Sohbet - 29 Ekim 1981

19 Ağustos 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Darwin Nazariyesi

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri bir Perşembe gecesi Yatsı Namazından önceki sohbetlerinde buyurdular ki :

Bir kitâb okudum, tarîkatlarla mezhebleri karışdırmışlar. İbrâhim Hakkı Hazretleri Marifetnâme'de bahsediyor diyor, bir de Berîka Şerhi't-Tarîka'da İmâm-ı Birgivî yâhud İmâm-ı Hâdimî söylüyor diyor. On iki tarîk diyor, on biri dalâletdedir, bir tânesi hidâyet üzeredir. Biri Hulûliyye. Hulûliyye mezhebdir tarîkat değil ki. Tarîkat başka şeydir, mezheb başka şeydir. Evliyâiyye, Hulûliyye, Halîliyye, İbâhiyye filan böyle bir takım şeyler. Bunlar mezheb, tarîkat değil. Tarîkat başka şey. 
Birisi de çıkmış, İbrâhim Hakk'ı Hazretlerinin Darwin Nazariyesine kâil olduğunu söylüyor. Ne alâkası var. Büyük veliyyullahdır İbrâhim Hakkı Hazretleri. Bir teşbîh vardır sôfiyyede, işte bulut oldum uçdum, yağmur oldum düşdüm filan böyle. Bunların manâları vardır. Havanın kapalı olması insanların gamlı zamanına işâretdir. Yağmur yağması insanın ağlamasına işâretdir. Remzi yani o. Sonra efendim ilkbahar, insanın gençliği, yaz insanın olgunluğu, sonbahar ihtiyarlığı, kış ölümü filan. Ona teşbîhdir böyle o. Yoksa insan evvela cemâdâtdı sonra ağaç oldu sonra hayvan oldu sonra insan oldu, olmaz öyle şey. Allah bunu sarahaten söylemiş. "خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ صَلْصَالٍ كَالْفَخَّارِۙ halaka'l-insâne min salsâlin ke'l-fahhâr, biz insanı toprakdan yaratdık" diyor. İblis'i de ateşden yaratdık, melâikeyi de nûrdan yaratdık diyor. İnsanın vücûdundaki bulunan kesâfet kısmı, onun içerisinde nebâtât var, hayvânât var, cemâdât var. Rûh âlem-i emirdendir, vücûd âlem-i süflîdendir. Rûhun halk nazarında görünmesi için cesed lâzımdır. Cesed onun zarfı ve sûreti olmuş. 
Onun için maymundan olma diye bir şey yok. Maymun insandan olmadır. Kur`ân-ı Kerîm'in beyânına göre. İnsan maymundan olma değil, maymun insandan olmadır. Esteîzübillah, "كُونُوا قِرَدَةً خَاسِـ۪ٔينَۚ kûnû kıradaten hâsiîn". Allah Benî İsrâil'den bir kavme, "Maymun olun" dedi Allah, onlar maymun oldular. Kur`ân'da var. Sonra domuz oldular. Fare oldular. Hattâ Cenâb-ı Fahr-ı Risâlet buyuruyor ki, "Fare olanları hâlâ yahudi sofuluğunu muhâfaza eder" diyor, "deve sütü içmez, deve eti yemez" diyor. Yani fare olduğu hâlde, yahudi sofuluğu neyse kendine mahsûs yani taassubu, sofuluk diye konuşuyorum halk anlasın diye, "taassubunu bırakmaz" diyor, "deve sütünü içmez, deve etini yemez" diyor Cenâb-ı Peygamber. 
Hayvanlar insandan olmadır. Ve hayvanlar insanların amellerinin sûretleridir, göstermek içindir. İnsanda onların hepsi mündemiçdir de göremez. Allahu Teâlâ hayvanları halk etmiş ki görsün kendi amelinin ne olduğunu diye. Darwin Nazariyesi iflâs etdi zâten. Maymundan insan olsaydı, hiç maymun kalmazdı şimdi, hepsi insan olurdu. İnsanın maymun olduğunu Kur`ân haber veriyor, ilme'l-yakîn. Ama ben ayne'l-yakîn insanın maymun olduğunu gördüm. Çok var. Bu benim söylediğim manevî olarak konuşdum ben. Hazret-i Mûsâ zamânında, Benî İsrâil zamanında zâhiren olurdu. Tabii. Yapdığı günah alnına yazılır, hânesinin üzerine yazılır ve akşamdan adam, sabahleyin domuz olur. Dört ayaklı domuz yani. Efendimiz'den sonra, Allahu Teâlâ'nın Peygamberimiz'e olan muhabbetinden dolayı, bizden neshi kaldırmışdır Allah, bizde manevî nesh olur. Ehyânen bir de zâhiren olur. Ama ehyânen bir. Yüz senede, iki yüz senede bir defa filan böyle. Hatırlatır yani neshi. 
Meselâ İbn Şahne Târihinde var. Haleb'de adamın birisi sabah namazı kılan imamın taklidini yapmış filan, maymun olmuş adam. Var İbn Şahne Târihinde gördüm, var. Sonra, burada bir adam öldü, Balat'da, domuz oldu, öldükden sonra. Ben o vakit mollaydım. O vakit Belediye teşkilâtı yokdu, bütün yıkayıcılar gitdi, korkdular yıkayamadılar, kaçdılar. Bir Ahmed Efendi vardı, Vâlide Hastahânesinin imâmı, Tatar Ahmed Efendi, o yıkadı. Yüzüne çuval atdı, yüzünü görmemek şartıyla, vücûdunu yıkadı. Yani çuvalın altından adamın yüzünü yıkadı. Domuz oldu adam. Ben de gitdim. Hattâ yanımda Hâfız Necâtî Efendi var, Mehmed Ağa Camisinin İmamı Hacı Ömer Efendi'nin oğlu Hâfız Necâtî. Berâber gitdik, görelim diye. Domuz olmuşdu. Sonra ben gençliğimde cenâzelerle pek meşgûl olduğum için, bir tâne daha gördüm böyle. Vechi insandı ama domuza dönmüşdü. İki dişi böyle buraya kadar çıkmış, böyle uzamış, acâib olmuşdu. Gözümle gördüm. Yani yüz senede, iki yüz senede bir oluyor böyle. 
Meselâ Nûh tûfânında bütün dünyâyı su basmış. Bazen Allah tûfânı hatırlatır, bir yeri su basar, halk boğulur ölür filan. Bunu gibi yani mevzi olarak böyle, ibret olsun diye.

