Bak, semâyı Allah nasıl yüceltmiş, kaldırmış, nasıl ref' etmiş. Yıldızları nasıl dizmiş semâya. Bak, kaç tâne böyle dünyâ var, biliyor musun? Yedi kat semâsıyla, yedi kat ardıyla, cennetiyle, cehennemiyle. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem haber veriyor, mi'râcda. Kaç tâne böyle dünyâ var, cennetiyle, cehennemiyle, yedi kat semâsıyla, yedi kat ardıyla, arşıyla, kürsüsüyle, kaç tâne biliyor musun? Yetmiş binden ziyâde diyor Peygamberimiz. Hepsinin cenneti, cehennemi var diyor. Sen bir tâne mi zannediyorsun? Bak, şimdi birkaç tâne daha güneş manzûmesi bulmuşlar ayrıyeten. Kaç tâne güneşler, kaç tâne aylar var. Allah'ı ne zannediyorsun yani? Allahaısmarladık diye diye, öyle alıştırmışsın dilini, dilinde Allah ismi var ama, kalbinde ne korkusu var, ne sevgisi var. İkisinden birisi bulunsun yâhu! Güneş manzûmeleri bulmuşlar şimdi, yeni yeni. Bak şimdi, âyât-ı âfâkiyye. Kur`ân okumasını bilmiyor musun? Bak semâvâta, Allah semâyı nasıl kaldırmış.
Câhil adam tefekkür ederse, tecennün eder, biraz okumak lâzım. Okudukça cehlin artar. Okudukça cehlini bilirsen, anlarsan, âlim olmaya başladın demekdir. Eğer okurken "Ben âlim oldum" dersen, câhilsin. "Men kâle ene âlim, fe hüve câhil". Bilmediğini öğrenmeye başladın mı, bilmediğini bilmeye başladın mı, âlimsin. Biliyorum dersen, câhilsin. Çünkü her bilenden bir bilen fazla var.
Her şeyi bilen burada bulunmuyor. O her yere hâzır ve nâzır, her şeye muhît. O, mekânların mekânı. O, âlimü'l-gaybi ve'ş-şehâde. O bize bildirmiş, O bize sevdirmiş. O bize îmân tâcını koymuş. O bizi Muhammed'ine bende kılmış. O bize Kur`ân'ında, "yâ eyyühellezîne âmenû" diye hitâb etmiş.
Îmânını yakîne getir. İslâmını ve îmânını. İbâdetsiz adam olmaz. Hayvanlar bile, onlara tekâlif yokdur ama vücûdlarının her bir zerrâtı Hakk'ı tesbîh eder. Kendilerine mahsûs onların evrâdları, ezkârları vardır sabahleyin, kuşların, diğer hayvanların. Hiç görmedin mi? Güneş doğmadan, cıvıl cıvıl ötüşürler, güneş çıkar çıkmaz hepsi sükût ederler. Hep Allah'ı zikrederler, otlar, ağaçlar, çiçekler, hayvânât ayrı ayrı. Hepsi mi? Hepsi. Sabaha karşı yatan yalnız kelbdir. Köpek hayvanı yatar sabaha karşı. Sabaha kadar dolaşır, tam seher vakti gelir, ibâdet zamanı, köpek yatar uykuya. Onun vakti bitmişdir, bekçidir o, geceyi bekler, o vakit yatar o.
Sen ne yapıyorsun seher vaktinde? Uyuyor musun, uyanık mısın? Perde o vakit açılıyor. Allah, bir perde ile kâinâtı örtüyor. "وَجَعَلْنَا اللَّيْلَ لِبَاسًا ve ce'alne'l-leyle libâsen". Bir libâs ile örtüyor, perdeyi indiriyor akşamdan, her taraf simsiyah. Sonra süslüyor onu onu kandilleriyle, yıldızlarla tezyîn ediyor. Sonra sabaha karşı seher vaktinde o perde kaldırılıyor yukarı doğru.
