19 Mayıs 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Vesîletü'l-Merâmında buyuruyorlar ki :
Cüneyd-i Bağdâdî sülûk-i sahîh ve intifâ-ı halvet ve inkıta' için sekiz şart demişlerdir. Ve ilâ-hâze'l-ân onun kavli müsta'mel-bihîdir. Zîrâ İmâm-ı Kuşeyrî onun hakkında ve 'ulüvv-i şânında “Seyyidü't-Tâife" demişdir. Yani tâife-i sôfiyye-i muhakkıkînin reîsidir. Çünkü siyâdet ve riyâsetle mütekallid ve imâmet ve hilâfetle mütehakkıkdır. "Kelâmü'l-mülûk mülûkü'l-kelâm (Büyüklerin kelâmı kelâmların büyüğüdür)" vefkınce mazmûn-i kelâmı tâc-ı 'ârifân ve semerât-ı ma'rifeti hil'at-i mütehakkikândır. Bu cihettden bu makâmda ol sekiz şartı îrâd velâkin muktezâ-yı basît üzerine tafsîle mecâl verildi.
Şart-ı evvel, i'tikâddır. Ma'lûm ola ki, Şeyh Cüneyd'in i'tikâdla murâdı, mürîdin şeyhe i'tikâdıdır. Yani mürîd şeyhe rabt-ı kalb eyleyip, “Allahu Te'âlâ tarafından bana feyz olursa, bunun tarafından olur, gayrıdan olmaz" diye. Zîrâ kalbi oraya bend olmazsa, ıztırâba düşer. Ve "men sebete nebete (sebât eden maksadına ulaşır)" sırrı zuhûr etmez. Bu sebebden mürîde gerekdir ki, makdem-i kalbine yakın geldiği şeyhi bulup, ona intisâb eyleye. Ve illâ fesh-i 'akd edip, bir yere daha intisâb lâzım gelir. Mübâya'a ise mel'abe değildir. Bil ki fi'l-hakîka Allah'a ve Resûlullâh'adır. Ve eğer istihâre veya ta'rîf-i ilâhî ile müte'ayyen olsa, akvâ olup, bir dahi tezelzül kabûl etmez.
Şeyhim Şeyh-i Ecell Seyyid Fazlî-i İlâhi cenâbından mesmû'umdur, buyurmuşdur ki, "On yedi yaşına erdikde sevdâ-yı sülûkle seyâhat edip İstanbul'a dühûlümde Üsküdâr'da Âsitâne-i Hazret-i Hüdâyî'ye varıp ol vakitde seccadenişîn olan Mesûd Çelebi ki Hazret-i Hüdâyî'nin kızı oğludur, ona mübâya'a murâd etdiğimde, Cenâb-ı Hüdâyî'nin ashâbından bir pîr-i nûranî zuhûr edip, Mesûd Çelebi hakkında, "O bir meczûb âdemdir. Ondan irşâd gelmez. Gel seni bir mürşide götüreyim" deyu oradan beni alıp İstanbul'da Zeyrek Câmii nâm mahalde yine silsilebend-i tarîkat-i Celvetiyyeden olup, mukaddemen vâlidi Hazret-i Hüdâyî'ye zâkirbaşı olan Zâkirzâde Abdullah Efendi meclisine götürdükde, şeyhim merhûm buyurur ki, "İbtidâ-i mülâkâtımda nazarım cemâl-i şeyhe dokunduğu gibi, 'İşte ben şeyhimi buldum'deyu kalbimde bir şehâdet-i sâdıka buldum. Ve şeyhim mezkûr Abdullah Efendi'nin dahi beni ibtidâ-i müşâhedede, 'İşte bize bir hakkânî mürid geldi' deyu kalbî şehâdet etdiğin ihbâr eylemiş. Ve âhir kendinin hizmet-i lâyikası ve şeyhinin nefes-i şerîfi bereketiyle 'ulûm-i evvelîn ve âhirîn kendine münkeşif olup, 'ulûm-i zâhire ve bâtınede te'lifât-ı râika ve tasnîfât-ı fâika eylemişdir. Hâşiye-i Mutavvel ve Muhtasar ve Şerh-i Tenkîh ve Hâşiye-i Telvîh ve Şerh-i Hanefiyye ve Şerh-i Miftâhi'l-Gayb ve Şerh-i Tefsîri'l-Fâtiha li'ş-Şeyh Sadreddin el-Konevî ve Kitâbü’l-Lâyihâti’l-Berkıyyât ve nezâiri gibi. Ve bu fakîr şeyhim mestûr Seyyidü’l-Aktâb Fazlî-i İlâhî’nin meclis-i münîfine ibtidâ-yı dühûlümde ki sahve-i yevm-i isneyn idi, fî evsati şehri Rebîulâhir, ben dahi bî'at husûsunda feth-i dehân etmeden kendileri irâdetimi irâdet eyleyip, ol meclisde bilâ-te'hîr kemerbend-i mübâya'a eyleyip, âhir kendilerine vâris olmak tebşîr eylediler. Ve bu fakîr ol vakitde henüz yirmi sinninde idim. Bir seneden sonra nefh-i rûh-i ilâhî vâki' olup, bihamdillâhi te'âlâ ile'l-ân ol nefhin âsârıdır ki vâki' olur. Ve şeyhin tamâmen ahvâli ve bu fakîrin tefâsil-i hâli ve tarîkat-i Celvetiyye cümle silsilesi vesâir ona müte'allik olan umûr Tamâmü'l-Feyz nâm eserimizdedir ki, şeyhim müşârünileyhin bin yüz iki târihinde harem-i lâhûta hirâmân olduğunda tahrîr olunmuşdur.