Efendi Hazretleri sohbete ara verip, Âsitâne'de imâmet vazîfesinde bulunan Râgıb Efendi'ye hitâben buyurdular ki :"Namaz vakti gelmişdir. Saat dokuza vardı. Milleti namaza kaldır. Namaz kılan, Allah'a ibâdet eden zarar etmez. Yatsı Namazını kıldır güzelce. Başka hâfız varsa, onu mihrâba geçir" buyurdular. 

Namazdan sonra yapılan zikrullahdan sonra Efendi Hazretleri sohbetlerine şöyle devâm etdiler :

Abdullah el-Mübârek Hazretleri hacca gitmiş, haccı îfâ etdikden sonra, bir rüyâ görmüş. Rüyâsında iki melek konuşuyorlar. Bir melek diğerine sormuş, " 

İnsan tefekkür etse, bir günde kırk rekat namaz vardır. Değil mi? Bu, ferâiz ve sünnet. Bir de onun arasında kılınan namazlar var. İşte evvâbin namazı var, duhâ namazı var, salât-ı kubur var, ebeveyn namazı var, teheccüd var filan, ayrı, kılanlar için. Beş vakit namaz kılan bir adam, günde kırk defa Sûre-i Fâtiha okur. Sûre-i Fâtiha'nın içerisinde  kırk defa, "ihdine's-sırâta'l-müstakîm" der. Manâsı, "Yâ Rabbi, sana giden yolda benim ayaklarımı sâbit et, ayaklarımı kaydırma benim" diyor yani, "hidâyetden ayırma beni" diyor. Onun için bütün evliyâullah korkuyorlar, îmânsız göçeriz diye. Bütün korkdukları o. Okuyorum da menâkıblarını hazretlerin. Cenâb-ı Hakk'la görüşüyor, konuşuyor da gene korkuyor. Allah'la konuşuyor. Cenâb-ı Hakk ona ilhâm ediyor. İlhâm ediyor kendilerine bazen Cenâb-ı Hakk. Sözsüz, sessiz. Böyle olduğu hâlde, gene korkuyorlar, "Aman Yâ Rabbi, bizi îmânsız götürme âhirete" filan diyorlar.  

