22 Mayıs 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Vesîletü'l-Merâmında buyuruyorlar ki :
Şart-ı râbi', halvetdir. Yani ebnâ-i cinsi ile sohbeti terk edip, bir tenhâ yerde oturmakdır. Gerçi halvet-i hakîkiyye yokdur. Zîrâ Allahu Teâlâ’nın ma'iyyeti ve melâike ve ervâhın huzûru vardır. Ve kezâlik oturduğun halvethâne ki, seninle ma'mûrdur, seni mubsırdır gerek zulmânî ve gerek nûrânî. Nitekim bazılar halveti zulmetde ihtiyâr ederler. Tâ ki havâss-ı berhûş mesdûd olup, ülfet-i hissiye bâtına intikāl eyleye. İşte mekânın dahi seni ibsâr ve mutâla'ası vardır. Gerçi sen onu görmezsin. Pes nice halvet edersin ki, halvethâneye muhtâcsın. Ve halvethâne mekândır ki hâmil-i rûh-i zâtîdir. Ve üzerinde sevbin ve elinde vird etdiğin sübha bile sana musâhibdir. Pes senin halvetin bi'l-izâfedir ki, hâricde olan halka nisbetledir. Ve bundan ma'nâ-yı murâkabe mefhûm oldu. Zîrâ murâkabe odur ki, Hakk’ın sana ıttılâ'ını istihzâr edesin. Ve Hakk seninle olduğunu mutâla'a kılasın. Nitekim Kur’ân’da gelir : "أَلَمْ يَعْلَمْ بِأَنَّ اللَّهَ يَرَى". Ve yine gelir : "وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ" .
Pes tenhâda olsan dahi bu murâkabe var iken, yine tenhâda değilsin. Ve ta'rîf-i murakâbede demişlerdir ki, "علمُ القلبِ بنظرِاللّه اليهِ (kalbin Allah’ın kendine nazar etdiğini bilmesidir)". Velâkin bu ilmi istidâme lâzımdır ki, cemî'-i ahvâlde kalbe mülâzım olmalıdır. Ve illâ murâkabe-i tâmme olmaz. Ve ser-i ceyb-i çekmeye, murâkabe dedikleri budur ki, murâkabede 'âlem-i gaybe teveccüh ve ıttılâ'-ı mugayyebâta tasaddî vardır.
Badezâ halvete dühûl eden sâlike iki 'akd lâzımdır. Evvelkisi budur ki, i'tikad eyleye ki Allahu Te'âlâ'nın misli yokdur. Bu cihetden her ne türlü sûret ki halvetde tecellî eyleyip "Enallah (Ben Allahım)" derse i'timâd etmeye. Bil ki, "Sübhânallah âmentü billah" deyip ol sûretden kalb ile i'râz eyleye. Ve hemen zikre meşgûl ola. Ve illâ ilhâda ve sû-i i'tikâda düşüp sadetden çıkar. Ve Mudill isminde dâhil olur. Halvetin ise bu makûle hayâlâtı çokdur. Husûsa ki ümmî mâkûleleri dalâle akrebdir. Zîrâ kuvvet-i ilmiyyeleri yokdur. Ve İblîs halvetde ve hâricde müdâhaleden hâlî değildir. Hattâ beyne's-semâi ve'l ard kürsîyi nasb edip, üzerinde oturur. Ve ulûhiyyet da'vâ edip, niceler "Ben Tanrı’yı âşikâre gördüm" deyu dalâle düşer. Maahâzâ gördüğü Şeytan'dır.
Ve vesvese-i şeytâniyye ile ilkâ-i melekînin farkı budur ki, şol ma'nâyı ki melek ilhâm eder, akabinde lezzet hâsıl olur ve sûrete tegayyur gelmez ve 'ilm-i cedîd vücûda gelir. Ve şol ma'nâyı ki Şeytân ilkâ eder, akabinde elem ve fütûr hâsıl olur. Ve şeytânî olmakla sûret-i bedene dahi tegayyur gelir. Zîrâ Şeytân Kâbız ve melek Bâsıt ismine mazhardır. İşte elinde bu makûle mîzân olıcak, hak ve bâtıl ve hayr ve şerri teşhîs edersin ve mahfûz ve ma'sûmlar yoluna gidersin ve hâlin keşf-i sahîh ve menzilin hakk-ı sarîh olur, bi-iznillâhi te'âlâ.
Ve 'akd-i sânî budur ki, halvete duhûl etdikde, Hakk'dan gayriye himmeti ta'alluk etmeye. Belki matlûbu ancak Hakk ola. Ve bilfarz cemî'-i kâinât kendine arz olunsa Cenâb-ı Nübüvvet’in Hakk’la olan mu'âmelesin eyleye. Yan Allahu Te'âlâ Leyle-i Mi'râc'da buyurdu ki, "يا احمد انا وانت وما سوى ذلك خلقته لأجلك (Ey Ahmed, ben ve sen ve bunun dışındaki her şeyi senin için yaratdım)". Orada Cenâb-ı Nûbüvvet dahi buyurdular ki : " ياربّ انت وانا وما سوى ذلك ترآته لأجلك (Ey Rabbim, sen ve ben ve bunun dışındaki her şeyi senin için terk etdim)".
Ve eğer bir nesneyi kabûl etmek lâzım gelse, edeble ahz eyleye ve me'mûr olduğu cihetden kabûl ede ve orada vukûf etmeye. Zîrâ mâ-fevkî olan mertebe fevt olur. Meselâ küşûf-i kevniyye vâki' olsa ve hisden gâib olan eşyâ inkişâf bulsa, keşf-i ilâhiyye terakkî eyleye ve süfliyyâtdan hazer eyleye. Ve illâ berzahda kalır. Hattâ ekvânın cümlesi berzahdır. Gerekse ervâh mertebesi olsun. Zîrâ ervâh, huceb-i latîfe-i nûrâniyyedir. Ecsâm, huceb-i kesîfe-i zulmâniyye olduğu gibi. Ve mertebe-i ervâhın mâ-fevkinde dahi berâzih-i ma'neviyye vardır, erbâbı bilir. Tevfîk-i ilâhî olıcak, cisr-i mâsivâdân ubûr ve mürûr etmek âsân olur. Hemen kârı yolundan tutagör. Nitekim bâlâda dahi işâret olundu. Ve akvâ-yı vesâil mürşid-i kâmildir. Zîrâ berâzih zuhûr etdikçe oradan ubûra vesîle olur. Ve akabâtdan necâta yol bulur. "والحمدللّه علي توفيقه والهامه وتعريفه واعلامه (Yardımı, ilhâmı, ta'rîfi ve ta'lîmi için Allah'a hamd olsun)".
Bu meselenin özü de şudur. Halvetden maksad, mâsivâullahdan alakâyı kesmekdir. Bu, bir köşeye çekilerek, bir halvethâneye kapanarak da yapılabilir, halkın arasında iken de yapılabilir. Kalb, başka şeylerle meşgûl olduğu hâlde, inzivâya çekilmek fayda vermez. Kalb Allah ile olursa, kalabalıklar içinde olmanın bir mahzûru olmaz. Halvetin hakîkati Hakk'la berâber olmakdır. Halvetin hakîkati hakkında daha önce pek çok şeyler yazdığımız için daha fazla îzâhata lüzûm görmüyorum. Merâk edenler, SÔFİYYE sayfamızda, başlığında "Halvet" geçen yazıları gözden geçirsinler.