22 Mayıs 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Vesîletü'l-Merâmında sülûkün şartlarını beyân ederken buyuruyorlar ki :
Şart-ı sâlis, devâm-ı vudû’dur. Yani sâlike lâzımdır ki tahâret-i dâime üzerine ola. Zîrâ hadîsde gelir ki, "Düm 'ale't-tahâreti yüvessa' 'aleyke'r-rızk" (Devâmlı tahâret üzere ol ki, rızkın artsın) Yanî tahâret-i zâhire üzerine devâm göstermek, rızk-ı sûrînin vüs‘atine sebeb, ve tahâret-i bâtıne üzerine dâim olmak, rızk-ı ma‘nevînin kesretine bâ'isdir. Ve rızk-ı sûrîden murâd, me’kûlât ve meşrûbâtdır ki, sebeb-i nemâ-i cism-i hayvânîdir. Ve rızk-ı ma’nevîden maksûd, ma'ârif ve 'ulûmdur ki, bâ'is-i bekâ-i rûh-i insânîdir. Ve tahâret-i zâhire kazûrâtdan olduğu gibi tahâret-i bâtıne dahi necâsât-ı ma'neviyyedendir. Ahlâk-ı seyyie ve niyyât-ı fâside ve azemât-ı kâside gibi. Ve hadîsde gelir, "büniye'l-islamu 'ale'n-nezafetü (islâm temizlik üzerine binâ edilmişdir)". Pes nâsik ve sâlik zâhiren ve bâtınen nazîf olmadıkça bâb-ı rızk mutlakâ ona meftûh olmaz. Bu cihetden kalbine keşf ve ilhâm dileyenler, tahârete mülâzemet etmelidir. Zîrâ devâm-ı feyz ve vârid, devâm-ı tahâret ve virdledir. Ve sebeb-i tevvesu'-i rızk budur ki, arz ne kadar tayyibe olsa o kadar münbit olup, bir habbe yedi sünbüle ve her sünbüle yüzer dâneyi müştemil olduğu gibi arz-ı vücûd dahi böyledir.
Husûsâ ki vudû'da sırr-ı infisâl vardır, salâtda sırr-ı ittisâl olduğu gibi. Ve 'âlem-i halk dayyik ve 'âlem-i Hakk vâsi‘dir. Çünkü vudû'da sırr-i infisâl vardır, lâ cerem mütevazzî olan kimse 'âlem-i dayyıkden münfasıl olup, 'âlem-i vâsi'e muttasıl olur. Ve bir dahi zâhir ve bâtından darlık görmez.
Suâl olunursa ki, Hazarât-ı Sahâbe devâm-ı tahâret-i zâhire ve bâtine üzerine iken ibtilâ-i fakr neden nâşi idi? Cevâb budur ki, sahâbede fakr yokdu. Zîrâ ganâim ile müstağnî idiler. Feemmâ zâhiri bâtına yani fakr-ı hakîkiyye tatbîk için zühd ihtiyâr etdiler. Nitekim Kur’ân’da, "فَمِنْهُمْ مَنْ قَضٰى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُۘ" zühdlerine işâret eder. Zîrâ terk-i dünyâ üzerine mu'âhede-i ilâhiyye vâki' olmuş idi. Bu sebepden mâsivâyı terk edip, Hakk’ı ihtiyâr etdiler. Ve bunlar fakr üzerine hüccet olsa gerekdir. Ağniyâya Hazret-i Süleymân ve derdlilere Hazret-i Eyyûb ve ehl-i hicrâna Hazret-i Ya‘kûb hüccet oldukları gibi. Ve dünyâda ihtiyâr-ı zühd ve terk-i dünyâ edenlerin saltanatları ukbâda zuhûr gerekdir. Çünkü dünyâ fânî ve hazef ve ukbâ bâkî ve cevherdir. Lâ cerem 'âkil olan 'ukbâyı ihtiyâr eder, dünyâyı değil. Ve âlâyiş-i mâsivâ ile mütelevvis olmaz. Ve Kur’ân’da gelir : "لَّا يَمَسُّهُ إِلَّا الْمُطَهَّرُونَ". Yani Kur‘ân’ı muhdes mess etmediği gibi, sırr-ı hüvviyeti dahi levs-i ta'allukâtla mütelevvis olan idrâk etmez. Belki cümleden mutahhir olan dil bilir.
