3 Temmuz 2022 tarihinde yayınlanmıştır.
İnsanlar bulundukları mevkiyi, Allah'ın onlara ihsanının farkında olmazlar. Balık denizde olduğu vakitde balık etrafındaki sudan haberi olmadığı gibi. Bir defa insanlar Allah'ın kendilerine vermiş olduğu yüce ihsânı bilmeleri lazımdır ki O'na şükredeler ve O'nu seveler. Tabii farkınd aolanlar vardır ama pek azdıri pek cüzîdir. Meselâ mektbe hayâtı, bu hayâtın kadr u kıymetini şimdi takdîr edemezsiniz. Buradan çıkdıkdan sonra dışarıdan bakdığınız vakitde bu günleri hatırladığınız vakitde bunun kıymetini bileceksiniz. Gençliğin kıymetini de öyle, ne vakit ihtiyarlayacaksınız, o vakit gençliğin kıymetini bileceksiniz. Ne vakit öleceğiz, o vakit hayatın kıymetini bileceğiz. Meşgûliyet bizim üzerimize yüklendiği vakitde, biz boş zamanımızın kıymetini bileceğiz.
Allah'ın bize en yüce nimetlerinden bir tânesi, akşam sıhhatli yatdık ve sabahleyin gene sıhhatli kalkdık. Çünkü akşamdan sıhhatli yatıp sabahleyinhasta olanlar olabilir. Sabahleyin servete, sâmâna mâlik olna, akşam üstü fakîr olabilir. Onun için en büyük saâdetdeyiz, en büyük zenginlik bizde, Fakat bu zenginliğin de, maddî manevî, kıymetini takdîr edemiyoruz. Edenlerimiz bulunur ama pek az. İşte bunu bildirmek için bir kıssa anlatacağım size. Çünkü bir mürşid bu hâdiseyi bize bildirmek ve tattırmak için halîfeye bir teklifde bulundu. Onların ikisinin arasındaki muhâvere bize, ermiş olduğumuz ve sâhib olduğumuz, servetlere mâlik olduğumuzu anlatdı.
O velî elindeki bir bardak suyu halîfeye gösterdi. O halîfe de Harun Reşîd idi. O devrin en büyük hükümdarı ve en büyük topraklara mâlik olan, en kuvvetli, en kavî orduların sâhibi idi. Dedi ki, "Senin bütün servet ü sâmânın, saltanatın, dârâtın, tahtın, bir bardak su kıymetinde değildir". Halîfe dedi ki, "Nasıl olur? Benim emrimde bu kadar denizler, deryâlar, bu kadar nehirler, bu kadar çeşmeler, pınarlar var. Bu kadar arazilerim var, bu kadar saltanatım, bu kada hazînemde param var, bu kadar askerim var, bu kadar inzibâtî kuvvetlerim var" dedi. Dedi ki, "Ben bunu isbât ederim. Çünkü benim konuşduğum hakdır, hak dâimâ isbât edilir ve bâtılı yener" dedi. "Peki isbât et" dedi. "Peki öyleyse ama doğru konuşacaksın" dedi. "Bir çölde bulunuyorsun, hiç bir tarafda bir katre su yok ve ölümle başbaşa kaldın, bir bardak su senin hayâtını kurtaracak, mülkünün yarısını bana verir misin?" dedi. Halîfe düşündü, ölümle başbaşa, hayâtdan ümîd kesilmiş, bir bardak su içerse kurtulacak, içmezse ölecek. Dedi ki, "Mülkümün yarısını veririm" dedi. Doğru, "veririm" dedi. "E tabii vereceksin" dedi, "elbet vereceksin çünkü eğer vermezsen öleceksin hepsi elinden çıkacak" dedi. "Peki, suyu içdin, mülkünün yarısını bana verdin ve içmiş olduğun suyu çıkaramadın içeride kaldı. Diyorum ki, diğer kalan mülkünü de bana verirsen içeride kalan suyu ben dışarı çıkaracağım. Ne dersin? Veri misin vermez misin?". Halîfe dedi ki, "Evet, içeride kalırsa suyu çıkarmak için de veririm, hayâtımı kurtarayım diye" dedi. "Görüyorsun ya" dedi, "Bak, senin mülkün bir bardak su kıymetindedir" dedi.
