5 Aralık 2016 tarihinde yayınlanmıştır.
Sizlere, sohbetlerinde bulunma şerefine eriştiğim, bir gönül sultânının tadına doyulmaz sohbetlerinden ve O’nun kendisine has sohbet uslûbundan bahsetmek istiyorum…O'nu, kimileri vaazları te'sîrli bir hocaefendi, kimileri eski eserler ve yazma kitaplar sahasında yektâ bir sahaf, kimileri de ölü kalbleri zikrullah ile ihyâ eden bir mürşid olarak tanırlar...En çok bilinen bu vasıflarının yanında, müezzinlik, zâkirlik, imâmet, duâhânlık, mûsıkîşinâslık, bestekârlık, şâirlik hattâ karagöz oynatıcılığı gibi daha birçok mahâretleri de kendisinde toplamış olan bu müstesnâ insan, Muzaffer Efendi Hazretleridir...
Muzaffer Efendi Hazretlerinin sohbetlerindeki tadına doyulmaz lezzet ve insanı âdetâ büyüleyen hârikulâde uslûb, hem yaradılışından gelen hitâbet kâbiliyyetinden hem de uzun yıllar meclislerinde bulunduğu çok kıymetli âlimlerin, hocaların, mürşidlerin ve her biri kendi sahasında parmakla gösterilen kıymetli insanların sohbetlerinden kaynaklanıyordu…Bu zevâtın isimlerini tek tek sayabilmek mümkün değil ama fikir verebilmek için her zümreden birkaç ismi de zikretmekde fayda var…Mürşidler zümresinden, başda kendi mürşidleri Abdurrahman Sâmî Efendi, Ahmed Tâhir Efendi ve Fahreddin Efendi Hazretleri olmak üzere Tâhirü’l Mevlevî, Seyyid Şefîk Efendi, Şeyh Râşid Efendi, Şeyh Gavsi Efendi, Şeyh Muhyiddin Efendi gibi devrin şeyh ve mürşidlerinin bir çoğu sayılabilir… Âlimler meyânında, başda kendi hocaları Hayrullah Efendi, Hüsrev Efendi, Alasonyalı Cemâl Efendi, Gümülcineli Mustafa Efendi, İsmail Hakkı Efendi olmak üzere devrin bir çok âlimi sayılabilir…Akademisyen hocalar arasında da başda meşhûr târih profesörü Mükrimin Halil Yinanç olmak üzere Süheyl Ünver, Râif Ogan ve daha birçok kıymetli hocalar sayılabilir…Her biri kendi sahasında mütehassıs, kıymetli insanlara misâl olarak da İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Neyzen Tevfik, Allâme Said Efendi, Zâkirbaşı Mazhar Baba, Reîsülhattâtîn Kâmil Efendi, Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey, Zâkirbaşı ve Hattat Nuri Korman ilk aklıma gelen isimler…İşte Efendi Hazretleri, bu kadar çeşitli ve zengin kaynaklardan topladığı engin mahfûzâtı, kendi imbiğinden süzerek, tabiri câizse, öğrendiklerinin özünü, usâresini çıkarmışdı…Tıpkı tonlarca gülden bir kilo gülyağı elde edilmesi gibi…Nasıl ki hâlis gülyağının bir damlası bile gülün kokusunu buram buram duyurursa, Efendi Hazretlerinin sohbetleri de hâlis gülyağı misâli hak ve hakîkat kokusunu o şekilde duyururdu…
 |
Meşhûr dükkânında ilmiyye kıyâfeti ile |
O’nun sohbetlerinde dikkat çeken bazı hususlara gelince…
