20 Mart 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Neyse onu okuyacaksın, taklid yapdığın vakitde, namaz olmaz.
Efendi Hazretlerinin taklidden murâdı, başka milletlerin tarzıyla ve şîvesiyle okumakdır. Her milletin gırtlağı farklıdır, okuyuşu da ona göredir. Arap başka türlü okur, Acem başka türlü. Hattâ Araplar arasında bile farklar vardır. Magrib lehçesi farklıdır, Sudan şîvesi farklıdır, Hicaz tavrı farklıdır. Bir Türk kendi şîvesini bırakıp da Arap gibi, Acem gibi okumaya kalkarsa bu bir taklîd olur, zorlama olur.
Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bir zât dese ki, "Hocaefendi, sen namazı uzatıyorsun" dese, hocaefendi de o zât namaza durduğu vakit, namazı kısa kıldırsa, mürâî olur, namaz olmaz. İmamın işine hiç karışılmayacak.
İmam efendi, şaşırdı, arkadan birisi feth etdi, söyledi, imam da onun fethine kulak vermedi, feth edenin namazı bozulur. "Yâhu Kur`ân okudu", bozulur. Yeniden tekbir alması lâzım, iktidâ etmesi lâzımdır imama. Karışmayacaksın imamın işine.
Meselâ beşinci rekata kalkarsa imam, kalkmazsın, oturursun. Üçe kalkarsa, yani ikide oturmayıp kalkarsa, sen de kalkacaksın beraber. Fakat dörtden beşe imam kalksa, sen kalkmayacaksın. Üçde otursa, oturup, o selâm verse, sen vermeyip, kalkıp dördü ikmâl edip selâm vereceksin.
İmâmet öyle kolay iş değil. Hazret-i İmâm-ı Azam'a sormuşlar, "İmâmetden ata biner dört nala kaçarım" demiş. İmâmet meselesi çok mühim. İmâmete geçen zât, Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellemin vasîsi oluyor ve yerine kâim oluyor. Malum ya ilk imâm, Efendimizdir. İmâmü'l-mürselîn. Îmâm olan zât, mihrâba geçip halkı Allah'a takdîm ediyor. Onun için imamlar fıkhı iyi bilecekler yani mesâil-i fıkhıyyeyi. Çünkü ufak bir hata namazı alt üst eder.
İmâmete geçdiğin vakit, bildiğin yeri okuyacaksın. Sana hafız demesinler ziyânı yok, bildiğin yeri oku. Allahu Teâlâ Kur'an'da "فَاقْرَؤُوا مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْآنِ fakraû mâ teyessere mine'l-Ku`rân" diyor, "Kur`ân'dan neresi kolay geliyorsa orayı okuyun" diyor.
Ters okunmaz, meselâ ilk rekatda "kulhüvallah" ikinci rekatda "innâ a'taynâ" okumak mekrûhdur. Kerahat-i tahrimiyyedir. İlk rekatda "innâ a'taynâ" sonra "kulhüvallah" okunacak. İlk rekatda "izâ câe" okumuşsun, ikinci rekatda "kulhüvallah" okunmaz, mekrûhdur, kerahat-i tahrimiyye ile. "Kul eûzü bi rabbi'l felak" okuyabilirsin. İki sûre atlayacaksın. "İzâ câe"den sonra ya "tebbet" okuyacaksın yâhud "kul eûzu bi rabbi'l-felak" okuyacaksın. Bir sûre atlarsan mekrûhdur. Kerâhat-i tahrîmiyye vardır. Sûre okurken bir âyet atlarsan, mekrûhdur. Üç âyet atlarsan o vakit câiz olur.
Bir de duracağın yerlere çok dikkat etmen lâzımdır. Meselâ "zeheballah" deyip rukûya eğilemezsin, "zeheballah" dedin mi "Allah gitdi" olur o. "zeheballahu bi nûrihim" dedikden sonra rükû edebilirsin.