Birçok insanlar işte bu mâlik oldukları manevî servetlere ve sâmâna sâhib oldukları hâlde bunların kıymetlerini bilmezler ve bunlara sâhib olduklarının farkında değillerdir. Meselâ bir adam "Ben fakîrim, benim elimde hiç bir maddî kuvvetim yok" demekde. Şimdi o adama sorsak, gözünün bir tânesini bize kaça verir? Kulaklarını kaça verir, işitmesini? Bir kağıt kalem tutalım ama. Tutalım böyle kağıt kalem. Peki elini, sağ elini kaça verir? Parmaklarını kaça verir? Midesinin hazmını, midesini kaça verir? Ve vücûdunun her bir zerresini yani yaşamak için lâzım olan uzuvlarını kaça verir tânesini? Daha bu maddî olan, maddî olarak mâlik olduğumuz nesnelerin kıymeti, ya ma'nevî olarak sâhib olduğumuz nimetlerin, zenginliğin kıymeti. Onları da söyleyeceğiz, bir kaç tânesini şimdi. Sıhhatini kaça verir? Milyonları verdik, sıhhatini alıyoruz, o yiyemiyor ve içemiyor ve gezemiyor. Ve hürriyetini kaça verir? Îmânını kaça verir? Haa demek ki mâlik olduğumuz nimetlerin farkında bile olmamakdayız.
İstanbul'da benim oturduğum mahalle Lâleli mahallesidir. Lâleli Camisini yapdıran Sultan Mustafa'dır. Sultan Mustafa Han, bir gün bir dervîşe rast geldi. Dervîşe sordu, "Dünyânın tadı kaçdır?" dedi. Dervîş dedi ki, "Dörtdür" dedi. "Üç tânesi dâimâ lâzım, bir tânesi arazîdir" dedi. "Say bana" dedi. "Yemek, içmek ve ters tarafı, yellenmek ve dışarı çıkmak", Pâdişahın gözü böyle açıldı ve kızdı. "Benim karşımda böyle terbiyesiz konuşma" dedi. "Sözüm bitmedi daha" dedi dervîş. "Bir nimet de uykudur" dedi. Uykunu kaça verirsin, uykunu? Uykunu kaça verirsin? "Bir de cinsî münâsebetdir" dedi. Sultan, bu yemek-içmek ve osurup sıçmak davasına fenâ hâlde kızdığı için, dervîşi kovdu. "Çık huzûrumdan" dedi, kovdu. Dervîş dedi ki pâdişaha, "Pâdişahım, ye, iç, osurup sıçma" dedi, "ve uyuma" dedi. Dervîşin bedduâsı tutdu, sultân o günden sonra yiyip içiyor fakat dışarı çıkamıyordu. Doktorlarını çağırdı, derdini söyledi, doktorlar derdine çâre bulamadılar. Ne yapdılarsa pâdişah dışarı çıkamadı, tıkalı kaldı alt tarafı. Sultân fenâ hâlde âsâbı bozuk bağırıyordu doktorlara, "Ne biçim doktorsunuz, derdime çâre bulamadınız". Doktorlar getirdiler bir ilaç, taşın üzerine döktüler, taş eridi. Fakat sultâna içirdiler, sultânda bir şey yok, dışarı çıkmıyor sultân, tıkalı. Sultânın karnı şişdi, ağrılar sızılar fazlalaşdı, uykusu kaçdı, uyku yok, cinsî münâsebet hiç aklına gelmez oldu. Ve düşündü taşındı ve sıordu âriflere, manevî doktorlara sordu. Dediler ki, "Sen bedduâ görmüşsün, sana bedduâ etmişler, bunu bul, bu işi düzelt yoksa ölürsün" dediler. O dervîşi pâdişah buldurdu. Anladı pâdişah nerden geldiğini işin, o dervîşi buldurdu. İsmi Lâleli Baba idi. Lâleli Baba'yı buldu, dedi, yalvarıyor Lâleli Baba'ya, "Aman beni bu işden kurtar, yalvarırım sana, ricâ ederim". Lâleli Baba dedi ki pâdişaha, "Seni bir defa yellendiririm" dedi, "yellendiririm ama pâdişahlığını isterim. Bana pâdişahlığını verirsen, seni bir defa yellendireceğim" dedi. Sultân râzı oldu. Lâleli Baba kolları sıvadı, sultânı yatırdı yatağın içerisine, eliyle karnına böyle vurdu, "bismillahirrahmânirrahîm". Öyle yapınca pâdişah bir gürültü koyverdi, gümbürtüyle yellendi. Dedi ki, "Bak pâdişahım gördün mü, senin saltanatını, pâdişahlığını bir osuruğa satın aldım" dedi. "Şimdi îrâde ediyorum" dedi. Dervîş söylüyor bunu. Pâdişah oldu ya. "İrâde ediyorum" dedi "yapdırdığın câmiye Sultan Mustafa Câmisi denmeyecek, Lâleli Baba Câmisi diyecekler, câmiyi benim üstüme yapacaksın. Ve imâretler yapıyorum fukarâlar gelsin yesin içsin, ona da irâde ediyorum" dedi. Bir daha elini koydu, "bismillahirrahmânirrahîm". İkinci bir gürültüyle gene pâdişah bir rahata kavuşdu. Ve dedi ki, "Yapdırdığın hastahâneyi de benim üstüme yapdıracaksın". Bir daha vurdu, pâdişah boşandı ve temizlendi, tedâvî oldu ve ayaklandı. "Sana dedim pâdişahım, dünyânın lezzeti ve saltanatı hepsi nedir, yemek-içmek ve bunun aksi, ve aynı zamanda ona bağlı olarak uyku ve ona bağlı olarak da cinsî münâsebetdir" dedi, "vücûdun rahatlığı" dedi.
