Sohbet 3 Eylül 1981

22 Aralık 2020 tarihinde yayınlanmıştır.

Resulullah

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri, bir sohbetlerinde söz sayıların ve harflerin esrârından açılınca, buyurdular ki :

Şâfiî, Hanbelî, Mâlikî, Hanefî. Dört. Baybıl, Torah, Quran, Zebûr. Dört tâne. Sonra, şerîat, tarîkat, hakîkat, marifet. Dört. Dervîşler dört kapıdan içeri girerler. Şerîat, tarîkat, hakîkat, marifet, dört, ona işâretdir. İklîm dört, yaz, kış, ilkbahar, sonbahar. Kabe dört yüz. Daha sayayım sana. Anâsır-ı erbaa dört. Halîfe, dört. Lafza-i celalin hurûfu, dört. Allah. Muhammed aleyhisselâmın harfi, dört. Dört büyük melek, Cebrâil, Mikâil, İsrâfil, Azrâil aleyhimüsselâm.

Bu sohbet meclisinde tarîk-i mevleviyye meşâyihinden ârif ve zarîf bir şeyh efendi de bulunuyordu ve sohbete soruları ile iştirâk ediyordu. Tam bu esnâda, "Enhâr-ı cennet?" deyiverdi. Efendi Hazretleri "Erbaa" yani dört diye tasdîk buyurunca neşelenerek, "Buldum değil mi?" demişdi. Efendi Hazretleri evet anlamında "eyvallah" deyince, "Huzûr-i seniyyelerinizde" diyerek tevâzû etmişdi. Onun bu tevâzuuna Efendi Hazretleri  "estağfirullah" diye mukâbele etmiş ve sohbetlerine şöyle devâm etmişlerdi :

Kur`ân-ı Kerîm'de hepsi var. Burda ne yapıldıysa hepsi Kur`ân'da var. Ve burda oturduğumuz da Kur`ân'da var. Çünkü Allahu Teâlâ buyuruyor ki, "وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ velâ ratbin velâ yâbisin illâ fî kitâbin mübîn", yaş ve kuru, evvel ve âhir, zâhir-bâtın ne varsa Kur`ân'dadır. "هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ  hüve'l-evvelü ve'l-âhirü ve'z-zâhirü ve'l-bâtın", Allah'ın esmâsıdır ama Hakk'dan gayrı bir şey olmadığına göre her şey O'dur. Yaa, "وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ velâ ratbin velâ yâbisin illâ fî kitâbin mübîn". Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın Allahu Teâlâ'nın sıfatlarıdır ama zâhirde de bu işte kâinâtda. Hakk'dan gayrı bir şey yok. "Lâ mevcûde illâ hû". "Lâ ilâhe illâ hû", "lâ maksûde illâ hû", "lâ mevcûde illâ hû". En yüksek merâtibi de odur, "lâ mevcûde illâ hû"dur. Havâssü'l-havâssın zikri.

 

MisâfirŞeyh Efendi, "Esrâr-ı erkâma âid bir eser var mı?" diye sorunca, Efendi Hazretleri "Var tabii" buyurdular. Hazret soruyu tekrarlayınca, Efendi Hazretleri, "Elbette" buyurdular. Hazret, sorusunu şerh ederek, "Yani vâhidin tazammun etdiği meânî-i âlî, üçün, yedinin, kırkın?" deyince, Efendi Hazretleri, "Tabii, tabii, ilm-i vefk derler ona" buyurdular ve sohbetlerine şöyle devâm etdiler :

Meselâ 66 Allah'dır. Lam, lam, 30, 30, 60, he, 5, elif, 1, 66. "Aman lafzı senin ism-i şerîfinle müsâvîdir/Anınçün âşıkın zârı amândır yâ Resûlallah". Amân, Muhammed çıkar.

Koca bir kitâb var onun hakkında bende, kendi kütübhânemde. Esrâr-ı hurûf, ona ilm-i vefk diyorlar, vefk ilmi. İşte iki kısım o, birisi ebced-i kebîr, birisi ebced-i sagîrledir. İki kısımdır, biri ebced-i kebîr, biri ebced-i sagîr.