Bir adam "Rabbenâlekel hamt" dese namazı fâsid olur, "hamt" ateş yakmak manâsınadır. Hamd, Allah'a hamd etmekdir. Yani rüku, sücûd, ibâdet etmek manasınadır. "Te" olmayacak, "Rabbenâleke'l-hamd" denecek. "Dal" mahreci verecek". Halbuki hep "te" veriyorlar. "Rabbenâlekel hamt" ateş yakmak ma'nâsınadır. "Semiallahü limen hamide", "Semialla hülümen" değil, "hülümen" değil. "Semiallahü limen hamide" diye mahrec verilecek.
"eaallahuekber" dese namaz gitdi, niye, çünkü istifham olur, "Allah büyük mü?" diye soruyor müezzin. İmam da "Allahuekber" diyor, "Allah büyük" diye cevâb veriyor müezzine. Orada hemze uzadı mı böyle, o vakit, ne olur o? İstifham olur. "Allah büyük mü?" diye sorar. "Allahuekber" başka, "eaallahuekber" başka. "eaallahuekber" derse, o vakit "Allah mı büyük?" demiş olur, o mana çıkar Arapçada.
Sonra tekbîrler de ayrı ayrı olacak. Kıyâm ve teşehhüd tekbîrlerini cemâate sesle haber verecek. Oturulacak mı kalkılacak mı. Meselâ "Allaaaahuekber", oturma tekbîridir. "Allahuekber", kalkma tekbîridir. Bazısı teşehhüdde kalkma tekbîri verince halk hepsi birden ayaklanıyorlar. Ramazandı, Bayezid Camisinde İdris Efendi namaz kıldırıyor, meşhûr Ayasofya İmâmı, Allah rahmet eylesin. Çok severdim, iyi bir insandı o. Ehl-i cennet, saf, temiz. Hâfızlardan temiz bir insandı o. Hocaefendi lafzatullahlara basar, "vALLÂHu gafûru'r-rahim" diye basar böyle, "innALLÂHe gafûru'r-rahîm" filan diye böyle. O namaz kıldırırken biz de arkada müezzinlik yapıyoruz, o vakit gencim ben. Hocaefendi "vALLÂHu" deyince, arka saflar hepsi birden rükûa eğildiler. "Allahuekber" anladılar. Berbat bir şey oldu, ön taraf ayakda, arka taraf rükûda. Hoca "Allahuekber" dedi, bu sefer arka taraf kalkdı, ön taraf indi aşağı doğru. Caminin içi karmakarışık oldu. Biz güldük namazın içinde, çekildik. Allah rahmet eylesin, başmüezzin, o aldı tekbîri, gülmedi. Biz genciz o vakit, şimdi gülmem ben öyle şeylere. Sonuna kadar müezzinliği o yapdı, başmüezzin. Biz o vakit delikanlıydık, güldük. Karmakarışık oldu caminin içi. Ön taraf yatıyor, arka taraf kalkıyor filan böyle karmankarışık. Onun için imam efendi, cemaate anlatacak, yani "oturacağız" "kalkıyoruz", bu da tekbîrle olacak.