Onunla beraber, Hakk Teâlâ ile kul arasında yetmiş bin perde var ki bu perde meselesi çok mühim. Hakk'a perde olmaz çünkü. Hakk'ı hangi perde örter? Her neye baksan Hakk'a bakarsın ama göremezsin. Sen göremiyorsun! Gözsüzlere pinhân imiş! "فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِۜ fe eynemâ tüvellû fe semme vechullah", nereye baksan Hakk'ı görüyorsun. Her yerde Hakk, her yerde Hakk'ın kuvveti ve kudreti ve san'atı yani sun'-i ilâhiyye. Bak, semâvâta, nasıl kaldırılmış, yıldızlar, denizler, ağaçlar. Bunlar âyât-ı âfâkiyye.
Bir de âyât-ı enfüsiyye var. Kendi vücûdundaki a'zâları düşün! Bak, bak, gözün, kulağın. Nereye koymuşlar gözünü? Burnunun altına ağzını koymuşlar, ağzın burnunun üstünde değil. Üzerinde böyle düşün. Ellerin, ayakların, miden, dişlerin, kesici dişler, çiğneyici dişler. Herhalde bunlar tesâdüf olamaz, böyle şeyler. İki göz, iki kulak. Bir gözle bakıyorsun, bir tâne görüyorsun, iki gözle bakıyorsun, gene bir tâne görüyorsun. Halbuki bir gözle bir tâne gören, iki gözle iki tâne görmesi lâzım gelir. Öyle değil mi? "Efendim, damar orada bir de". Canım, iyi, anladık ama kim yapmış öyle onu? Bak, bir gözle bir tâne, iki gözle gene bir tâne görüyoruz. Halbuki bir gözle bir gören, iki gözle iki görmesi lâzım gelir. Bırak şaşılığı! Hep bir. ALLAH. Lâ mevcûde illâ HÛ. Lâ ilâhe illallah. Onu gösteriyor sana, vahdeti gösteriyor, vahdeti gösteriyor. Allah'ın birliğini, varlığını gösteriyor.
İki. Âyât-ı elfâziyye oku, Kur`ân'ı oku. "Ben bilmiyorum". Bildiğini oku. Bildiğini oku! Ne biliyorsan Kur`ân'dan. "Kul hüvallah biliyorum". Haber vereyim mi sana? Bir "Kul hüvallah"ı okuyan, elli senelik ibâdet sevâbı verilir kendisine. Haberin var mı ondan senin? Hadîsle sâbitdir. Beş sene değil, elli sene, "hamsîne seneten" diyor Peygamber. Elli senelik nâfile ibâdet sevâbı verilir. Bir "kul hüvallahü ehad"e. Kaç tâne okuyorsun sabahleyin? O Allah'la arayı, irtibâtı bağlamak demekdir. Sen mi okuyorsun zannediyorsun? Kadîm olan Kur`ân'ı sen hâdis kul mu okuyor zannediyorsun? Senin dilinden Allah okuyor. Ezanı müezzin okumadı. Müezzinin dilinden Hakk seni çağırdı câmiye, davet etdi. Allah davet etdi yani. Neyse.
"Yâ eyyühellezîne âmenû", Allah bize hitâb ediyor şimdi. "Ey îmân edenler!". Okuduğum âyet-i kerîmede.
Uzatmayalım fazla, çok konuşmakda değil.
Efendiler! Bu îmânı yakîne getiriniz. Getirmeye çalışalım. İslâm var, îmân var, bir de ihsân var. Lâyık olan îmânı ihsâna getirmekdir. Yani şöyle anlatacağım sana ben, sen Hakk'ı görmüyorsan da Hakk'ın seni gördüğünü, her yerde seninle beraber olduğunu, her yapdığını işitdiğini, her düşünceni, kalbinden geçen efkârını dahi bildiğini bil. Bu, ihsândır bu, îmânın kemâlidir bu, derecâtıdır. Îmânın kemâli ise, Habîb-i Hudâ Hazret-i Muhammed Mustafâ'yı, o sevgili peygamberimizi, her şeyinden ziyâde sevmekledir.