Onun için bir çok insanlar bu nimetlere erdikleri hâlde, bu nimetlerin kadr u kıymetini bilmezler. Dünyâda hiç bir şeyim yok diyen bir kimse milyonlara mâlikdir, sâhib olduğu bu defîneden kendisinin haberi yokdur. Sonra gene onun vücûdu hâmil-i esrâr-ı ilâhîdir. Ve ebediyyete nâil olacak ve Hakk'a rücû edecekdir. Allah'ın vermiş olduğu bu nimetlere şükrederse nimeti çoğalacak, hem dünyâda hem âhiretde saâdete erecekdir.
Kamyon dolusu kitâb okusa, kendi vücûd kitâbını okumayan bir adam, adam olamaz. İnsan kendi vücûd kitâbını okursa o vakit bütün kitâbları okumuş olur. İnsan bakmalı vücûdunun zâhirine böyle. Kaşın altında göz. Gözün üstünde kirpikler. Ağız üstünde burun. Mütenâsib bir vücûd. Meselâ bir el üç metre, bir el yarım metre değil. Bir ayak beş metre, bir ayak yarım metre değil. Mütenâsib yaratılmış. Ağzının içine baksın, ağzının içerisinde ön dişler kesici, yan dişler çiğneyici. Bir tek gözle bakıyoruz kâinâtda bir görüyoruz, iki gözle bakıyoruz gene bir tâne görüyoruz. Halbuki bir gözle bir tâne görünen iki gözle iki tâne görünmesi lâzım gelir. Saçlar uzuyor, incelip kalınlaşmıyor. Tırnaklar büyüyüp genişlemiyor. Bir kelimeyi söyleyeceğimiz vakitde o kadar süratli muhâkeme oluyor ki zihnimizde, bu kelimeyi toplayıp söylüyoruz, sözü birbirine katıyoruz.
İnsan bir heykeltıraşın yapmış olduğu heykelin önüne varsa, o heykelin mütenâsib bir şeyle yapıldığını görse, yani sanatkârâne yapıldığını görse, hayretini tutamayacak ve bakacak ve hayran olacakdır. Halbuki o heykeltıraş heykelin zâhirini yapdı, içerisindeki kuvvetleri veremedi. Ne akıl, ne fikir, ne rûh. Ne fikir, ne efkâr, ne iç organlarının çalışmalarını temîn edemedi, ne dış organlarının çalışmalarını temîn edemedi. Gözünü açık yapdı yâhud kapalı yapdı. Her ân göz açılıp kapanıyor, kirpikler birbirine takılmıyor. Şimdi o heykele bakdı, o heykel üzerinde, o heykeli yapan heykeltıraşın sanat kudretini gördü. Ne yüce bir sanata mâlik olduğunu da hissetdi, görüyor gözüyle. Halbuki o heykele heykeltıraş can veremedi. Kendi aynanın karşısına geçdiği vakitde, kendini yaratan hâlıkın sun'-i kudretini kendi vücûdunda görmüyor mu? Şükretmeyecek mi Rabbine? Bir cigara veren adam teşekkürümüz var, o sigarayı içmek için ağzı veren Allah'a teşekkür etmeyecek miyiz? Başımıza bir takke verene eğiliyoruz, bu insanlık vazîfesidir, o şapkayı giymek için verilen başın sâhibine teşekkür edilmeyecek mi, eğilmeyecek mi O'nun önünde? Bir pantolonu verene secde ediyoruz, o pantolonu giymek için kıçı veren Allah'a secde yok mu? Ayakkabıyı verene teşekkür var, ayakkabıyı giymek için o ayağı verene teşekkür yok mu?