Meselâ bugün İkindi namazında Bayezid Câmisinde olan hâdisât. Müezzinin sesi işitilmiyor imamın sesinden. İmam efendi alabildiğine bağırıyor, müezzinin sesi kayboluyor imamın sesinin arasında. Olmayacak, imam efendi bağıramaz. Çok bağırmaya gelmez, yellenebilir imam. Kubbede gümbürtü olur. Çok bağırmaya gelmez. İshal olursa donuna kaçırabilir. Çok bağırmayacak imam. "Allâhüekber" dedi mi müezzine bırakacak gerisini, müezzin yapacak ikmâl edecek onu, müezzinin tekbiri ayrı.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri bir Ramazan sohbetlerinde buyurdular ki
Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem diyor ki, Ramazân'ın evvelinde, yani sülüs-i evvelinde, mü'minler oruca alışkın olmadıkları için, açlıktan dolayı baş ağrısı, sersemlik gibi bir takım zahmetler çekerler ki malum daha oruca alışılmamış, işte bu hâldeyken Cenâb-ı Hakk, o kula merhamet nazarıyla nazar edermiş, merhametiyle nazar edermiş. Kulum benim sözümü dinledi, yemeği içmeği terk etdi, ciğeri susuzlukdan kavruldu, açlıkdan başı ağrıdı, şekeri şöyle oldu, diğer hastalığı böyle oldu fakat ne yaptı, benim rızâmı kazanmak için orucunu tuttu. O vakit ona merhametle nazar edermiş Cenâb-ı Hakk. Öyle olunca da ne yapıyor, mağfiret ediyor. Mağfiret edince, günahlardan soyuyor. Soyunca cehennemden âzâd ediyor. İş onunla da bırakılmıyor. Ne kadar günahı varsa sevâba kalb ediyor. "يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّـَٔاتِهِمْ حَسَنَاتٍۜ yübeddilullahe seyyiâtihim hasenât". Seyyiât hasenâta tebdîl olunur, tahvîl olunur. Tuzlaya gömülen eşek gibi. Tuzlaya ölü eşeği gömersen, bir sene sonra açarsın, tuz olur o. Günah da, günahın ne kadar çok olursa olsun, oruçla sevâba tahvîl olunuyor.
Onun için işin evveli rahmet. Allah bir kuluna rahmet nazarıyla nazar ederse bir daha onu nâra koymazmış. Elhamdülillah. Mağfiret ediyor, affediyor. Sonra da nârından âzâd etmesiyle, bir daha ateşe koymuyor onu. Zâten anasından doğduğu gibi oluyor. "Men sâme ramazâne îmânen vahtisâben gufire lehû mâ tekaddeme min zenbih". Râvîsi Ebâ Hureyre, diğer sahâbeler de var. "Bir kimse sevâbını Allah'dan ümîd ederek oruç tutarsa, bu kimsenin geçmiş günahları affolur" diyor. Gene, "Sâimin cezâsı benim indimdedir" diyor Allah. Oruç tutanın mükâfâtını ben vereceğim, bana âit diyor. Söylemiyor, şunu vereceğim bunu vereceğim diye. Ben biliyorum diyor. "Ene eczî bih". Onu ben mükâfâtlandıracağım diyor Cenâb-ı Hakk.
Oruç meselesi böyle ama oruç üç kısım. Bir oruç var ki bizim tuttuğumuz oruç gibi, yemek içmekten kendimiz men' etmek bir de cinsî münasebetten kendimizi korumak. Bu avâm orucu. Bir oruç var, yemek içmekten ve cinsî münâsebetten kendisini koruduğu gibi, gözünü hıyânetten kulağını kötü söz dinlemekten, lisânını gıybetten ve kalb kırmaktan men' etmek, ayaklarıyla hayırlı yerlere gitmek, elleriyle hayırlı işler yapmak, böyle yaparak diğer a'zâ ve cevârihine de oruç tutturmak. Gene bir oruç var, bu da yemek içmekten kendini men' etmek, cinsî münâsebetten kendini korumak ve aynı zamanda bu yedi a'zâya oruç tutturduktan sonra, kalbinde Allah muhabbetinden, Allah rızâsından gayrı hiç bir şeyi Allah'dan taleb etmemek. Ne cennet, ne cehennem. Zâten oruç cehenneme kalkandır. "Es-savm cünne". Cünne, kalkan demekdir. Cehenneme perdedir yani kalkandır oruç. Oruç tutan bir mü'min de kalbinde Hakk rızâsından gayrı bir şey ümîd etmeyecek. Yani ücretli iş yapmayacak. İşçi değiliz biz, hele dervîşler. Ücret beklemeyecek yani karşılığında cennet beklemek ya da cehennemden çekinmek yok. Biz kulluğumuzu yaparız, O da Allahlığını yapar. Kabûl eder, etmez, O'nun şânına âittir o. Bize düşen vazîfe, kulluk yapmakdır. Biz kulluk yaparız yaparız, bin sene oruç tutarız, alnımız yerlerde çürür, dizlerimiz yerlerde çürür, devenin dizleri gibi olur, kalkar Allah bizi nâra koyar. Koyar. İstediği gibi yapar. O'nundur mülk çünkü. Cenâb-ı Hakk'a bu şekilde kulluk yapmakla mükellefiz biz. Ne cenneti ümîd, ne nârdan korku. Sırf Allah rızâsı. "Rabbim kulum demezse" diye kork. Cenneti filan bekleme, Hakk Teâlâ kulum derse senin için cennet işte. Öyle bileceğiz.