Malûm ya burada O'nun hürmetine oturuyorsun. Niye? "İstanbul feth olunacak" demiş, senin ceddin de kalkmış gelmiş, Resûl-i Ekrem böyle emretdi diye İstanbul'u almış, sen de burada oturuyorsun şimdi onun emriyle. "Le tüftehanne'l-kostantiniyye" demiş, "herhâlde Kostantiniyye alınacak" demiş. "Ve le ni'me'l-emîr" demiş, "ne kadar güzel kumandanları vardır o askerin" demiş. "Ve le ni'me'l-ceyş" demiş, "Ne kadar güzel askerdir onlar" demiş. Senin ceddini medh etmiş Peygamber. Bizim kumandanlarımızı, şanlı kumandanlarımızı medh etmiş, askerlerimizi medh etmiş. Kim? Resûl-i Ekrem. "İstanbul herhâlde alıncak" demiş, "İstanbul alınacak" dememiş. Tekîd koymuş, "le tüftehanne, herhâlde İstanbul alınacak" demiş. Gelmişler yirmi altı sefer İstanbul'un etrâfını çevirmişler. Alamamışlar. Sonra senin ceddine nasîb olmuş burası, o gelmiş almış. Allah ona ikrâm etmiş, senin ceddine. Bu şerefi sen almışsın. Hepimizin kanı var bunda, hepimizin canı var.
Allah sana hayatda bir çok şanslar vermişdir. Gençler! Size de verecek. Sakın ha yeise kapılma, "Bana bir şey vermedi" diye, daha yaşın küçük. Allah öyle kapılar açar ki hayret edersin. Hiç düşünmediğin, bilmediğin kapılar senin önüne açılabilir. Fakat bunların kadr u kıymetini bilmelisin. Bunların kadr u kıymetini bilmezsen elinden gelir geçer, yağmur gibidir, yağar, akar, gider. Tutacaksın. Unutma bunları. Ve nimetlerin şükrünü yerine getireceksin. Meselâ bir kaç tânesinden bahsedelim.
"Şükür nedir? diye bana sorarsan, senin bileceğin şükrü sana tarîf edeyim. Bazılarınız tebrie ederim, berî kılarım yani. Bir nimetden sonra "Şükür Yâ Rabbi" demek zikirdir bu Allah'a, güzel bir şeydir ama asıl şükrü fiilen göstereceğiz.
Güzelliğin şükrü nedir? Güzel bir delikanlının, güzel bir kızın güzelliğinin Allah'a şükrü nedir bakayım? İffet, ırz, nâmûsunu muhâfaza etmekdir. İffet, ırz, nâmûsunu muhâfaza etmezse o, şükretmiş olmaz Allah'a, her ne kadar "Şükür Yâ Rabbi" dese de. Acabâ anlatabildim mi?
Bir adam milyoner olsa, milyarder olsa, şimdi zamanımızda milyonun kıymeti yok, milyarder olsa, "Şükür Yâ Rabbi" demekle, sofradan sonra, yemeği yedikden sonra, "Yâ Rabbi, beni doyurdun, açları da doyur" dese, kimseye bir şey vermese, bu adam, Allah'a şükretmiş olmaz. Efendim, tesbîhi eline alıyor, yüz bin defa "Şükür Yâ Rabbi", "Şükür Yâ Rabbi" diyor. Bu şükrün hiç bir kıymeti yokdur. Ancak "وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ ve mimmâ razaknâhüm yünfikûn", onu Allah'ın merzûk kıldığı rızıklarından halka yedirirse, verirse, Allah'a şükretmiş olur.
Vücûdun, sıhhatin şükrü nedir? Oruç tutarsa Ramazân-ı Şerîf geldiği vakitde, vücûdunun şükrünü Allah'a ifâde etmiş olur. Yoksa orucu yerse "Şükür" dese, şükretmiş olmaz. Acabâ anlatabildim mi yavrularım, kardeşlerim? Gene ayrıyeten, namaz kılmıyor, vücûdu sağlam adamın, "Şükür Yâ Rabbi" diyor. Bu şükretmiş olmaz. Mutlakâ Cenâb-ı Hakk'a kıyâm etmeli, huzûrunda.