Ve şeyhim Seyyid Fazlî-i İlâhî Hazretleri kendilerinin üç haslet-i şerîfe ile merzûk oldukların bazı tahrîrâtında ihbâr etmişlerdir ki, biri her vakt için tecdîd-i vudû’ ve biri dahi her ibâdet ve muâmele ve âdetde kitâb ve sünnete temessükdür. Hadîsde gelir, "innî erehtü en ezârallahu illâ alâ tahâret (muhakkak ki ben abdestiz olarak Allah'ı anmakdan sakındım)". Yani Cenâb-ı Nübüvvet bilâ-tahâret zikri kerâhet ederlerdi. Belki vudû’-i dâim üzerine olurlardı. Zîrâ vudû’ ile zikirde Hakk’ı ta‘zîm vardır. Zîrâ Hakk Teâlâ Tayyib ve Tâhir’dir. Hatta zarûretde teyemmüm ederlerdi. Vudû’ya beş on hatve kalsa dahi yine ihtimâm eylerdi.
Ve bazı ehl-i takvâ Muhammed ismini dahi bilâ vudû’ dillerine almazlardı ve ism-i şerîfe ta‘zîm kılarlardı. Mahkîdir ki, Sultân Mahmûd Gaznevî’nin Ayazoğlu Muhammed ibrikdârı idi. Bir gün "Ayazoğlu nerededir?" dedi, Muhammed demedi. Feemmâ Ayaz bundan münfail oldu ve "Sultân oğlum hakkında muğberrü’l-hâtır mı oldu ki, Muhammed diye suâl etmedi" dedi. Sonra sultandan istikşâf olundukda ol dahi, "Bilâ vudû‘ olduğum cihetden ta‘zîmen ism-i şerîfi lisânıma almadım, belki Ayazoğlu ta‘bîr eyledim" diye cevâb verdi. İşte bu mertebeler dekâik-i takvâdandır. Gerçi zevâhire müte'allikdir, zîrâ zevâhir dahi delâil-i bevâtın olduğu yüzden mer‘îdir.
Bu meselenin esâsı şudur. Nasıl ki büyüklerin huzûruna kirli, paslı elbiselerle, tozlu topraklı bir hâlde çıkılamazsa, huzûrullaha da ancak temiz olarak çıkılabilir. Yani Hakk'a kurbiyyetin şartı tahâretdir, temizlikdir. Bunun içindir ki abdest, namazın da farzlarındandır. Sâlik dâimâ huzûrullahda olduğunu bilirse, ilerler, yol alır. Bunun için dâimâ abdestli olmak, seyr u sülûkün şartlarından sayılmışdır.
Hazret-i Şeyh'in beyân etdiği gibi, abdest manevî temizlik olduğundan, manevî rızkın artmasına da vesîledir. Yani ilâhî feyzin devâmı ve çoğalması için de mümkün mertebe abdestli olmak lâzımdır. Tabii abdest deyince, yalnız su ile yapılan bir temizlikden bahsetmiyoruz, bu, abdestin zâhirî tarafı. Asıl mühim olan abdestin manâsı yani günahlardan temizlenmek, kötülüklerden uzaklaşmak.
Hazret-i Şeyh, abdestin daha derin bir ma'nâsına da işâret buyuruyor, "vudû'da sırr-ı infisâl vardır" diyor. Burada infisâlden murâd, mâsivâdan yüz çevirmekdir. Abdesti öyle almalı ki insan, Hakk'dan gayrı ne varsa hepsini temizlemeli, söküp atmalı kalbinden. Abdest böyle alınırsa, namaz da insanı vuslata erdirir. Nitekim "salâtda sırr-ı ittisâl vardır" buyurmasının hikmeti de budur işte.