23 Mayıs 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Vesîletü'l-Merâmında buyuruyorlar ki :
Şart-ı hâmis, devâm-ı savmdır. Zîrâ vakt-ı halvet sâir evkât gibi değildir. Belki zamân-ı rûhâniyyet ve mertebe-i samediyyetdir ki, mertebe-i melâikedir. Melâike ise nûrdan matbû‘ oldukları için ekl ver şürbden berîler ve şehevâttan 'ârîlerdir. Ve kavl-i meşhûr ki derler : "تجوّع تراني تجرّد تصل (Tecevvû' edersen beni görürsün, tecerrüd edersen bana ulaşırsın)" Burada tecevvu'dan murâd, şehevât-ı tabî'iyyeden, ve tecerrüdden maksûd, ta'allukât-ı nefsâniyyeden inkıtâ'dır ki, cemî-i mâsivâdan inkıtâ' onda dâhildir. Nitekim Kur’ân’da gelir : "قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ". Zîrâ insân metrûk olmak lâzım gelicek, sâir kâinât bi-tarîkı’l-evlâdır. Ve yine gelir : "وَتَبَتَّلْ إِلَيْهِ تَبْتِيلً". Yani bu âyetden inkıtâ'-ı küllî fehm olunur. Zîrâ mutlakdır.
Ve sâlike lâzım olan. "وَأْتُواْ الْبُيُوتَ مِنْ أَبْوَابِهَا" mûcibince, ibtidâ mücâlese-i Hakk'a bâb-ı perhîzden duhûl etmekdir ki, taklîl-i gıdâ ve terk-i şehevâtdır. Zîrâ bazı küberâ-ı tarîkat buyurmuşlardır ki : "men hâfe alâ heykelihî lem yerallahe cehren alenen (Her kim bedeni için endişelenirse Allah'ı alenî görmez). Bu hod ma'lûmdur ki, heykelin kıvâmı gıdâ-ı tabiî iledir. Pes taklîl-i gıdâ ile tabîate za'f ve zühûl gelmese heykel dahi fenâ bulmaz ve mağlûb olmaz. Bu sûretde heykel ve tabî'at, rü'yet-i Hakk'a hâil olur. Zîrâ rü'yet-i Hakk ya şevâhid ile olur ki, basar-ı nâfize mevkûfdur. Veya esmâ ve sıfât ile vucûd bulur ki, basîret-i hâddeye menûtdur. Basîretin infitâhı ise hissin inhilâkı ile zuhûra gelir. Pes his kuvvetli oldukça, basîret za'îf olur. Ve belki a'mâ kalır. Bu sebebden ehl-i halvet devâm üzerine sâim olurlar. Tâ ki mecrâ-yı dem olan urûk tazyîk ve menba'-i feyz-i nûr olan basîret tevsî' olunup rü'yete mecâl ola.Suâl olunursa savm-i dâimde kerâhet vardır. Zîrâ savm-i dehrdir. Ve halvetin aslı dahi şer'-i Muhammedî'den değildir. Belki erba'în dedikleri şer'-i Mûsâ'dan takrîr olunup kalmışdır. Belki bizim şer'imizde olan i'tikâfdır ki 'aşr-i ahîr-i şehr-i Ramazân'dadır. Elhâsıl nüzûl-i vahiyden sonra halvet-i nebeviyye ve halvet-i sahâbe vâki' olmamışdır. Ve savm-ı dehrde fâide olmadığı hadîsle sâbitdir. Cevâb budur ki, halvetden murâd, mürşid-i kâmil ile sohbetdir. Zîrâ kişi binefsihî mütehallî olmakda nef' yokdur. Belki hayâlât-ı fâside yüzünden inhirâfâta