“Filin lokması karıncaya verilmez…”
Efendi Hazretlerinin sık sık dile de getirdiği “kellimunnâsi 'alâ kaderi 'ukûlihim” yani “insanların seviyesine göre konuşun” tavsiyesi O'nun en önemli düstûrlarındandı...Hep dinleyenlerin seviyesini dikkate alır ve ona göre konuşurdu...Meselâ uluorta Arapça tabirler ve terkibler kullanmaz, sarf-nahiv kâidelerinden bahsetmez, ıstılahât-ı fıkhiyye denilen özel dînî terimleri kullanmazdı...Daha da önemlisi, bazı ilmî konuları ve özellikle tasavvufun bazı ince meselelerini herkesin önünde konuşmazdı…“Filin lokması karıncaya verilmez” buyururlardı…
Bu hususda şöyle de bir hâtıram var :
Efendi Hazretleri her Ramazan Bayezid Camiinde ikindiden sonra sohbet ederlerdi…Sohbet camide olduğu için, her kesimden ve her seviyeden insan olurdu…Birgün dinleyenler arasında bulunan bir zât, Efendi Hazretlerine hitâben “Efendim! Sohbetinize hiç doyulmuyor ama bir gün de lutfedip İbn Arabi Hazretlerinin eserlerinden meselâ Fusûs’dan Fütuhât’dan da bahsetseniz ne güzel olur” deyince Efendi Hazretleri, tam da bu meseleye ışık tutan zarîf bir hikâye anlatmak sûretiyle “Bu konular burada konuşulmaz” mesajını vermişdi…
Tabii kim ne derse desin, her zaman anlatılanı anlamayan kıt akıllı insanlar da vardır...Efendi Hazretlerinin vaaz ve sohbetlerinde yeri geldikçe anlattıkları güzel bir hikâye vardı...Şöyle ki :
Bir sofu tımarhânenin önünden geçerken başhekime doğru seslenmiş : "Sizde ma'siyet illetine çâre var mı?..." Hekim şaşırmış, bu soruya cevap verememiş...Orada bulunan akıl hastalarından biri başhekimden izin isteyip şu cevâbı vermiş : "Tövbe kökünü, istiğfâr yaprağı ile karıştırır, kalb havanında, tevhîd tokmağıyla döversin, insâf eleğinden elersin, göz yaşınla sularsın, aşk ateşinde pişirirsin, kanâat kaşığı ile yersin, birebir gelir...." Sofu bu cevâba hayrân olmuş ve: "Dîvâneden bir söz çıktı dîvâna sığmaz..." demiş
Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Ben bir gün bunu vaazımda anlattım, cemaatin arasından birisi gelip ne dese beğenirsin; "Hocam! Bu tövbe kökü ile istiğfar yaprağı Mısır Çarşısında satılır mı?..."
“Tarihden ibret almayan târihe ibret olur...”
O'nun sohbetlerinde, kıssalar yani hikâyeler çok önemli unsurlardı… "Târihden ibret almayanlar târihe ibret olurlar" buyurarak eskilerin hikâyelerinden ibret almanın ehemmiyetini sık sık vurgularlardı...Yine aynı hususda şöyle buyurmuşlardı :
"Uzun bir ders, çoğu zaman dinleyenlerin aklında kalmaz. Ancak o dersin özü hükmündeki bir kıssa hem dersin akılda kalmasını sağlar hem de yeri ve zamanı geldiğinde muhâtaba bir meseleyi anlatmak hususunda paha biçilmez bir cevher hükmünde olur..."