Misâfir Şeyh Efendi, "Dokuzun tazammun etdiği meânî, on sekizin tazammun etdiği meânî nedir?" diye sorar sormaz, Efendi Hazretleri, "Hepsi Muhammed aleyhisselâma çıkıyor" buyurunca Hazret, "Aman çok güzeeeel, bu bin kitâb eder, mâşâallah" diyerek memnûniyetini dile getirdikden sonra, "Çünkü on yedi bin âlem değil, on altı bin âlem değil, on sekiz bin âlem. Sebeb-i hikmeti demek, o nûrâniyyete tekâbül etdiğinden" deyince, Efendi Hazretleri "Evet, öyle" diyerek tasdîk buyurdular ve sözlerine şöyle devâm etdiler :

İşte koca bir kitâb var böyle, hep getiriyor getiriyor, topluyor topluyor, hep Muhammed aleyhisselâm çıkıyor, o vaziyetde. Uşşâkiyyeden Hazret-i Salâhî'nin yazdığı kitâb. Gayr-ı matbû, tab edilmemiş, el yazısıyla, bende var. Var bende, kütübhânemde var, Salâhaddîn Uşşâkî Hazretlerinin.

Hazret, "Yedi de çok tekerrür ediyor Efendi Hazretleri" deyince Efendi Hazretleri şöyle buyurdular :

Çok. " سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۜ seb'a semâvâtin tıbâka". İklîm yedi, ses yedi, yer yedi, gök yedi, renk yedi. Cehennem de yedi. Cennetin sekiz.

Hazret gülerek, "Yalnız cennet sekiz" deyince Efendi Hazretleri, "Cennet sekiz, o da 'sebekat rahmetî alâ gadabî'ye işâretdir. Rahmet-i ilâhînin gadabını geçdiğine işâret" buyurdular.

O meclisde bulunan bir akademisyen söz alıp, "Teknik Üniversiteden bir bey, bizim eski câmilerde, bilhassa Sinan'ın câmilerindeki ölçüler üzerinde çalışmış, bunların ebced karşılığı var mıdır diye merak sarmış. Câlib-i dikkat şeyler keşfetmiş. Meselâ Edirne Selimiyesinde kubbe üzerine kadar olan rakam Âdem, onun üzerinden minâre üzerine kadar ism-i celâl çıkıyor, Allah çıkıyor" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Tabii, elbet. Rumelihisarı çifte Muhammed'dir. Rumelihisarı, kalesi çifte Muhammed'dir. Hepsini böyle yapmışlar. Yani hepsi hesaplıdır ve rumuzludur. Hiç böyle körükörüne bir şey yapmamışlar, hepsi rumuzludur.

Efendi Hazretleri, bak, "بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ beldetün tayyibe", rakamı ne? 857. İstanbul'un fethini tutuyor. "بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ", sekiz yüz elli yedi tutar. Rakamla İstanbul'un fethi. Sonra gene, bismillahirrahmânirrahîm, "وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِنْ بَعْدِ الذِّكْرِ اَنَّ الْاَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ Ve lekad ketebnâ fi'z-zebûri min ba'diz-zikri ennel arda yerisühâ 'ibâdiye's-sâlihûn", buraya kadar, Mısır'ın fethidir. Sultan Selim Hân, bunu gördü ve gitdi Mısır'ı feth etdi. "اَنَّ الْاَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ ennel arda yerisühâ ibâdiye's-sâlihûn", ard, ibâd-ı sâlihîne mîrâsdır. 
Bende başka şeyler de var. Meselâ zamânımızdaki büyüklerin ölümleri de var Kur`ân-ı Kerîm'de, târihle. Evet, işte olduğu gibi anlatıyorum. Kim isterse çıkartırım, veririm. 
Diyor ki Hazret-i İbn Abbâs, "devem kaybolsa", İbn Abbâs Hazretleri, sultân-ı müfessirîn, "Devem kaybolsa, Kur`ân-ı Kerîm'i açar, devemi bulurum" diyor. Gene İbn Arabî, bineğinden aşağı düşdü, mürîdleri koşdular kaldırmak için, "Durun" dedi. "Efendim, bir şey mi oldu?" dediler. "Hayır" dedi, "bu hayvandan aşağı düşüşüm Kur`ân'da var mıdır yok mudur, onu tefekkür ediyorum ve buldum" dedi, "Sûre-i Fâtiha'da var". 
"هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ hüden lil müttakîn". Ne kadar ittikâ ederse, Kur`ân o kadar söyler o adama.