Aman ne zevkli şeydir o! Allah o kadar îbâhat ediyor ki, "Kulum bana kıyâm etdi", "Kulum bana rükû' etdi", "Kulum bana secde etdi" diye ne kadar ibâhat ediyor Cenâb-ı Hakk. Ne büyük bir şeref! Ve o kibirli burnumuz yok mu, o kibirli burnumuzu yere sürmek lâzım. Ve nereden geldiğimizi ve nereye geldiğimiz ve niçin geldiğimizi bilmek lâzım. Nereden geldik? İki kısımız. Neyse, söylemeden geçemeyeceğiz artık, kusura bakmayın. İki bölüm vücûdumuz. İnsanların vücûd kısmı türâbî, rûh kısmı arşîdir. Türâb olan kısım, binekdir, hayvandır. Arşdan gelen, arşî olan kısım, onun üzerine bindirilmişdir. Rûh yani. İbâdet ve tâatlar da Cenâb-ı Hakk'a vücûden, bedenen şükür, secde ve rükû' etmekdir ve Cenâb-ı Hakk ibâhat eder kulunun secdesiyle. Neyse geçiyoruz.
Evet efendiler! Şükürler böyle olacak. Gene Cenâb-ı Hakk vaad ediyor, nerede biliyor musun? "اِنْ تنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ in tensurullahe yensuruküm". Tercümesini yapacağız, acîb bir tercüme fakat bu yapdığımız tercüme gibi değil. Şart koşuyor. "Allah'a yardım ederseniz...". Allah muhtâc değil ki. O demek değil. Hakk Teâlâ'nın yolunda bulunursanız, Allah'ın dîninde bulunursanız, Allah'lı olursanız, o vakit, size yardımcı olur ve ayaklarınız sâbit olur".
Vahdeti, birliği bozma! Elinden bu nimet gider. Oraya getirelim dersimizi. Elinden nimet gider sonra. Kâfir gelir, sana Allah dedirmez. Seni zikrullahdan men' eder. Senin iffet ırzını ayak altı eder. Bak Rumeli gitdi elimizden. Beş yüz sene. Bir şey değil hiç. İstanbul beş yüz otuz sene, bizim elimize geçeli. Daha ileri var. İspanya sekiz yüz sene müslümanların elinde kaldı. Size bunları ibret için söylüyorum. İspanya sekiz yüz sene müslümanların elinde kaldı. İbretle söylüyorum size bunları. İspanya sekiz yüz sene müslümanların elinde kaldı. İspanya, İspanya! Sekiz yüz sene sene sonra geldiler, oradan ayrık kökü söker gibi sökdüler, hepsini kesdiler atdılar. Bir kısmı hıristiyan olduğu halde gene kesdiler. Dediler ki, "Hıristiyan oldunuz değil mi? Sizi yakacağız, rûhlarınız temizlenecek, doğru cennete gideceksiniz" dediler, yakdılar. Hattâ bir zamanlar yüz göz yıkamayı da yasak etdiler, abdest alır müslümanlar gene tekrardan gizli olrak diye. Sekiz yüz sene sonra!
Düşman uyumaz. Vahdeti, tevhîdi bozarsan, birbirine adüv, düşman olursan Allah'a şükretmiş olmazsın. İşte Hazret-i Muhammed seni buraya getirmiş, bu nimete erdin sen. Burada oturuyorsan, Resûl-i Ekrem'in hürmetine oturuyorsun, O göstermiş burayı. Ama bu nimetin şükrünü yerine getirmezsen, korkulur. Varlığımızla, birliğimizle hep berâber çalışacağız, birbirimiz seveceğiz. Öyle ufak tefek şeyler için intikamlar mintikamlar olmayacak, bunlar kaldırılıp atılacak. Müslümanlar, cins, renk bakmadan hepsi birbirinin kardeşidir. Allah ilân etmiş, "إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ inneme'l-mü'minûne ihvetün, bütün mü'minler kardeşdir" diyor Allah. Sen bu vatanın evlâdısın, hem tîn kardeşisin, hem vatan kardeşisin, hem dîn kardeşisin. Dargınlıklar kaldırılacak. Böyle şükür yapacağız Allah'a.