Efendi Hazretleri, sohbetin konusuna göre öyle bir hikâye anlatırdı ki, hem dinleyenler mes'eleyi tam olarak anlar hem de bir daha akıllarından kolay kolay çıkmazdı...Meselâ, irşad hususunda sohbet ederken, başkalarının hatâlarını düzeltirken onları incitmemek gerektiğini, hep tatlılıkla muamele edilmesi gerektiğini söyler ve Hazret-i Mevlânâ’nın Fîhimâfîh adlı eserindeki şu kıssayı anlatırlardı :
Hikâye ederler ki; Hasan ve Huseyn radıyallahu anhumâ çocukluk günlerinde bir adamın yanlış abdest aldığını gördüler ve ona doğru abdest almayı en güzel şekilde öğretmek istediler ve o adama dediler ki; "Biz senin huzûrunda abdest alalım, sen bak, ikimizden hangimizin abdesti daha doğru ve şerîate daha uygundur" İkisi de adamın yanında abdest aldılar. Adam dedi ki : "Evlatlarım, sizin ikinizin de abdestiniz şerîate tamâmıyla uygun ve doğrudur; bu miskînin abdesti yanlışmış"
Misâlleri istenildiği kadar arttırabiliriz.. Meselâ, mahlûkata şefkatin öneminden bahsederken “meşhûr sôfî Zinnun Mısrî Hazretlerinin hac yolunda gördüğü susuz bir köpeğin sulanması karşılığında 70 haccının sevabını bağışladığını", idareciliğin manevi mesuliyeti hakkında konuşurken, “Behlul Danâ'nın Harun Reşid'in tahtına oturduğu için görevliler tarafından dövülmesi ve ağlaması, onun dayak yüzünden ağladığını zanneden halîfenin teselli veren sözlerine karşı, ben dayak yüzünden ağlamıyorum, ben bu tahta iki dakika oturdum bu kadar dayak yedim sen yıllardır oturuyorsun kimbilir sen ne kadar yiyeceksin” demesini, Aşk bahsinde, Kur’ân’da da zikredilen Yusuf aleyhisselam kıssasını, Tövbe konusunda bir hadis-i şerîf ile bildirilen “Yüz kişiyi öldüren adamın kıssasını”, kısacası sohbetin konusu ne olursa olsun ona denk düşen bir bazen birkaç hikâye anlatırlardı...
“Latîfe latîf gerekdir...”
Efendi Hazretleri son derece nüktedân ve latîfeyi seven bir insandı...Dahası, sohbet ve irşad uslûbu içinde de, nükte ve latîfelerin özel bir yeri vardı...Belki bu latîfeler bazılarına sadece bir mizah unsuru gibi gelebilir fakat biraz dikkat edilirse görülecekdir ki bunlar güldürücü olduğu kadar düşündürücü ve ibret verici hikâyelerdir. Üstelik bunların bir kısmı târihî ve edebî açıdan da çok kıymetlidir…Kıssalarda olduğu gibi latîfeler de yerinde ve zamanında kullanıldığında maksadı ifâde etmek bakımından son derece etkilidirler…
Efendi Hazretleri "Biz mürşidler hem ağlatır hem de güldürürüz" buyururlardı…"Bu dünyaya geldik, hep ağlayacak değiliz ya biraz da gülmemiz lâzım" derler ve latîfenin dînen de câiz olduğunu ve Resûl-i Ekrem Efendimizin de latîfeleri olduğunu söylerlerdi…
Nükte ve latîfelerin bir başka faydası da bazı hassas konuları “anlayana sivrisinek saz” kabîlinden üstü kapalı bir şekilde ifâde edebilmekdir…
O zarîf nüktelerden birkaç örnek verelim…
• Adamın biri tımarhânenin önünden geçerken içeriye doğru seslenerek manalı manalı “İçeride kaç deli varsınız?...” diye sormuş…Hastalardan biri şaşılacak bir cevâp vermiş : “Siz dışarıda kaç akıllı varsınız?!...”
• "Bir Bektâşî ile Karadenizli bir kayıkçı denizde giderlerken fırtına çıkmış, deniz köpürmeye ve tekneye sular girmeye başlamış...Bektâşî'nin yüzü korkudan sararınca Karadenizli kayıkçı onu teskîn etmek için : "Ne korkaysun Allah ÇERİM'dur daa" deyince Bektâşî şu ârifâne cevâbı vermiş : "Ben de ondan korkuyorum ya! İster misin O KERÎM ALLAH bizi balıklara İKRÂM etsin!..."
• Yaşlı ve tecrübeli balık, acemi küçük balıkları etrâfına toplamış ve anlatmaya başlamış : "Siz bilmezsiniz, bu içinde bulunduğumuz dünyânın dışında da bir dünya vardır...Orada insan denilen bir düşmanımız vardır...O düşmanın bizleri avlamak için geliştirdiği birçok âlet ve yöntem vardır...Bakın size tek tek tarif edeyim de sakın aldanıp da avlanmayın..." diyerek sırayla balıkçıların kullandığı her türlü olta, ağ, zıpkın ve sâireyi birer birer anlatmaya başlamış...Bilge balık daha sözünü bitirmeden bütün balıklar kendilerini bir ağın içinde bulmuşlar...Acemi balıklar az önce kendilerine bilmiş bilmiş ders veren yaşlı balığa imâlı imâlı bakınca yaşlı balık şöyle demiş "Hiç öyle ters ters bakmayın!...Buna tepeden inme derler, buna çâre olmaz!..."
