Sohbet - 29 Ağustos 1984

2 Ocak 2022 tarihinde yayınlanmıştır.

Tefrika
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Resim meselesi, ben gördüm, Muaviye'nin resmi var para üzerinde. Sahabe değil mi Muaviye? Bangır bangır bağırıyoruz sahabe diye. Paranın üstünde resmi var. Resim yaptırmış, elinde kılıcı böyle oturmuş, gözümle gördüm. O hadi Emevîlerin birinci halîfesi, Hazret-i Ömer'in resimli parası var ya. Ona ne dersin? Ömer ibn Hattâb. Evet, gözümle gördüm. Hazret-i Ömer zamânında resimli para basılmış, Îrân için basılmış. Hem de ateşgede, yani ateşle ibâdet ediyorlar. Bir tarafında emîrü'l-mü'minîn Ömer ibn Hattâb yazılı. Gördük. Ortada târih var, arkeoloji var yâhu! 
Geçenlerde gitdiğimde Amerika'da onu söyledik. Arkeolojiye bakarsa bütün millet gavur olur, dînden dışarı çıkar, dîn uydurma çıkar. Dünyânın hayâtını on bin seneye bağlıyorlar, Tevrât'a göre. İki milyar üç yüz on dokuz milyon sene diyor Şeyhü'l-Ekber Hazretleri, hilkat-i âlem için. Yani âlemin zuhûru ki milyar üç yüz on dokuz milyon sene yirmi dokuz bin sene diyor, kendi zamanına kadar. Bu taraf da ayrı. Ha onun için bakıyorsun bir kelle çıkıyor, beş milyon senelik, on bin seneye bağlarsan dünyânın târihini, insanlık târihini sonra ne olur? Yalan çıkar bütün dînler. 
Taş atan bizden attıran bizden değildir. Biz hep taş attırdık. Kıyâfetle, kılıkla, sakalla, bıyıkla...Müslümanlık şekille değildir. Eşkâlle değildir ki müslümanlık. Sakal varsa eğer, Sünnet-i Resûl'se eğer, Ebû Cehil'in de o gün sakalı vardı, karşısındakinin. Übeyy ibn Halef'în de sakalı vardı. "Nerden biliyorsun?" dersen, bak târihe, İbn Mesûd ne diyor, "Gitdim Ebû Cehil'in yanına, sakalından çekdim" diyor, "Gel îmân et" diye filan diyor. Bak sakalı varmış demek ki adamın. Demek ki sakalla müslüman olmuyor adam. Sakalla müslüman olsa, bizim Atinagoros'un sakalı buraya kadardı. (Efendi Hazretleri göbeğine doğru işâret buyurdular). Gâyetle güzeldi hem de, pis de değildi, kirli de değildi, gördüm çünkü patriğin sakalını.
Bizimki kılla, şalvarla, bilmemneyle, filan uğraşıyor. Halbuki bütün dünyâ susamış hak ve hakîkate. Ama mürşid lâzım. Mürşid maalesef bizim gibi yarım adamla olmaz böyle, kâmil olacak. Ve ben isterim ki benim milletim yapsın bu işi. Bin sene Livâ-yı Muhammedî'yi benim milletim çekmiş götürmüşdür. Yani hepsi yıkıldı, Emeviyye, Abbâsiyye. Emeviyye yıkıldı, Abbâsiyye'nin eline geçdi. Abbâsîlerle berâber Türkler Livâ-yı Muhammedî'yi ellerine aldılar ve bugüne kadar getirdiler bunu. İsterim ki benim milletim gitsin, benim milletim götürsün bu işi.
Almanya'ya gitdim, gezmeye gitmişdim. Cuma Namazına gitdik. "Câmi var mı?" dedim, "var" dedi Almanlar, misâfir kaldığım yer. Müslümanların yanına gitmedim, Almanların yanına gitdim. Aldılar beni götürdüler câmiye. Başımda takkeyle oturdum böyle. Hatîb Efendi beni tanımış. Dedi, "İçinizde birini benzetdim ama eğer Muzaffer Bey'sen Allah aşkına ayağa kalk" dedi. "Birine benzetdim" dedi, "Allah aşkına ayağa kalk". Mecbûren ayağa kalkdım. "Buyrun, kürsü sizin, birkaç söz söyleyin" dedi. "Estağfirullah, yâhu ben hazırlıklı değilim kardeşim filan" dediysem de, ısrar etdi. Sordum ona, "ne vaaz edeceğiz? Bayram günü cenâzeden, cenâze evinde düğünden bahsedilmez. Ordaki halkın suçları nedir, kusurları