 

Efendi Hazretleri, sözü Resûlullah'ın vârislerini getirerek buyurdular ki :

O'nun velâyet sıfatının vârisleri, velîlerdir, nübüvvet sıfatının vârisleri ulemâdır, âlimlerdir. Hiç ayrı değil. Bir bardak suyu denizden ayırdık, deniz diyemeyiz ama denizden hâriç de değildir. Kerâmet-i vücûd-i Muhammediyyeye mâlik olmayan velî olmaz bir defa. Olur ama avam velîsi olur. Çünkü "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah" diyenlerin hepsi velîdirler. Ama velâyet-i hâssa vardır, velâyet-i âmme vardır. Bu, velâyet-i âmmeye girer. Velâyet-i hâssaya mâlik olanlar, kerâmât-ı vücûd-i Muhammediyyeye vâris olanlardır. Aynı onun gibidir. "مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَۚ  men yuti'ir-resûle fe kad etâ'allah"dır. Kim Resûl'e itâat etdi, Allah'a itâat etdi. Öyle bir veliyyullaha bîât, doğrudan doğruya Peygamber'e bîatdır, lâ şekk velâ şübhe. Sûre-i Fetih'de, "اِنَّ الَّذ۪ينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّٰهَۜ يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْۚ innellezîne yubâyi'ûneke innemâ yubâyi'ûnallah, yedullahe fevka eydîhim", sana kim bîat etdi, bana bîat etdi diyor Hazret-i Allah.

Hazret, verâsetin keyfiyyetinden sorunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Resûlullah'ın neş'esinin zuhûrudur. Görene, köre ne! O zâtda Neş'e-i Muhammedî'nin zuhûrudur. Görene tabii. Görmeyen bir şey yok. Ebû Cehil de bakdı ama görmedi. Bakmakla değil, görmekle. Okumakla değil, anlamakladır. Halîfe diye müstahlefinin sıfatlarına mâlik olana derler. Nâib-i Nebî o demek, halîfe o demek.

Hazret, "Mevcûd mudur Efendi Hazretleri" diye sorunca, Efendi Hazretleri, "lâ şekk velâ şübhe, ilâ yevmü'l-haşr" buyurdular ve şöyle devâm etdiler :

Kıyâmete yüz sene kala, bir asır kala, hadîs-i şerîfle sâbit, Kur`ân-ı Kerîm, hem canlı kur`ânlar, elfâz-ı Kur`âniyye kürreden kalkar. Kıyâmete yüz sene kala. Kürre-i ardda Allah Allah denildiği müddetçe kıyâmet kopmaz. 