Niçin kaşlar gözler üzerinde oldu? Zîrâ yukarıdan gelen terler, göze inseydi gözü kör ederdi. Ve aynı zamanda gözün kirpikleri olmasaydı, gece yatdığımız vakitde gözümüz açık yatacakdık böyle, içerisine böcekler girecek, tozlar düşecekdi. Rüzgarlı havalarda, göz kapağımız olmasa, kapamasak gözümüzü, toz içeri girer, gözlerimiz a'mâ edebilirdi. Niçin burun ağız üzerinde olmuş? Zîrâ yiyeceğimiz yemeğin evvelâ kokusunu alacağız, kokmuş mu değil mi, sonra ağzımıza alacağız. Ön dişler kesecek, yan dişler çiğneyecekdir. Burnun şekline iyi bakın. Aynaya bak, kendine bak aynada. En güzel bir adamın burnu olmazsa onun kadar çirkin bir kimse olamaz. Görmüyor muyuz? Bak farkında bile değiliz, yemiş olduğumuz nimetleri vücûdumuzdan çıkardığımız vakitde, önümüzden çıkarmıyoruz, arkadan def' ediyoruz. Koku ağzımıza burnumuza dolmasın diye.
Heykele bakdı heykeltıraşın kudretini gördü. O heykeltıraşı yapan, heykeltıraşı halk eden Allah'ı görmeyecek mi? Gene kendine bakdı, bu vücûdunu gördü, bu mütenâsib a'zâya mâlik olduğunun farkına vardı ve gördü, Rabbine şükretmeyecek mi? Bu kudrete hayrân olmayacak mı? Şimdi, öyleyse insan evvelâ kendi vücûdunu, kendi hilkatini, kendi vücûdunun kitâbını okumalıdır ki sonra âfâkî kitâbı okumalı. Bak kâinâta, semâ nasıl üzerimize binâ kılınmış yani dam gibi olmuş. Yıldızlarla nasıl süslenmiş. Ay ve güneş ne kadar güzel. Gündüzleri bizi ısıtıyor güneş. Ay da gece bize ne yapıyor, onun ziyâsıyla bizi ziyâdar ediyor, nûrlandırıyor. Hayvanlar nasıl yaratılmış? Dört ayaklı hayvanlar, iki ayaklılar, kırk ayaklılar, ayaksız olarak yüz üstüne sürünenler. Bunları görmeyecek mi daha? Dağlar nasıl yücelmiş? Ard altımıza nasıl döşenmiş? Bunlar da âfâkî kitâblar. Bir enfüsî kitâb, bir âfâkî kitâb. İşte bu kudreti görünce, Cenâb-ı Hakk'ın varlığını ve birliğini mutlakâ bir kul tasdîk etmekle mükellefdir, eğer akl-ı selîm sâhibiyse. Ve O'nun karşısında acz ile O'na rükû ve secde etmesi, insan olan ve aklı başında olan için elbette lâzımdır.
İş bununla da bitmeyecek, çünkü bizden evvel gelip geçenler gibi biz de gelip buradan geçeceğiz. Sonra bizi tekrar diriltecek, bu kısa hayâtın hesâbını bizden soracakdır. İnsanlığını bilenler, Hakk'ı kendinde bulanlar, onlar ebedî sâadet erecek. Zâten ebedî saâdetdedirler, dünyâda îmânlı oldukları için, ebedî saâdete nâil olacaklar. Kendini bilip de Hakk'ı bilmeyenler, O'ndan gâfil bulunanlar, o günde mahcûb olacakdır.
Öldükden sonra insan dirilir mi? Âlem-i âhiretde ne olacaksa bu kâinâtda onun bir numûnesi vardır. İlkbaharı görmüyor mu? Ölü ardı Allah diriltmiyor mu? Ölü ağaçlar yeşermiyor mu? İşte bu bize öldükden sonra dirilmeyi göstermekdedir. Bir katre sudan halk olup da bizi tekrar kim diriltecek diyen kimse mahcûb olur. O düşüncesizdir. Evet, bir katre menîden halk olup ana rahminde kudret fırçasıyla hayız kanıyla yoğuruldukdan sonra onu insan eden ve hiç bir modelsiz onu halkeden, öldürdükden sonra tekrar modeli olduğu hâlde diriltmek ona daha kolaydır.