nelerdir, ne görüyorsun ki biz onların çıkıntılarını düzeltelim". Oooo, en mühim şey! Resûl-i Ekrem'in hiç sevmediği davâ! Peygamber'in hiç sevmediği şey! İhtilaf. Süleymancılar, Nurcular, bilmemneciler, leblebiciler, bir alay ihtilaf. Bıraksınlar Almanlar, çekilsinler, müslümanlar birbirlerini yiyecek, öldürecekler. Tuuu! Hepsi Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşı. Utanmaz adamlar. Sonra kalkdık, bağırdık, çağırdık, anlatmaya çalışdık, filan filan. Ama bir seferde ne yapacaksın. 
Hani demişler ki, "bir şeyh geldi, gâyetle sözü tesirli, insanları hak yola getiriyor, şöyle yapıyor, böyle yapıyor". Eşkiyâ dağdan inmiş, şeyhin meclisine gelmiş oturmuş, vaazdan sonra demiş ki, "Şeyh Efendi, senin vaaz u nasîhatini bana çok medh etdiler, ben de dağda bulunuyordum, kalkdım geldim, dinledim ama bana hiç tesir etmedi" demiş. Gülmüş Hazret, "Sen dağda ayı vuruyor musun?" demiş. "Vururum". "Peki ayı yağlı olursa bir kurşunla devirebilir misin?" demiş. "Devrilmez, bir kaç kurşun lâzım". "Sen şimdi yağlı ayıya benzersin, öyle bir vaazla sen adam olmazsın, birkaç sefer gel buraya, dinle, o vakit inşaallah". Bir kurşunla olacak davâ değil.
Birbirlerini yiyecekler. Vahdet-i islâmiyyenin ma'nâsı nedir? "Lâ ilâhe illallah", yalnız kelimesidir o, kelime-i tayyibedir. Vahdet-i islâmiyye, bir vücûd gibi olacak. Yani buraya iğne batdığı vakitde burası acıdığı gibi, bir müslüman kardeşinin ayağına bir taş dokunsa diğerinin kalbi sızlayacak. Yaa böyle olacak. Ama bizim burda, "Oh iyi oldu" diyor. Eyvaaah! Eyvaaah! Eyvaaah bize! 
Resûl-i Ekrem öyle söyledi. "Benim en büyük korkum sizden, Benî İsrâil gibi olur, benden sonra birbirinizle muhâlifleşir, birbirinizle çekişirsiniz" diyor. Dilde tevhîd, amelde tefrîk. Keşke dilde tefrîk olsa da, amelde tevhîd olsa. Maalesef ya. Sonra anlatdık, söyledik bir şeyler. Bir kısmı, testilerinde su olmayanlar, biraz yanaşır gibi oldular, testilerinde su olanlar, ııh, onlar gene itirazlarına devâm etdiler. Maalesef. En mühim davâ bu. Çünkü bir milleti yiyecekleri vakitde, önce parçalarlar o milleti, ekmek gibi, evvelâ parçalarlar, fikir bakımından, sonra yerler o milleti. 
Sonra önderlerimizi iyi değil, dîn önderlerimiz. Ben sarıklıyım, ben de işin içindeyim. Ama ne verdin ki ne bekliyorsun. Yarım. Bir defa doğru dürüst giyinen bir tâne hocaefendi yokdur İstanbul'da. Kim varsa göstersin bana göreyim. Kıyâfeti bozuk bir defa evvelemirde. Ortaoyununa imam kıyâfetiyle çıkan adam gibi. Öyle imam kıyâfeti olmaz. Git papazı gör. İstanbul feth olunalı beş yüz otuz beş sene oldu,  bir papazın ne şekli değişmişdir, ne kıyâfeti, ne vakarı, ne de adedi. Git bak oraya. İstanbul'u Fâtih aldığı zaman patrikhânede kaç papaz varsa, bugün yine aynı patrikhânede aynı papaz duruyor. Şekli yok bir defa imamın. Kabetullah'ın altı taşdır, ama göz ne görürse onu görür, onun için üstüne örtü örtüyorlar. Güzel, süslü örtü örtüyorlar, altı taş onun. Hattâ o perdeyi kaldırsalar, duvarı da yıksalar, yer boş kalsa, gene oraya doğru namaz kılacağız, o tarafa kılacağız namazı. Ama o taşın üzerine örtü örtüyorlar, iyi görünsün diye. Çünkü dost gözü var, düşman gözü var. Çünkü sarığın ma'nâsını bilmiyor. Sarığın ma'nâsını bilmiyor, cübbenin ma'nâsını bilmiyor. Terbiye dersen hiç yok.