Misâfirimiz, "Öyleyse kıyâmet kopmaz, bir zerre yokdur ki Allah demesin, bunu ne yapacağız?" diye sorunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Ama Efendi, Hakk ağız Hakk'ı söyler. Allah Allah'la bilinir, Hakk ağız Hakk'ı söyler, Hakk göz Hakk'ı görür, Hakk kulak da Hakk'ı işitir.
Mü'minin kıyâmeti ölümüyledir. Haşrı neşri o vakit olur. "Ve izâ mâte kâmet kıyâmetuhû". Küçük kıyâmetdir o. Orta kıyâmet de var. Orta kıyâmet, bir milletin istiklâlinin elinden gitmesi, o milletin esîr olmasıdır. Küçük kıyâmet bir kimsenin ölümüyledir. Orta kıyâmet, bir milletin istiklâlinin elinden gidip, o milletin idâresinin kendinden olmayanlara verilmesidir. Üçüncü kıyâmet, "اِذَا السَّمَٓاءُ انْفَطَرَتْۙ ﴿١﴾ وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْۙ ﴿٢﴾ وَاِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْۙ ﴿٣﴾ وَاِذَا الْقُبُورُ بُعْثِرَتْۙ ﴿٤﴾ عَلِمَتْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ وَاَخَّرَتْۜ ize's-semâün fetarat. Ve ize'l-kevâkibü'n-teserat. Ve ize'l-bihârü füccirat. Ve ize'l-kubûru bu'siret. Alimet nefsün mâ kaddemet ve ahharet". Yâhud, "اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْۙۖ * وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْۙۖ ize'ş-şemsü küvviret. Ve ize'n-nücûmu'n-kederet". İşte o da bu. Çünkü bir binâ yapıldı mı, yapılan şey yıkılır. Doğan ölür. Ya ölür ya olur. Hayvansa ölür, insansa olur. Kendinde gizli olan defîneye haberdâr olur, sâhib olur. Herkesde bir hazîne vardır, fakat kendi hazînesinin farkında değildir, haberi yokdur. Mâlik olduğu hazîneyi bilmesi, irfândır o.

Misâfirimiz olan Şeyh Efendi, "Bir bahis daha açabilir miyiz, ellerinden öpelim?" diyerek tevhîd-i efâl, tevhîd-i sıfat ve tevhîd-i zât hakkında sorunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :

"فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ fe kâne kâbe kavseyni ev ednâ", tevhîd-i zâta işâretdir. Tevhîd-i efâle işâret, "وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰىۚ vemâ rameyte iz rameyte velâkinnallahe ramâ", tevhîd-i sıfata âyet, "لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَز۪يزٌۘ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَر۪يصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ lekad câeküm resûlün min enfüsiküm azîz, aleyhimâ anittüm harîsun aleyküm bil mü'minîne raûfun rahîm". İnsandaki tecellî-i ilâhîye de Kur`ân'da remz, âyet, insandaki tecelliyât-ı ilâhînin Kur`ân'daki remzi, şecere-i mübârekeden gelen, "innî enellahu lâilâhe illâ hû" nidâsıdır. Yani Hazret-i Mûsâ aleyhisselâma şecereden, "innî enallah" nidâsı geldi. Şecereden bu zâhir olursa, insandan haydi haydi bu zâhir olur. İnsan halîfetullahdır. Yalnız,

Mest olanların kelâmı kendinden gelmez velî
Pes ene'l-Hakk nice söyler kişi Mansûr olmadan
O makâmın sâhibi olmadan söylerse, ağzını yırtarlar sonra. Söylerse hükûmet-i ilâhiyyenin sırrını fâş etmiş olur, başı belâdan kurtulmaz. Allah'ın sırrını fâş edenleri Cenâb-ı Hakk, ya ipe verir, ya kılıca verir.

Misâfirimiz yeni bir suâl tevcîh ederek, "Muhyiddîn Arabî'de fakîrin manzûrum oldu. Diyor ki, er-rabbü abdün, ve'l-abdü rabbün. Aman onu lutfedin efendim. Ne güzel, çok azîm bir bahis Efendi Hazretleri. Bu buyurduğunuza mı taalluk eder o?" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki : 

İşte insandaki bulunan esrâr-ı ilâhîye işâret, sırr-ı ilâhîye işâret, tecelliyât-ı ilâhîye. Her ne var âdemde var. Şeytan bu sırrı keşf edemediğinden Âdem'e secde etmedi. Edemedi, tabii ya. O sırrı keşf edemdiğinden Âdem'e secde edemedi. Edemeyince de, "fahruc fe inneke racîm" denildi, "çık huzûrumdan, lanete uğradın, ilâ yevmü'd-dîn".