Ama Cenâb-ı Hakk'ın gene müjdesi var, "A'mâl-i sâliha icrâ edenlere cenneti vereceğim" diyor. "إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ innellezîne âmenû ve 'amilus sâlihâti ve ekâmüs salâte ve âtevüz zekâte lehüm ecrühüm 'inde rabbihim felâ havfün 'aleyhim velâhüm yahzenûn". A'mâl-i sâliha icrâ edenlere Allah'ın va'di var. Allah va'dinden dönmez, va'îdinden döner. Va'îd, korkutucu, korkutmak. Va'd, ahdetmek, vermeyi ahdetmek, vaad etmek. Allah ahdinden dönmez fakat va'îdinden döner. Korkutur, yakarım der yakmaz, döverim der dövmez, affediverir. İyi ki öyle yapmış. Nasıl yaptıysa öyle güzeldir. Nasıl yaptıysa öyle güzel. Beğenmezsek, fi'l-i ilâhîyi beğenmemek olur. Nasıl yaptıysa öyle güzel.
Dün akşam ben bir ma'nâ gördüm. İnanır mısınız benim söyleyeceğim söze? İnanırsınız tabii. Cenâb-ı Hakk dün akşam bana cennette vereceği bir hûriyi gösterdi. Bizim hanım da var işin içerisinde. Dedim "Eyvah! Bizim hanım bunu görürse kıskanır" diyorum. "Ama bunu Allah verdiği için kıskanmaması lâzım gelir" diyorum. Ne dille tarif olur, ne kalemle yazılır. Bir kitapta gördüm de, Dâvûd-i Tâî Hazretlerinin rüyâsı var. "Ramazân'ın ilk gecesiydi bir ma'na gördüm" diyor. "Terâvihden sonra yattım azıcık uzandım, yorulmuşdum" diyor. "Bir takım insanlar gördüm, bir takım kadınlar gördüm, gâyetle neşeli, giyinmişler ve tezyînâtla kendilerini süslemişler, diller tarif edemez" diyor. "Kimsiniz diye sordum. Cennet hûrileriyiz dediler" diyor. "Ve bana Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah dediler" diyor. "Hangi peygamberin hûrilerisiniz diye sordum" diyor. "Yok" demişler, "Yâ Dâvûd, biz peygamber hûrisi değiliz", demişler. "Onlarınkiler daha hasnâ müstesnâ". "Ya siz kimsiniz?". "Oruç tutan mü'minlere verilecek olan hûrileriz biz" demişler.
Dâvûd-i Tâî Hazretleri. Malum ya, Hasan-ı Basrî, Habîb-i Acemî, Dâvûd-i Tâî, Marûf-i Kerhî, Süreyr-i Sakatî, Cüneyd-i Bağdâdî, şecerede böyle geliyor. Dâvûd-i Tâî'yi görmüşler, görünce, "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah" demişler. "Hepsinin alnında tevhîd yazılıydı" diyor. "Allah bizi oruç tutan mü'minlere hazırladı, biz peygamberlere verilen hûri değiliz, onlar daha a'lâ" demişler. Hakîkaten Hazret-i Şeyh öyle söylemiş, hakîkaten ben de gördüm dün akşam. Gördüm. Görülmemiş bir şey canım, hâlâ gözümün önünde duruyor. Fesübhânallah! Acîb! İnsan cinsinden, insan cinsinden ama acâib. Meselâ saçları var, saçları altın yaldız gibi. Gözleri elâ göz, etrafındaki kirpikleri filan âcâib, tarifi mümkün değil. Fesübhânallah! "وَحُورٌ ع۪ينٌۙ* كَاَمْثَالِ اللُّؤْلُؤِ۬ الْمَكْنُونِۚ *جَزَٓاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ Ve hûrun 'în. Ke emsâlil lü'lüil meknûn. Cezâen bimâ kânû ya'melûn". Sûre-i Vâkıa'da var. "İpleri kopmuş inci tâneleri gibi" diyor Cenâb-ı Hakk. Gözünün önüne getir süsü, işte onun gibi diyor. Gözleri inci rengi gibi. Acâib bir şey. Meselâ o öyle olunca a'mâ gözü gibi olur değil mi? Öyle değil. Tarifi mümkün değil.
