar olduğu için, kıra saldı. Eşek bana dedi ki, 'Yâ Rabbi, ben ihtiyarım, dişim arpa yemez, saman yemez, ağzımda dişlerim yok. Körpe ot olursa ben yiyebilirim, yoksa ben ölürüm. Sen benim Rabbimsin' dedi, bana niyâz etdi bu şekilde. Ben de kış yapmadım, ona yeşil ot verdim ki, o eşeğin karnı doysun, dişleri yok, tâze ot koparsın diye" demiş. 

Şimdi, o gün orada duâ meselesinde diyecekdim ki, "İçimizde elbet bu eşek kadar Allah'a sözünü geçirecek bir adam çıkar". Öyle diyecekdim fakat işte birisi çıkdı, çay geldi, kahve döküldü derken unutduk, sonra tayyâreye binince aklıma geldi hikâye. 

Listeye geri dön