• Birgün Molla Nasreddin ile Timur hamamda yıkanıyorlarmış...Her despot idârecide görülen acâib hâller Timur'da da olduğundan bir ara Hoca'ya şu acâib suâli sormuş : "Eğer ben pâdişâh değil de bir köle olsaydım, kaç para ederdim?..." Hoca hiç tereddüt etmeden : "Ben size en fazla 10 para verirdim..." diye cevap verince Timur sinirden kıpkırmızı olmuş ve Hoca'ya hitâben "Hoca! Ben seni akıllı bir adam zannederdim, şu üstümdeki peştemal bile dediğinden fazla eder" deyince Hoca taşı gediğine koymuş..."Ben de zâten peştemalı hesaba katarak o fiyatı biçtim!..."
 |
Meşhûr dükkânında şîve taklidleri ve mimiklerle hikâye anlatırken... |
“Allah vergisi hünerler”
Efendi Hazretleri ne anlatırsa anlatsın, kuru kuru anlatmazlardı…Bir hâtırasını da anlatsa, bir kıssa, bir nükte veyâ latîfe de anlatsa hep sanki bir tiyatro sahnesi gibi canlandırarak anlatırlardı...Bu hususda Allah vergisi bir kâbiliyyet vardı…Yeri geldiğinde anlattığı hâtıra ve hikâyelerde sık sık Arap, Rum, Ermeni, Yahudi, Acem, Laz, Arnavut karakterleri birebir şive taklidleri ile anlatırlardı...Tabii böyle bir anlatımın insanda bıraktığı etki de çok farklı olurdu…
Diğer bir özelliği de son derece nüktedân ve hazırcevap oluşu idi…Hazırlıksız yakalandığı, hiç beklenmeyen sorulara da son derece nükteli cevaplar verirlerdi…Bunlardan biri ABD seyahatlerinden birindeki şu hâdisesdir :
Efendi Hazretleri ihvânı ile gittiği ABD’de bir katedralde zikrullah yaparlar…Zikrullahdan sonra orada bulunan Hırsitiyan din adamlarından biri şöyle bir soru sorar
“Siz bizim mabedimizde kendi ibâdetinizi yapabildiniz, peki biz İstanbul’a gelsek sizin mabedlerinizden birinde kendi ibâdetimizi yapmamıza izin verir misiniz?”
Her hâlinden maksadlı olduğu belli olan bu soruya Efendi Hazretleri hiç tereddüd etmeden şöyle cevap verir :
“Biz sizin peygamberiniz İsa aleyhisselamı peygamber olarak kabul ediyoruz o yüzden de sizin ibâdethânelerinizi kullanma hakkımız vardır…Gelin siz de bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselamı kabul edin, biz de size camilerimizi açalım…”
Soruyu soran adam donup kalır, cevap veremez…
 |
ABD'de bir TV sohbetinde |
“Laf lafı açar...”
Efendi Hazretlerinin sohbetlerinde en çok dikkat çeken husûsiyyetlerden biri de, sohbetlerini hep iç içe parantezler açarak sürdürmesi ve açtığı parantezleri maharetle birer birer kapatarak sohbetini tamamlamasıydı…Sohbet içinde geçen meselâ bir şahıs, yer ya da hâdiseyi ikinci bir bahis gibi ele alır bazen bu ikinci bahis içinde geçen bir âyet, hadis ya da hikmet hakkında üçüncü bir fasıl açardı…Bu içi içe fasılların sayısı sohbetine göre değişmekle beraber bazen kimi kısa kimi uzun on-onbeş fasıl açılır ve kapanırdı…Bu, fasıl içinde fasıl, sohbet içinde sohbet usûlü sâyesinde dinleyenlerin dikkati dağılmaz, sohbet ne kadar uzarsa uzasın dinleyenler hiç bitmesin isterlerdi…
“Taklid tefekkürü kaldırır”
Efendi Hazretlerinin birçok sohbeti, kendisine sorulan sorulara cevap mâhiyetinde olurdu…Ancak arada bir o da sohbet meclisinde bulunanlara bazı ilginç sorular sorardı…Ekseriyetle bu sorular cevabını pek kimsenin bilmediği sorular olurdu…Efendi Hazretlerinin bu gibi soruları sormakdan maksadı insanları tefekküre sevketmek ve ezbercilikden vazgeçirmek idi…Bu sorulardan hemen aklıma gelen birkaçı şunlar :
• Allah kün emrini vara mı verdi yoğa mı verdi?