Dün akşam ben bir ma'nâ gördüm. İnanır mısınız benim söyleyeceğim söze? İnanırsınız tabii. Cenâb-ı Hakk dün akşam bana cennette vereceği bir hûriyi gösterdi. Bizim hanım da var işin içerisinde. Dedim "Eyvah! Bizim hanım bunu görürse kıskanır" diyorum. "Ama bunu Allah verdiği için kıskanmaması lâzım gelir" diyorum. Ne dille tarif olur, ne kalemle yazılır.
Bir kitâbda gördüm de, Dâvûd-i Tâî Hazretlerinin rüyâsı var. "Ramazân'ın ilk gecesiydi bir ma'na gördüm" diyor. "Terâvihden sonra yatdım azıcık uzandım, yorulmuşdum" diyor. "Bir takım insanlar gördüm, bir takım kadınlar gördüm, gâyetle neşeli, giyinmişler ve tezyînâtla kendilerini süslemişler, diller tarif edemez" diyor. "Kimsiniz diye sordum. Cennet hûrileriyiz dediler" diyor. "Ve bana Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah dediler" diyor. "Hangi peygamberin hûrilerisiniz diye sordum" diyor. "Yok" demişler, "Yâ Dâvûd, biz peygamber hûrisi değiliz", demişler. "Onlarınkiler daha hasnâ müstesnâ". "Ya siz kimsiniz?". "Oruç tutan mü'minlere verilecek olan hûrileriz biz" demişler.
Dâvûd-i Tâî Hazretleri, malûm ya, Hasan-ı Basrî, Habîb-i Acemî, Dâvûd-i Tâî, Marûf-i Kerhî, Süreyr-i Sakatî, Cüneyd-i Bağdâdî, şecerede böyle geliyor. Dâvûd-i Tâî'yi görmüşler, görünce, "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah" demişler. "Hepsinin alnında tevhîd yazılıydı" diyor. "Allah bizi oruç tutan mü'minlere hazırladı, biz peygamberlere verilen hûri değiliz, onlar daha a'lâ" demişler.
Hazret-i Şeyh öyle söylemiş, hakîkaten ben de gördüm dün akşam. Gördüm. Görülmemiş bir şey canım, hâlâ gözümün önünde duruyor. Fesübhânallah! Acîb! İnsan cinsinden, insan cinsinden ama acâib. Meselâ saçları var, saçları altın yaldız gibi. Gözleri elâ göz, etrafındaki kirpikleri filan âcâib, tarifi mümkün değil. Fesübhânallah! "وَحُورٌ ع۪ينٌۙ* كَاَمْثَالِ اللُّؤْلُؤِ۬ الْمَكْنُونِۚ *جَزَٓاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ Ve hûrun 'în. Ke emsâlil lü'lüil meknûn. Cezâen bimâ kânû ya'melûn". Sûre-i Vâkıa'da var. "İpleri kopmuş inci tâneleri gibi" diyor Cenâb-ı Hakk. Gözünün önüne getir süsü, işte onun gibi diyor. Gözleri inci rengi gibi. Acâib bir şey. Meselâ o öyle olunca a'mâ gözü gibi olur değil mi? Öyle değil. Tarifi mümkün değil.
Efendi Hazretleri bu rüyâyı 1984 senesinde Ramazan-ı Şerîfin dördüncü gecesinde görmüşler, beşinci gecesinde anlatmışlardı.