Yoksa bak bir şey söyleyeyim mi sana, hiç dostumuz yok. Maalesef islâm diyarlarında da dostumuz yok. Maalesef diyorum onu. Gidecek yerimiz de yok bundan sonra. Rumeli bozulmuş buraya gelmişiz, Kırım bozulmuş buraya kaçmışız, Macar bozulmuş buraya kaçmışız, Yugoslavya bozulmuş buraya kaçmışız, Yunan bozulmuş buraya kaçmışız, Bulgar bozulmuş buraya kaçmışız, Arnavudluk bozulmuş buraya kaçmışız, buraya gelmişiz filan filan, bundan sonra gidecek yerimiz de yok. Anavatana dönmüşüz, Anadolu'ya. Onun da şimdi isimlerini değişdiriyorlar filan, Nâil Baba Noel Baba derken, efendime söyleyeyim, vatanımız bir ufak yer kalmış böyle. Erzurum'dan Edirne'ye. Ezan okunduğu vakitde, bir yerden bir yere duyuluyor yani. Vaktiyle duyulmazdı. Tâ Bahr-i Umman'dan tâ Bahr-i Atlas'a kadar ve aynı zamanda hem Akdeniz hem Karadeniz bizim gölümüz hâlinde idi. Bizim elimizdeydi. Neden? Çünkü vaktiyle nimetlere şükrediyorduk, şükretmesini biliyorduk. Şimdi secdegâhımızı bilmiyoruz. Namaz kılanlar dahi. Darılmasınlar bana, darılmayın. Secdegâhımızı bilmiyoruz. Namaz kılıyoruz ama, kılanlarımız yani, secdegâhını bilmiyor, nereye secde ertdiğini bilmiyor. "Ama Efendi nasıl olur, Allah'a secde ediyoruz". Yok, yok, birçokları Kabe'nin duvarına secde ediyor, birçokları da câminin mihrâbına, birçokları da imamın arkasına. Allah'a secde eden pek az. Acı biraz konuşduğum söz ama beni affedin. Sizi ben bundan berî kılarım, bu sözlerden. Berî kılıyorum sizi. Onun için uyanmamız lâzım. Adâvet, düşmanlık, onun sakalı var, bunun bıyığı yok, o şalvar giyiyor, öteki pantolon giyiyor dersek, bu tevhîd bozulur ve birbirimize adâvetimiz artar, ufak şeylerden Şeytan aramıza vesvese koyar, birbirimizi boğarız. Allah muhâfaza buyursun. Kâfirle bile berâber olanlar oldu. Gördünüz bunları değil mi? Gözümüzle gördük bunları, işittik, gördük gözlerimizle. Allah muhâfaza buyursun. Onun için Cenâb-ı Hakk'ın verdiği nimetlere şükredeceğiz, Allah'ı zikredeceğiz, hiç bir yerde, hiç bir zamanda, hiç bir mekânda, Allah'ı unutmayacağız.
"يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ yâ eyyüllezîne âmenü't-takullahe". İki şey var. Birisi, Hakk korkusu, geçen hafta anlatmışdık, birisi ölüm. Bir adam iki şeyi kaldırdı mı kalbinden o adam bir vahşî canavar gibidir. Önüne geleni iter, arkaya geleni teper. Menfaat-i şahsiyyesine her şeyi verebilir. Onun menfaat-i şahsiyyesi vardır. Düşünmez o, yetîm kalacakmış dul kalacakmış, sürünecekmiş, iffeti ırzı ayak altında kalacakmış, onu düşünmez o. Ancak onun iki deliği vardır, biri helâsı, birisi yemek salonu. İkisinden başka bir yere hizmet etmez. Anlıyorsun ne demek istediğimi. İttekullah!
