20 Mayıs 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Vesîletü'l-Merâmında sülûkün şartlarını sayarken buyuruyorlar ki :
Şart-ı sânî, terk-i i'tirâzdır. Yani Allahu Te'âlâ'ya ve şeyhe i'tirâz eylemeye ve kemâl-ı istislâm üzerine ola. Şöyle ki seneler mürûr eyleyip, kendine aslâ bir nesne münkeşif olmasa, “Men' ve 'atâ ve kabz ve bastda hikmet vardır” deyip kalbini hoş tuta. Ve garaz-ı nefsânîden 'ârî ola. Ve 'abd-i hâlis olup, hizmet-i Hakk'ı ücretle etmeye. Belki iclâlen lillâhi ve i‘zâmen lehû eyleye ki, bu ma‘nâ-yı Hakk rubûbiyeti ma'rifetden gelir. Ve illâ ecîr olur. Ecîr ise müste'cir kapısında 'âriyet gibidir ki âhir hizmetden mahrûm ve bâbdan merdûd olur. Söz ise bâb-ı Hakk'da ebedî kul olmakdır. Çünkü Mâni' ve Mu'tî ve Müessir-i Hakîkî, AllahuTe'âlâ'dır. Pes şeyhe i'tirâzın yeri kalmaz. Ve iki i'tirâz dahi fi'l-hakîka küfürdür. Zîrâ Hakk’a i̒tirâz etmek, halkın Hâlık'a i'tirâzıdır, ve şeyhe i'tirâz etmek fi'l-hakîka Hakk'a râci'dir. Zîrâ şeyh eğer kâmil ve Hakk'da fânî ve Hakk ile bâkî ise onun kavli ve fiili Hakk'a muzâfdır. Nazar eyle şol âyete ki gelir : "فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ". Yani hükm-i Resûl'e kâil olmayanlardan îmânı nefy eyledi. Ve vâris-i Resûl dahi, Resûl hükmündedir. Bu cihetden hükm-i Hakk'a ve hükm-i Resûl'e ve hükm-i vârise i'tirâz eden kâfir olur. Ve i'tirâz etmek, 'adem-i i'tikâddandır. Çünkü şart-ı evvel olan i‘tikâd ki, esâs-ı sülûk ve mebnâ-yı mübâya'a ve intisâbdır, mefkûd ola, sülûkden fâide olmaz ve nakz-ı 'ahd lâzım gelir. Kâle Teâlâ : "فَمَنْ نَكَثَ فَاِنَّمَا يَنْكُثُ عَلٰى نَفْسِه۪ۚ".
Bazı ehl-i nifâk ki, taksîm-i ganâim husûsunda Cenâb-ı Nübüvvet'e itâle ederlerdi. Cenâb-ı Nübüvvet buyururlar ki, “Ben kâsimim Mâni‘ ve Mu‘tî değilim”. Bil ki Mâni‘ ve Mu‘tî, Allah’dır. Pes kâsime me'mûr olduğu maddede i‘tirâz etmek keyfiyet-i mahsûsa üzerine, kısmet ile emreden Hakk’a i‘tirâzdır. Onun için dediler ki, hasûd olan kimse fi'l-hakîka kâfirdir. Zîrâ kısmet-i Hakk’a râzı değildir. Ve re’y-i bâtılı ile tağyîr-i kısmet ve tebdîl-i hikmet etmeğe sa’y eder.
Mahkîdir ki, Ebû Yezîd Bistamî’nin tilmîzi Ebû Yezîd’e muhâlefet ve i'tirâz etdikte, Ebû Yezîd onun hakkında "Allah’ın gözünden düşeni boş verin" dedi. Zîrâ kendi nazarından sâkıt olan nazar-ı Hakk'dan sâkıt hükmündedir. Sonra o tilmîz hızlân ve hüsrâna düşdü. Ve âhir serîkası zuhûr edip, yedi kat' olundu. Ve bunun hilâfınadır ki, Ebû Süleyman Dârânî tilmîzine, "Tandıra gir" deyu hitâb etdikte, tilmîz dahi bilâ-te’hîr nefsini tennûra ilkâ etdi ve teslîm ve vefâ-i 'ahdi sebebiyle, tennûrun ateşi ona berd u selâm olup, ihrâk etmedi. Ve muvâfık ve muhâlif olanların ahvâli ile'l-ân destân olup, söylenir.