müeddî olur. Ve sohbetin te'sîri mücâhedeye mevkûfdur. Sahâbe-i kirâm ise daima cihâd ve mücâhede ve sohbet-i nebeviyye üzerine idiler. Onun için sohbetden müntefi' oldular. Ve cihâd ve mücâhedelerine şâhid budur ki gelir : "Raca'nâ mine'l-cihâdi'l-asgar ile'l-cihâdi'l-ekber (Küçük cihâddan büyük cihâda döndük). Yani küffâr ile olan darb u harb, cihâd-ı asgar ve nefs ile olan mûcâhede cihâd-ı ekberdir. Çünkü bu a'sârda cihâd-ı asgar muttarid değil ve 'alâ takdîri'l-ıttırâd nefîr-i 'âmm olmadıkça farz-ı 'ayn olmaz. Ve herkes ona iktidâr bulmaz. Lâ-siyyemâ mürşidin ma'iyyeti mefkûddur. Zîrâ mücerred-i ehl-i örfle rifâkatde terakkî bulunmaz. Lâ-cerem mürşid-i kâmil bulunan yerde halvet ve mücâhede ve sohbet, sâir hidemâtdan evlâ oldu. Ve Cenâb-ı Nübüvvet'in kable'n- nübüvvet Cebel-i Hirâ'da halveti ve takrîr-i erba'în-i Mûsevî kifâyet etdi. Zîrâ halvet tahsîl-i kurb-i Hazret içindir.
Pes zâhir-i şer'de bulunup velâkin bâtın-i hakîkate vüsûl olmayıcak, tahsîl-i vüsûl için esbâbına teşebbüs lâzım geldi. Tâ ki nûr-i ma'rifet ve sırr-ı hakîkat lâih ve lâmi' ola. Ve savm-i mâsivâdan halvete maîndir. Zîrâ havâtır-ı fâside, ağdiye-i muhtelifenin netâicidir. Ve savm-i dâimde tathîr-i bâtın ve tahsîn-i ahlâk mezîd olduğu zâhirdir. Ve kerâhetine dâir olan hadîs herkese göre değildir. Nazar eyle ki savm-ı visâlden nehyi tenzîh ve şefkate hamletmişlerdir. Binâen 'alâ hâzâ, kâdir olana men' yokdur.
Ve meşârib-i nâs muhtelifedir. Bazıları var ki kaviyyül-mizâcdır. Savm-ı visâl etse dahi i'tidâlden hâric olmaz. Lâzım olan ise murâât-ı i'tidâldir. Ve bazılar vardır ki, za'îfü'l-mizâcdır. Pes bu makûlenin i'tidâli gecede bir kerre iftâr mu'tedildir. Ve savm-i dehr de herkese i'tiyâd gelmez. Ve her mizâc gıdâdan teneffür eylemez. Zîrâ tabî'atın aslı şehvet ve nefsin desâisi çokdur. Pes nefs ve tabî'at öyle değildir ki ta'âma meyl etmeye. Meğer ki ıslâh-ı vücûddan sonra ola. Bu cihetden küberâ-i tarîkat ittifâk etdiler ki ta'âm-ı şerî'at ikidir ki, biri bükrâda ve biri 'ışâdadır.
Ve ta'âm-ı tarîkat birdir ki kable'l-'ışâ olan aşâdır. Ve 'avâmm-ı nâs ki bi-hasebi'l-gâlib bir günde üç defa ta'âm ekl ederler, ona ta'âm-ı şer'î denilmez, belki ta'âm-ı hayvanî derler ki, menhîdir ve hadîsde gelir. "Ecû'u yevmen ve eşbe'u yevmen (Bir gün aç dururum, bir gün doyarım) Yani ta'dile işâret ederler. Zîrâ iki gün mütevâliyen aç ve iki gün mütetâbian tok olmak i'tidâlden hâricdir.