• “Şöhret afetdir” hadîs-i şerîfine nasıl ma’na vereceğiz? Peygamberlerin, Allah dostlarının da şöhreti var, öyleyse şöhret nasıl âfet olur?
• Her namazın ezânı ve kâmeti vardır, peki cenâze namazının ezanı ve kâmeti ne zaman okunur?
Efendi Hazretleri öğrendiklerini ezberleyerek tekrarlamak yerine, onları birer birer tahkîk etmiş, hepsini hakkıyla idrâk ettikden sonra başkalarına anlatmayı ve öğretmeyi şiâr edinmişdi…Kendisi böyle olduğu gibi herkese de bu yolu tavsiye ederdi…
 |
Konya yolunda trende ihvânıyla sohbetde |
“Zamân, mekân, ihvân”
Sohbet üstâdları demişler ki, sohbet şu üç şarta bağlıdır : Zaman, mekân ve sohbet arkadaşları olan ihvân...Efendi Hazretleri, öyle bir sohbet insanıydı ki, âdetâ bu üç şartın ikisine hâcet kalmamışdı...Çünü O, hemen hemen her yerde ve her zaman sohbete müheyyâ idi...Yeter ki sohbet edilecek bir dost bulunsun...
Meselâ, aslında bir ticârethâne olan Sahaflar Çarşısındaki meşhûr dükkânı O'nun en önemli sohbet mekânı, aslında alışverişe ayrılması gereken mesâî saatleri de sohbet zamânı idi...O dükkana kimler gelmezdi ki…Âlimler, üniversite hocaları, müftü efendiler, hoca efendiler hâfız efendiler, yazarlar, edebiyatçılar, hattatlar, mûsıkîşinâslar daha kimler kimler...
Akşam olunca tabii dükkân kapanır ama sohbet bitmez...Akşam saatlerinde de sohbet, gününe göre, ya Efendi Hazretlerinin postnişîni olduğu dergâhda, ya bir ahbâbın evinde, ya bir kıraathânede devâm ederdi...Tabii sohbete iştirâk edenler kısmen ya da tamâmen değişebilir buna göre de sohbetin muhtevâsı, uslûbu değişir ama sohbet hep devâm ederdi...
Sohbet mekânları arasında Küllük ve Marmara Kıraathânelerinin birkaç sebeble ayrı bir yeri vardır…Öncelikle, buraları kamuya açık mekanlar olduğu için herkes çekinmeden gelebilir, istediği kadar oturabilir, istediği zaman da ayrılabilir…Halbuki özel meclislere ya da dükkana bu rahatlıkda gelmek ve istenildiği kadar oturmak herkes için mümkün olmazdı…İkincisi bu kıraathaneler hem üniversiteye hem de o devrin kültür merkezlerine yakın olduğu için müdâvimleri de çok seçkin insanlardı...
Efendi Hazretleri seyahat esnasında da sohbet etmeyi çok severdi...Trende, arabada, gemide, uçakda kısacası sohbet edilebilecek ihvân ve yârânın olduğu her yer ve zaman onun için müsâit idi...