 

Orada bulunan bir zât, "Elli sene evvel de böyle miydi Efendi Hazretleri?" diye sorunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki : 

Üç yüz seneden beri böyle. Zannediyorlar ki Cumhuriyet devrinde böyle oldu, değil öyle. Kökü onun Osmanlıdadır. Öyle olmasa böyle olmazdı. Yıkılmazdı. Kim ki Allah'dan udûl eder, Allah onun devletini başına yıkar. Yıkılmasının sebebi odur. Gene Cenâb-ı Hakk'ın lutf u ihsânı var, şehîd şühedânın kanı var, gâzîlerin teri var da Allah bu memleketi bağışladı bize. Bugünkü iş değil o, tee üç yüz seneden beri. Duralama devrinden bu tarafa. Ama çok insanlar vardı, ayrı, iyi insanlar, onlar ayrı davâ. Bu bozukluk o vakitden başlıyor. Sonadan kanser etrafı sardı, her tarafı sardı. Şimdi herkes Cumhuriyet devrine yüklüyorlar ama değil. Yalnız Cumhuriyet devrinin kabahati değil.

Yine aynı zât, "Âtıf Hoca'ya yetişdiniz mi efendim?" diye sorunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Yetişdim, burda kitapçıydı o, kitapçılık yapdı, Şâkir Efendi'yle berâber. Hoca Şâkir Efendi, sâbık alay müftüsü. Oğlu Hüseyin, o da kitapçıydı burda. Şapka meselesinden asdılar Atıf Hoca'yı, asdılar. İhtilalde bazen yaşın yanında kuru, kurunun yanında yaş da yanar. Her şey olur. Kavgada, dövüşde yumruğa bakılmaz. Bir çok günahsız adam asılmışdır, yalnız Âtıf Hoca'ya mahsûs değildir ki. Mahkemede "Giy başına şapkayı" dediler, giyseydi. Niye giymedi? Yani o müslüman kaldı da biz gavur mu olduk! Ne olmuş, giyiverseydi başına. Memleketin ona ihtiyâcı vardı. Giy dediler şapkayı, giymedi. İctihâdında sâbitmiş, filan filan.

Diğer bir zât, "Sultânım, Hadîs-i Şerîf'e dayanarak, bunu ileri sürüyorlar değil mi?" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Hayır. Şapka bir kisvedir. "Men teşebbehe", "tekessere" ma'nâsınadır. Bugün bu elbisenin hepsini giyen hıristiyana benzemişdir. Yalnız şapkayla mı kurtarıyoruz paçayı. "Teşebbehe" kelimesi, kesretden nâşîdir. Okusana binâyı, "i'lem enne ebvâbe't-tasrîf hamsetün ve selâsûne bâben", binâda var işte. Kesret içindir o "teşebbehe" kelimesi.