Vaktiyle içki mübtelâsı olan bir pâdişâh, tımarhâneyi ziyârete gitmiş. Onun içkiye düşkün olduğunu bilen başhekim, içki sofrasını donatmış ve hükümdârı sofraya buyur etmiş. Pâdişâh, yiyip-içerken, akıl hastalarından birinin karşıdan bakmakda olduğunu farketmiş, eliyle işâret edip onu yanına çağırmış ve içki dolu bir kadeh uzatarak : "Haydi, al sen de iç" demiş. Deli, "Pâdişâhım, müsâade ederseniz, size bir soru soracağım. Bu soruma cevap verebilirseniz içkiyi içeceğim" demiş. Pâdişâh, "Haydi sor bakalım, nedir?" deyince, o akıl hastası pâdişâha şu soruyu sormuş : "Siz, benim gibi olmak için içiyorsunuz, ya ben içince kimin gibi olacağım?..." Hükümdâr, delinin bu sözüyle  ayılmış, kendine gelmiş ve kadehini kırıp içkiye tövbe etmiş.

Efendi Hazretleri buyururlardı ki :

Evvelâ içkiyi terketmek lâzım. Hem paranla kendini zehirliyorsun hem de kendi kendini rezil ediyorsun. Sorun bakın, mahkemelerdeki katil da'vâlarında hep "Sarhoşdum, bana şöyle söyledi, asabîleşdim, vurdum" diyorlar. Hep "sarhoşdum" diyorlar, hiç "aklım başımdayken vurdum" diyen yok. 

Yeniçeri zamânında askerlik mecbûrî değildi. Harbe gidenler Kapıkulu askerleri ile eyâletlerdeki askerlerdi.  O devirlerde harb çıktığında pâdişâh irâdesi ile meşâyihden bir zât Ordu Şeyhi olarak tayin edilir, mürîdleri ile berâber harbe iştirâk ederdi. Diğer tekke meşâyihinden de isteyenler dervîşleri ile berâber harbe giderler üstelik bunlar, harbin en ön saflarında bulunurlar ve zikrullah ile harbi kızıştırıp, askere moral verirlerdi.

Tımarhânedeki deliler, bir odanın anahtar deliğini bellemişler, sıraya girip devamlı o delikden bakıyorlarmış. Biri baktıkdan sonra diğeri onun yerine geçiyor ve bu böyle sürüp gidiyormuş. Bu hâle şaşıran bir doktor da delilerin arasına karışmış, nihâyet sıra ona gelmiş ve o da merakla delikden içeri bakmış. İlk bakışda bir şey göremeyince, birkaç defa daha sıraya girmiş ve aynı delikden birkaç defa daha bakmış ama her seferinde boş bir odadan başka bir şey göremeyince, delilere dönüp demiş ki : 
"Yâhu ne var bu odanın içinde? Ne bakıyorsunuz? Ben baktım, hiçbir şey görmedim"
Deliler doktora sormuşlar : 
"Sen kaç kere baktın?"
Doktor cevap vermiş :
"Birkaç kere baktım"
Deliler şu şaşırtıcı cevâbı vermişler :
"Biz on senedir hiç durmadan bakıyoruz bir şey göremiyoruz, sen iki-üç kere bakmakla mı göreceksin!"

Vaktiyle Osmanlı devrinde, Of kaymakamı bağlı olduğu Trabzon vâlisine bir dilekçe yazarak, maaşının azlığından ve masrafının çokluğundan şikâyet edip maaşına zam yapılmasını istemiş...Dilekçe, altında iki kelimelik basit bir notla geri gelmiş :

İnşaata devam!

Kaymakam, bu işte bir yanlışlık olduğunu düşünerek dilekçeyi tekrar göndermiş ancak yine aynısı olmuş. Dilekçenin altında "İnşaata devam" yazıyormuş. Çok sinirlenen kaymakam, doğru vilâyet merkezine gidip vâlinin huzûruna çıkmış ve demiş ki :
Vâli Paşa Hazretleri, siz benimle alay mı ediyorsunuz?. Ben size geçim sıkıntısından bahsediyorum, zam taleb ediyorum, siz her seferinde "İnşaata devam" diye cevap yazıyorsunuz. Bu nasıl iş Allah aşkına?
Vâlinin cevâbı ibretlik olmuş :
Onda anlamayacak ne var! Senin kadron, maaşın belli, onu arttırmak kolay değil. Senin yapacağın iş, orada burada inşaat işleri yapmak meselâ bir yol açarsın sonra onu bozup başka bir yol inşaatı yaparsın, böylece yolunu bulursun. İşte ben sana bunu anlatmaya çalışıyorum.
Listeye geri dön