Her şeyi aklınla ölçemezsin. Akıl bir mertebeye kadar gider. O mertebeden sonra akıl durur. Çünkü akıl, insanların dünyada yaşayacak kûtu lâ yemût, geçinecek kadar, insanlara akıl verilmişdir. Esrâr-ı ilâhiyyeyi, kudret-i sübhâniyyeyi akıl ölçemez. Akıl aldanır. Ne gibi? Ceviz nereden çıkıyor, karpuz nereden bitiyor, bunu bilmeyen bir adamı getirelim, bir koca kütük ağaç getirelim, bir de yanına ceviz koyalım. Bir de ince bir ot, onun yanına yirmi okkalık bir karpuz koyalım. O adam hiç bilmiyor nereden ne çıkdığını. Soralım ona diyelim ki, "Bu hangisinden çıkmışdır?"diye. Mutlakâ akıl aldanacak, kalın ağacın gövdesini gösterip karpuz bundan çıkmışdır diyecekdir.
Acaba niye o ağaçda bitmedi o karpuz? Haa şimdi burada bir hikâye anlatalım. Bektâşi oturmuş ağacın dibine, ceviz ağacının dibine, üstünde cevizler duruyor ufak ufak. Karpuz tarlasında da her bir karpuz otuz kilo, kırk kilo, ufak bir filize bağlanmış. Dedi, "Yâ Rabbi ne biçim işlerin var. Aklen düşünülecek olsa bu karpuzun bu ağaçda bitmesi lâzım, o cevizin de bu ufak fidanda bitmesi lâzım gelir" derken yukarıdan aşağı kafasına bir ceviz düşdü. Düşdü kafasına. O vakit dedi ki, "Elhamdülillah Yâ Rabbi". Ya karpuz orada olsaydı, kafası paramparça olacakdı.
Gene Allah'a hamd ederiz ki, Allah deveye ve file kanat vermedi. Eğer kanatlı olup uçsalardı, kimsenin evi sağlam kalmazdı, konduğu vakitde aşağıya. Onun için bazı adamın aklı olmaz. Aklı olmaz çünkü eğer onun aklı olsaydı kâinâtı fesada uğratırdı. Niçin diye sormamalı, "Yâ Rabbi, nedir hikmetin?" demeli. Yaa, görsünler âyât u beyyinâtı. Bak bunlar kitâb, okuyabilirlerse yerden göğe kadar hepsi kitâb başdan ağağı. Ama okumayan için ne yapalım ki, bir şey yok. İnsanoğlu, "nereden geliyorum nereye gidiyorum?", "niçin geliyorum ve niçin gidiyorum?" bunu düşünmesi lâzımdır. Bu niçinleri bulduğu vakitde, Allah'a yönelecek ve Allah'ı sevecekdir. Bizi nimetlerine boğmuş, her hâlde O'na şükretmesi lâzımdır.
Bir velî geçiyordu, bir adam cüzam illetine tutulmuşdu, o adam "Şükür Yâ Rab, Şükür Yâ Rab" diyordu. Onun gözleri gitmiş, kolları düşmüşdü. Burnu düşmüşdü, gene "Şükür Yâ Rabbi" diyordu. O velî ona dedi ki, "Senin kolun düşmüş, gözlerin kör olmuş, burnun düşmüş, kulakların düşmüş, hâlâ O'na şükrediyorsun, bunun sırrı nedir?". Dedi ki "Bende bir kalb var ya, O'nu sevmeğe, O'nu zikretmeğe de bir dil var ya, ne kadar şükretsem gene azdır". Halbuki sen ve ben vücûdlarımız sağlam, gözlerim görüyor, kalbimiz sağlam, dilimiz sağlam, niçin Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerine şükretmeyeceğiz, niye O'nu sevmeyeceğiz, niçin lisânımızla O'nu zikretmeyeceğiz, gönlümüzle O'nu niye sevmeyeceğiz? Öyleyse ben de çıkıyorum meydâna, aşk meydânına, "Allah Allah" diye O'nu zikrediyorum ve O'nu seviyorum.