Suâl olunursa ki, “Şeyh kime derler?”, cevâb budur ki, her tavırda sâlikin müşkilini halle kâdir olana derler. Zîrâ etvâr ve huceb-i kesret bisyâr ve berâzîh bî-şümârdır. Ve tarîk-ı Hakk'da fi'l-cümle nâkısdan dahi kâmil halîfe zuhûr eder. Ve nâkıs dediğimiz, henüz merâtib-i fenâ ve bekâyı tekmîl etmeyen şeyhdir. Velâkin yolunda bulunıcak, hükmen kâmil addolunur. Ve yolunda dediğimiz budur ki, ilhâddan masûn ola. Ve illâ iktidâya sâlih değildir. Ve ilhâdın envâ'ı vardır. Bir mikdarı Hüccet-i Bâliga nâm kitabımızdadır.
Suâl olunursa ki, "Şeyhin hayâtında mürîde tekmîl-i neş'et etmek mümkün müdür?". Cevâb budur ki, tarafeyne ömr-i mezîd verilmiş ise mümkündür. Velâkin mürîd ne kadar ehl-i kemâl olsa, yine şeyhin rütbe-i imâmetini tekaddüm etmez. Ve illâ berâber olmak lâzım gelir. Hikmet-i ilâhiyye ise tesâvî iktizâ etmez. Belki min-vech fâzıl olan, min-vech mefzûl olur. Ve nice mürîdlerin inkişâfından evvel, şeyh vedâ'-ı 'âlemi fânî etmekle garîb kalırlar. Ve bunlar iki sınıfdır. Bir sınıfı şeyh-i âhir meclisine mürâca'ata muhtâc olur. Ve isti'dâdı kavî olan muhtâc olmayıp, te'yid-i ilâhi ile tekmîl-i neş'eye dek mahfûz olur. Ve bu makûlelerin hakkında bi-tarîkı'l-işâret, hadîs-i nebevîde gelir : "Küntü yetîmen fi's-sıgar ve garîben fi'l-kiber (küçükken yetîm idim, büyüyünce garîb oldum)". Yani bazı süllâk evâil-i hâlde bilâ hizâne kalırlar. Velâkin ümmî iken 'âlim olurlar. Zîrâ mu'allimleri Allahu Te'âlâ'dır. Ve bunlar fi'l-hakîka Üveysî-meşreb olurlar ki, bilâ-vâsıta Hakk'dan istifâde ederler. Bilâ-vâsıta budur ki, hiç kimsenin sohbet-i cismâniyyelerine ve rûhaniyyelerine dâhil olmazlar. Zîrâ bazıları vardır ki, letâfet-i rûhâniyyeleriyle sohbet-i rûhâniyyeden ahz ederler. Rûhâniyyet-i Hallâc yüz elli seneden sonra rûh-i Attâr'a 'aks ve tecellî etdiği gibi.
Ve kiber ki, sülûkünde müntehî olmakdır. Bu mertebede olan gurbete, gurbet-i ilâhiyye derler ki, böyle olanlar makâm-ı vahdet ve mevtın-i vuslatda tenhâ ve bî-âşinâ kalırlar. Zîrâ herkese değil, belki her sâlike bile ol makâma bâb açılmaz. Bu sebebden ol makâmın ehli kalîl ve belki ekall olur. Ve bunların hakkında : "fe tûbâ lil gurabâ (ne mutlu garîblere!)" vârid olmuştur. Yani bunlar memdûh olan garîblerdir ki, vatan-i aslîde garîblerdir. Fe emmâ şunlar ki, gurbet-i kevniyye ile garîblerdir, onlar mezmûmlardır. Zîrâ vatan-i mecâzîde garîblerdir. Pes onlara vâcibdir ki, garîb vatana rücû' etdiği gibi, onlar dahi vatan-ı asla döneler ve mevtın-i kesretde oturak edip kalmayalar. Battâllar kâfileden münkati' olup, yol üzerinde kaldıkları gibi. Ve onun ki, taleb-i kuvvetle ve şeyhe dahi i'tikâd-ı kavîsi vardır, sülûkde fütûru olmaz. Belki ser-menzile vüsûle dek gayret eder. "ve kad vasale'l-ehabbe ve'n-kata'a (sevgiliye kavuşunca ayrıldık)" kabîlinden olmaz.
Bu bahsin hulâsası şu. İnsan mürşidine inanmadıkça, güvenmedikçe, ona gönülden bağlanmadıkça ondan feyz alamaz. O zât kutbu'l-aktâb dahi olsa böyledir. Evvelâ mürşide tam ma'nâsıyla inanmak, güvenmek ve kalbden bağlanmak lâzımdır. Kişi bilecek ki bu zâtdan kendisine aslâ zarar gelmez, bu zât onu muhakkak iyiye, doğruya, hayra götürür. Kimsenin lafına bakmayacak, filancanın sözüyle, falancanın tavsiyesiyle gitmeyecek mürşide, kendisi kâni' olacak, vicdânının sesini dinleyecek ve kendisinde tam bir güven meydana gelirse, o zâta bir muhabbet duyarsa, bağlanacak ona. İşte ancak o zaman mürşidden istifâde etmek mümkün olur. Yoksa emekler boşa gider.