Pes sa'y eyle ki, "وَاجْعَلْ ل۪ي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْاٰخِر۪ينَۙ" mûcibince, ahlâk-ı hasenen sebebiyle efvâh-ı 'âlemde zikr-i cemîlin bâkî kala. Ve bu fakîrin şeyhi Seyyid Fazlî-i İlâhî'nin etbâ'ından beş aded müteayyin kimseler şeyhe muhâlefet ve i'tirâz etmeleriyle, bu kadar kesb-i fezâil etdikten sonra, nazar-ı şeyhden sâkıt olup, âhir harâb oldukları müşâhede olundu. Zîrâ nazardan sükût, küfürden beterdir. Şol ma'nâya ki, küfrün îmânla tedâriki mümkündür, feemmâ sâkıtın tevbe ve rücû'u sahîh değildir. Zîrâ bîda-i fâsideye dönmüşdür ki, ıslâhı kâbil değildir. Ve o makûle sâkıt dahi, mürtedd-i musırr gibidir ki, rücû‘ etmek bi-hasebi’l-hikmeti’l-ilâhiyye şânından değildir.
Suâl olunursa ki, bu kadar kesb-i fezâilden sonra, nice mürtedd ve sâkıt olur? Cevâb budur ki, nefs-i mutmainne mertebesinin gâyetine ermemiş ve Hakk Teâlâ’ya zâtı derecesinde fi'l-cümle idrâk irgürmemişdir. Belki esmâ ve sıfatda kalmış ve nefsü’l-emri müşâhededen mahcûb olmuşdur. Ve illâ i‘tirâz etmezdi. Nitekim İblîs dahi bu ma‘nâdan ötürü, secde husûsunda Hakk’a i‘tirâz edip kendini Âdem’den âlî gördü ve nefsü’l-emrden gâfil oldu. Ve böyle etmesiyle kusûr-i ma'rifetini bildirdi.
Nazar eyle ki zâhirde Ka‘be’ye eren ve metâfa giren hâmûş olur. Zîrâ Ka’be, Zât-ı Ehadiyye sûretidir. Ve Ka‘be-i sûriyyede sükût lâzım olıcak, Ka‘be-i hakîkiyyede feth-i dehâne mutlaka kudret olur mu? Fekeyfe ki, i‘tirâz ola. Çünkü Hakk’ın sana maiyyet-i sırrı vardır. Pes sultân meclisinde olduğun bilip edebe riâyet eyle. Ve kelâmı fi'l-mesel endâze ile söyle ve lisân-ı hâl ve kâle i‘tiraz ve 'adem-i kabûl getirme.
Bu bahsin hulâsası şudur. Dervîş olan kişi, tam bir teslîmiyyele mürşidine teslîm olmalı. Değil fiilen yâhud kavlen, kalben dahi mürşidine itirazda bulunmamalı. Mâdem ki mürşid-i kâmil Resûlullah'ın vârisidir ve Allah'ın halîfesidir, öyleyse mürşide itiraz, Allah'a ve Resûlüne itiraz etmek demekdir. Mürşide itiraz edenlerin âkıbeti iyi olmaz. Kerrât merrât ile tecrübe edilmişdir. En iyi ihtimalle sâlikin feyzi kesilir, ilerleyemez hiç. Bu tıpkı ustasına itiraz eden çırağın durumu gibidir. Çırak ustasını dinlerse sanatında ilerler, dinlemezse, kendi kafasına göre hareket ederse, mesleği öğrenemez. Çırak itiraza devam ederse, usta çırağı kovar. Diğer ustalar da böyle bir çırağı kabûl etmezler. Tıpkı bunun gibi itirazı terketmeyen dervîş de, tard olunur, kovulur. Bu kovulma, ekseriyâ fiilen yâhud kavlen olmaz, manen olur.