"Gurûrundan mı mütevellid etmedi" diye sorulunca, Efendi Hazretleri şöyle buyurdular : 

Yok, aşka tâlib oldu, aşkı vermediler ona. İlm-i ezelîde Cenâb-ı hakk'ın tecelliyâtı böyle oldu. Kendisi ilân etdi, "Yarattığım mahlûkât içerisinde kendime bir düşman ittihaz edeceğim" diye. Melekler bu haberi alıp, Şeytan'a geldiler. Anlattığım hadîsle sâbit. Dediler ki, "Yâ Hâris", ismi Hâris, Azâzil,  çok ismi var, İblis, Müflis, Şeytan. Hemen hemen Cenâb-ı Hakk'ın doksan dokuz esmâsı kadar esmâsı var onun da. Çünkü nerde Allah zikredilir, orda Şeytan da zikredilir. Eûzübillahimineşşeytânirracîm, bak. Dediler, "Yâ Hâris, böyle böyle, Hakk Teâlâ yarattığı mahlûkât içerisinde, kendisine birisini düşman ittihaz edecekmiş. Böyle ilân etdi. Duâ et de bizi yapmasın. Biz O'nun mahlûkuyuz". İblis duâ etdi, "Yâ Rabbi, bunlar senin kullarındır, bunları kendine hasım ilân etme, ittihaz etme" dedi. Kendi nefsini unutturdu Allah. İblis'in duâsı kabûl oldu, melekler kurtuldular, şeytan lanete uğradı. Ok ona çarpdı. Bir gazâ oku koyverildi, melekler hepsi aşağı indiler, yattılar, şeytana vurdu ok. Zavallı Hazret-i Âdem'deki sırrı keşf edemedi. "Ene hayrun minh, ben ondan daha hayırlıyım, halaktenî min nârin ve halaktehû min tîn, beni ateşden onu toprakdan halk etdin, vestekbera ve kâne minel kâfirîn". Kıyâs-ı bâtıl yapıyor. "Neden secde etmedin?" dedi Cenâb-ı Hakk. Dedi ki, "halaktenî min nârin ve halaktehû min tîn, ene hayrun minh, ben ondan hayırlıyım, ben ateşden, o toprakdan" dedi. "Fahruc fe inneke racîm", Allah, "Çık huzûrumdan" dedi. "İnne lanetî ilâ yevmiddîn, yevmiddîne kadar lanetim üzerine olsun" dedi. O da dedi ki, "Bana müsâade et, yevm-i yubasûna kadar". Allah mühlet verdi. O vakit dedi ki Cenâb-ı Hakk'a, "Sana giden yolun üstüne oturacağım, sana gelen kulların, önünü ardını sağını solunu keseceğim" dedi. "Sana vâsıl olmasınlar, perde olacağım" dedi. Allah dedi ki, "leyse aleyhüm sultânün, benim öyle has kullarım vardır ki sen onlara musallat olamazsın" dedi. 
Hakk ile Hakk olanlara kendi özün bilenlere 
Hakk yolunda ölenlere kan bahâsı dinâr olmaz

Hakk'da yok olanlar, Hakk ile bâkî kalırlar. Fenâfillah bekâya götürür. Kim ki "mûtû kable en temûtu" sırrına mazhar oldu, haşrı neşri gördü bunda nefha-i sûr olmadan.

Misâfirimizin "küntü nebiyyen ve'l-âdemü beyne'l-mâi ve't-tîn, Âdem su ile toprak arasındayken ben nebî idim" meâlindeki hadîs-i şerîf hakkında bilgi istemesi üzerine Efendi Hazretleri buyurdular ki : 

"Âdem toprak ile su beynindeyken ben nebî idim". "Âdem'in suyu ve toprağı karılmadan ben nebî idim". Çünkü Cenâb-ı Hakk kendi nûrundan bir nûr halk eyleyip, o nûra "kün Muhammedâ, Muhammed ol" dedi. O vakit ne Âdem vardı, ne felek velvelesi, ne melek gulgulesi. Cenâb-ı Hakk kendi nûrundan Muhammed aleyhisselâmın nûrunu halk eyleyip, "kün Muhammedâ, Muhammed ol" dedi.
Muhabbetden Muhammed oldu hâsıl
Muhammed'siz muhabbetden ne hâsıl