Efendi Hazretleri sohbet için radyo ve televizyon da dahil her mecrâyı kullanmışlardı…Hattâ kitaplarını yazarken kullandığı uslûb da aslında tam bir sohbet uslûbudur…
Efendi Hazretleri sohbetden o derece büyük keyif alırlardı ki, bir seferinde, saatler süren sohbetin onu çok yorduğunu fark edenler “Lütfen biraz istirahat buyurun, çok yoruldunuz” dediklerinde “Lüzum yok, benim istirahatim ancak ahbâb u yârân ile sohbetdedir” buyurmuşlardı…
 |
Bir meşk meclisinde vecd ile ilâhi okurken |
“Dervişin fikri neyse zikri de odur”
Sohbet konularına gelince…
Efendi Hazretleri sohbetlerinde kâh bir hâtırasını anlatır, kâh bir Allah dostundan bahseder, menkıbelerini anlatırdı…Bazen tarihi bir hâdiseyi anlatır, bazen tasavvufî bir meselenin inceliklerinden bahseder, bazen bir âyet-i kerîmenin, bazen bir hadîs-i şerîfin inceliklerinden bahseder, yeri gelir akâid meseleleri üzerinde durur, bazen de fıkhî bir mes’eleden bahsederdi…Tabii bunları kitâbî bilgiler şeklinde değil, dinleyenin hayâtına tatbîk edebileceği şekliyle, merak uyandıran muğlak taraflarını açıklayacak şekilde anlatırdı…Bazen de nevâdir kabîlinden hikâyeler anlatır yani hiç bilinmeyen şahıs ve hâdiselere temas ederdi…Meselâ, vaktiyle bütün türbelerde aydınlatma için zeytinyağı kullanıldığı halde Ravza-yı Se'âdet’in mis gibi kokması için sadece gül yağı kullanıldığını ve bunun için vakıflar yapıldığını, Hazret-i Hüseyin’in İstanbul’u muhasara etmek için gelen İslam ordusu ile gelip Kağıthâne civârında oturduğunu, İstanbul’da hangi camilerde hacerü’l esved taşından parçalar bulunduğunu, meşhûr Şeyhülislam Kemalpaşazâde’yi Sünbül Efendi Hazretlerinin nasıl irşad ettiğini, gençliğinde kara sevdaya tutulan Ahmed Cevdet Paşa’yı Kuşadalı İbrahim Efendi Hazretlerinin nasıl bu dertten kurtardığını, Sultan 3. Mustafa Han’ın devrin meczublarından Lâleli Baba ile yaşadığı macerayı ve yaptırdığı caminin neden bu meczûbun adıyla anıldığını, boğazda neden fok balığı yetiştirildiğini ve daha bunun gibi sayılamayacak kadar çok şeyleri O’nun sohbetlerinden öğrendik…
Böyle büyük bir mürşidin, sâdece Kur`ân âyetlerinden, Hadîs-i şerîflerden ve dînî konulardan bahsetmesi gerektiğini zannederek Efendi Hazretlerinin bu kadar farklı konulardan bahsetmesini yadırgayanlar olabilir…Bu hususu da yine Efendi Hazretlerinin sözleriyle aydınlatalım… Buyururlardı ki :
“Üç türlü âyet vardır…Elfâzî, Âfâkî, Enfüsî…Kur`ân âyetleri, âyât-ı elfâziyyedir…Âyât-ı âfâkiyye, kâinât kitabıdır…Âyât-ı enfüsiyye ise insanın vücûdudur…Okuyabilene seriyyeden süreyyâya kadar âyetdir…”
Konular ne kadar çeşitli olursa olsun, aslında O’nun bu sohbetlerden maksadı hep aynıydı…O’nun gâyesi, herkesi iyiye, güzele, doğruya çağırmak ve kötüden, çirkinden, yanlışdan vazgeçirmek ve her hâdisede ders alınacak tarafları göstermek, her şeye ibretle bakabilmeyi öğretmek idi…O’nun sohbetlerindeki asıl hedef, insanları Cenâb-ı Hakk’ın hem âfâkî, hem enfüsî hem de elfâzî âyetleri üzerinde tefekküre sevketmek ve böylece her hâl ü kârda Allah’ın zikri ile meşgûl olmalarını sağlamakdı…Zâten hep tekarladıkları “Bil, bul, ol” sözüyle kasdettikleri de buydu…