Orada bulunanlardan biri, "Peki siz bu hadîsi nasıl tefsîr edersiniz" diye sorunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :

O dînden demiyor, o milletden zannederler diyor, dikkat etsenize! Anlamıyorlar. Bak ne diyorum ben. "Men teşebbehe bi kavmin fe hüve minhüm". Hangi kavme insan teşebbüh ederse, o kavmden sayılır diyor. Neden? Gören öyle zanneder. Ben şimdi giyeyim Rum papazının elbisesini, beni gören "Rum bu adam" der. Rum papazının kafasına sarıkla cübbeyi geçir, karşıdan gören "Bu müslüman hocası" der. Bitdi. Ne o sarıkla müslüman olur, ne ben papazın külâhıyla gavur olurum. Bitdi o kadar. Teşbîh meselesidir bu. Benzemek ma'nâsınadır. Benzemek, benzemek. O olur demiyor ki, o olur demiyor, o olur dese başka, ona benzer diyor. 

Yine bir zât, "Sultânım, affınıza sığınarak, amelde benzemek de bu Hadîs-i Şerîf'e şey olmuyor mu" deyince, Efendi Hazretleri "Ne gibi meselâ?" diye sordular. O zât, "Meselâ ahvâl ve efâlimiz" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Hayır. Senin şahsiyyetine kalmış bir işdir. Bütün dünyâ kâfir olsa, sen kendi îmânını hıfz edersen sana kim ne diyebilir. Bütün dünyâ mü'min olsa, sen gizli olarak küfrünü devam etdirsen sana kim ne diyebilir. Yani biz fesli olduğumuz vakit, fes müslüman kisvesi miydi? Kavuk müslüman kisvesi mi? Hadi konuşalım, kim varsa. Kavuk giyiyorduk Yeniçeri zamânında. Bu islâm kisvesi miydi? Hayır. Bugün sofular kisve giyiyorlar, islâm kisvesi mi o? Hindistan kisvesidir o. Hind mecûsîleri giyiyor onu. Müslümanlar saçlı adama burada kafa tutarlar, saçını kes diye, kafayı usturaya vurdururlar, budistlerin râhipleri, kafaları usturalıdır ve saç bırakmazlar. Hıristiyan papazı saç bırakır, budist kökünden keser. İnsan saç bıraksa, Hıristiyana benzemiş olur, ehl-i kitâbdır hiç olmazsa, kızı alınır, kesdiği yenir. Ama İslâm dîninde budistin kızı alınmaz, kesdiği yenmez. Budist olmaya râzı oluyor da bu tarafa müsâade etmiyor, Avrupa'ya benziyor diye. Bırak orasını, konuşmak istiyorsan eğer. Başına takke giyiyorsun, câmiye giderken, Yahudi mi olacaksın? Yahudiler hep sinangoga giderken takke giyerler. Ve Yahudinin dîni senden evveldir. "Men teşebbehe bi kavmin", hadi bakalım. 

"Namaz kılarken başa giyilen beyaz takke nerden çıkmış?" diye sorulunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Takke meselesi. Şimdi efendim, bu dînî bir mesele değildir. Şarkda başı örtmek hürmet, garbda başı açmak hürmetdir. Bizim başımızı örtmemizin sebebi şarklı olmak münâsebetiyle bizde hürmet başı örtmek. Eskiden Osmanlı devrinde, devlet dâiresine gitdiğin vakitde, ki siz yetişdiniz biliyorsunuz, küçüklüğümüzde, bir memur başından fesi çıkarıp koyamazdı, başında fesle çalışırdı. Çünkü ayıpdı, baş açık çalışamazdı. Mesele bu. Onun için Yahudi başını örter sinangoga giderken. Çünkü şarklıdır Yahudi. Filistinli çünkü. 
Çünkü bir de neden? Arabistanda sen açamazsın ki başını güneşde. Yirmi dakîka güneşde kaldın mı, insanın beynine güneş tesir eder ve adam keçileri kaçırır. Peygamber zamânında agel giyiyorlardı, kalansuva giyiyorlardı. Kalansuva, şu şekildedir. (Efendi Hazretleri kağıda kalansuvanın şeklini çizerek gösterdiler). Şu şekilde, böyle bir külah. Uzunca külah. Abbâsîlerin giydiği ve Peygamber Efendimizin bazen giydiği şu. Kalansuva giyiyorlardı. Üzerine Peygamber sarık sarıyordu, sallallahu aleyhi vesellem, bazen agel sarıyordu.
www.muzafferozak.com
Listeye geri dön