Hakk korkusu. Bu korku da iki türlüdür. Birisi Allah'ın azâbından korkmak. "Cehenneme atar beni, beni kelepçelere vurur, ateşden tabutlara kapar, cehennemde döndüre döndüre yakar" diye. Bir kısmı da Allah'ı sever, "Rabbim bana kulum demezse, benim hâlim nice olur" der. Bunlar da âşıklar. "Allah'ın muhabbetinden dûr olursam", "Allah bize kulum demezse bizim hâlimiz nice olur" der.
Ufak bir kıssa var, anlatayım bitiriyoruz. Uzattık lafı sizlere. Dâimâ anlatırım ben bunu ama pek tatlı bir hikâye olduğu için aklıma geldi, söyleyivereceğim size. Dersimizin zâten komprimesi budur, aklınızda kalacak.
Hazret-i Mûsâ Tûr'a giderken, önüne bir adam çıkmış demiş ki, "Yâ Mûsâ, Allah'a sor, Allah beni seviyor mu?" demiş. Hazret-i Mûsâ da vardığı vakit Tûr'a Cenâb-ı Hakk demiş ki bin bir kelâmdan sonra, "Yâ Mûsâ! Bir kulum sana bir emânet verdi, sen niye söylemedin?". Demiş, "Yâ Rabbi her şeyi bilen sensin, ben utandım bunu sana söylemeye Yâ Rabbi, sana gizli bir şey yok ki" demiş. "O kuluma söyle, ne kadar ibâdet etse de, ne yaparsa yapsın onu cehenneme koyacağım. Öyle söyle kendisine". Mûsâ Peygamber gelmiş, o zât önüne çıkmış, "Ne oldu Yâ Mûsâ?". "Hakk Teâlâ buyurdu ki, o kuluma söyle". "Aman altını söyleme" demiş, "Bana kulum dedi mi Allah?", "Dedi", "İster cehennemine koysun, ister cennetine koysun, ama bana kulum desin, kâfî benim için" demiş. Çok zarîf bir kıssa, anlayan için. Anlamayana bir şey yok.
Bir korku var ki Allah korkusu, "Hakk beni sevmezse, Allah bana darılırsa, cennetine de koysa beni, benim için nâr olur orası". O'nun cemâlini göremezsek, O'nun iltifâtına eremezsek. O bize çok iltifât edecek cennât-ı âliyâtda. Burada etdiği gibi. Buradakinin farkında değiliz, öyle iltifâtı var ki, denizde balık sudan haberi olmadığı gibi, Allah'ın iltifâtı içinde yüzüyoruz, farkında değiliz. Hürriyyetimiz var, sıhhatimiz var, îmânımız var, paramız var, karnımız aç değil, kiracıyız ama en azından kafamızı sokacak yerimiz var. Bir de evi olmayanlar var hiç, sokakda kalmış. Evi var, parası da var, hastalığı var, kanser, yutamıyor bir yudum su. Öylesi de var değil mi? Ters tarafından alalım şimdi böyle. İltifât-ı rabbânî çok.
Ey mü'minler! İbâdet ve tâatınıza devâm ediniz ve ihlâs ile yapınız ve îmânınızı yakîne getiriniz. Yani her husûsda, her yerde, her zamanda, her mekânda, sen Hakk'ı görmesen de Hakk Teâlâ'nın kudretini gör, her şeyde Allah'ın kudreti vardır, ve Hakk'ın seni bildiğini ve gördüğünü hiç hatırından çıkarma.
Âyete uzun bir manâ verecekdik ama vakit dolduğu için, epeyi sizi geç bırakdım, burada kesiyorum hutbeyi. Allah cümlemizi ve cümle Ümmet-i Muhammed'i, bütün insanlığı harb felâketinden, harb belâsından korusun, bizi nefsimizle başbaşa bırakmasın, bize hidâyet etsin.