Pes hâl-i insân ruhsat ve 'azîmet meyânında dâirdir ki iftârı ruhsat ve sıyâmı 'azîmetdir. Ve sâim için iki 'ıyd ve ferâh vardır ki biri iftâr vaktinde ve biri dahi likâ-ı ilâhî hâlindedir. Zîrâ netîce-i savm, rü'yetdir. Nitekim mürûr etdi. Pes savm-i dehr bazı emzice ve eşhâsa göre 'ayn-ı 'azîmetdir. Ve 'azîmet, fevka'r-ruhsatdır. Yani takvâ fetvânın fevkındedir. Ve ondan râcihdir. Gerçi ruhsat ve fetvâ dahi şerî'atdir. İşte buradan tarîkatın ma'nâsı mefhûm oldu. Yani tarîkat odur ki, şer' içinden 'âmme-i ahkâm ile 'âmil olduğu gibi, hâsse-i hasâil ile dahi 'âmildir ki 'avâmm-ı nâs su‘ûbetinden ötürü onunla 'amel etmez. Ve "Hakk güç buyurmamışdır" der. Feemmâ demez ki, mendûb ve müstahsendir. Ve belki kendi umûr-ı mu'tâde-i 'âdiyye ve örfiyyesini tercîh ve istisvâb eder. Ve hatâ olan nesneleri emr-i heyyin 'add eyler. İşte bu makûleler savma muhtâclardır. Tâ ki me'lûf oldukları müştehiyâtdan fitâm hâsıl olup, umûr-i rûhâniyye ile insân-ı kâmil sûretine gireler.Hey ebleh! Hiç idrâkin yok mu ki teemmül edesin ve muttali' olasın ki, bu ümmet-i merhûme içinde müşârünileyh bi'l-benân olanlar ne sebeble derecât-ı 'âliyyeye ermişler. Ve kemâlâtla mevsûf olup, şöhret-i tâmm bulmuşlar. Ve mak'ad-ı sıdka girmişlerdir. Onların eyyâmında hezâr ekl, şürb ve hûb ve gaflet ehli gelmişlerdir ki, birinin nâmı sahîfe-i 'âlemde bâkî kalmamış ve kaldığı sûretde dahi bed-nâmlık ile kalmışdır. Feemmâ ihyâ-i leyâlî edip vuzû'-i 'ışâ ile salât-ı fecr edâ edenler savm-ı dehre mu'tâd olanlar ve halvethânede münzevî olup terk-i ihtilât ve terk-i 'ıyş u 'işret eyleyenler ve bunların emsâli, 'azâim ile 'amelde rüsûh bulanlar ile'l-ebed yâd olunurlar. Ve hâlden haberdâr olanlar onlar gibi 'azîmet ehli olmadıklarına tahassür eylerler. Hele bâri onlar kadar hâlleri yoksa da yine inkâr etmezler. Feemmâ senin sû-i hâline bak ki, ehl-i hâli ehl-i kâl kadar mu'teber tutmazsın. Ve şânlarını bî-vech tenzîl edersin ve muhabbetlerini kendine sermaye-i ticâret-i âhiret edecekken, buğz ve 'adâvetleriyle haserât-i 'azîmeye düşersin. Ve âhir nâr-ı hırmân ve âteş-i bu'd ve katî'ada yanıp pişersin.
Bu meselenin özü şudur. İnsan iki şeyden müteşekkildir. Nefs ve rûh. Nefsin hoşuna giden şeyler, rûha azâb verir. Nefsi besleyen şeyler, rûha zehir gibi gelir. Bunun aksine olarak rûhu besleyen şeyler nefse azâb verir. Rûha lezzet veren şeyler, nefse acı gelir. Seyr u sülûk rûhânî bir seyr olması hasebiyle, nefsin ezilmesini gerekdirir. Nefsi ezen şeylerin başında da oruç gelir. Nefse en hoş gelen şeylerin başında yemek içmek geldiği gibi. Bu itibarla nefsi yemekden içmekden men' etmek, rûhu yüceltir ve yükseltir, manevî âlemlere urûc etdirir. Zâten seyr u sülûk denilen şey de mirâc-ı manevîdir.