"Henüz daha bir şey yok, kâinât diye bir şey yok. Yani on sekiz bin âlem yok, değil mi" diye sorulunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Yok, yok. O on sekiz bin âlemi de biz saymışız. On sekiz milyon âlem de var ya neyse. On sekiz binde kamışız biz. İdrâk-i beşere o kadar verilmiş. Sonra Nûr-i Muhammed, "Lâilâheillallah" dedi. Hakk Sübhânehû ve Teâlâ cevâb verdi, "Muhammedü'r-Resûlullah" dedi. Biri Hakk'ı tevhîd, diğeri nübüvveti tasdîk eyledi. Bu iki kelimeden, kelime-i münciye oldu. "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah". Onun üzerine Cenâb-ı Hakk Kur`ân'da , "ve kefâ billâhi şehîden Muhammedü'r-Resûlullah, kâfirler senin nübüvvetini inkâr ediyorlar, ben senin şâhidinim, sana kâfî değil mi?" buyuruyor. O vakit ne Âdem vardı, ne cennet, ne cehennem vardı. Sonra Nûr-i Muhammed'den taksîm olup, aks aldı, arş, kürsi, sidretü'l-müntehâ, yedi kat semâ, cennet ve nâr halk olundu. Tekrar o nûrdan bir nûr daha zuhûra geldi, meleklerin nûru ve canlıların nûru ve insanın nûru. Bak, kaç mertebeden sonra Hazret-i Âdem. İşte Âdem toprak ile su arasına gelmeden Peygamber nebî idi. Biz de O'nunla berâberdik, ayrı değildik. Daha zuhûr etmemişdi. Bir nüvenin içerisinde bulunan eczâlar daha zuhûr etmedi. Bir buğday aldık elimizde tutuyoruz böyle, ondan sonra o buğday çatladı, içerisinden bir filiz zuhûr etdi, sonra yüz buğday verdi
Dâne iken bâğı bostân eyledin
Dâneyi yüz dâne kıldın âkıbet

Resûlullah'la berâberdik o vakit, o meclisde. "İns ü cin cümle yaradılmadan, yok iken ol vâra uğradım geldim" diyor Yûnus Emre Hazretleri. Hakk'la berâberdik. Onun için Muhyiddîn İbn Arabî Hazretleri, "nahnü ezeliyyün ve ebediyyün" buyuruyorlar. "Lâ mevcûde illâ hû" olduğuna göre, Hakk'la berâberdik. "Nahnü ezeliyyün ve ebediyyün". "İns ü cin cümle yaradılmadan, yok iken ol vâra uğradım geldim". Ne insan ne cin yaradıldı, o vakit ben o vâra uğradım geldim diyor Yûnus Emre.

 

İns ü cinni cümle yaradılmadan
Yok iken ol vâra uğradım geldim
Mi'râcda Muhammed ben bile idim
Kandildeki nûra uğradım geldim

Evvel yaz bahar ayında açıldım
Halkın âresine bende saçıldım
Destireyle ben başımdan biçildim
Servideki zâre uğradım geldim

Ben Ya'kûb'am Yûsuf'umu ararım
İner Yemen illerinden sorarım
Veyse'l Karânî'ye ben tâc örerim
Mansûr ile dâre uğradım geldim

Mansûr ile dârda Bağdâd'da idim
Mûsâ ile Tûr'da kelâmda idim
Bülbül ile gülde gülşende idim
İbrâhîm'le nâre uğradım geldim

Âşık Yûnus eydür behey âlimler
Birikdiler bir araya geldiler
Sen bu dersi kimden aldın dediler
Şeyhim Tapduk Emrem uğradım geldim

www.muzafferozak.com

Listeye geri dön