24 Mayıs 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Vesîletü'l-Merâmında buyuruyorlar ki :
Şart-ı sâdis, devâm-ı sükûtdur. Ma'lûm ola ki, mahall-i sükûtda sükût etmek, sıfat-ı ricâl ve mevdı'-i nutukda, nutketmek eşref-i hisâldir. Ve 'aks etmek rezâildendir. Fe-emmâ ashâb-ı mücâhedenin sükût ihtiyâr etdikleri budur ki, kelâmda hazz-ı nefs vardır. Onun için pîrân-ı tarîkat şehvet-i kelâmdan hazer ile tavsiye ederler. Onun için yanşaklar ve dilin çiğneyip tekellüf ile tekellüm edenler, şer'de mezmûm oldular. Samt-ı câhiliyyet menhî olduğu gibi. Nitekim hadîsde gelir. "لاينم بعداحتلام ولا صمات يوم الي اللّيل" Yani ehl-i câhiliyyetin nüsükünden idi ki, bir gün bir gece insimâtla i'tikâf ederler. Ve bu ma'nâyı kurbet addeylerlerdi. Sonra İslâm'da o makûle samtdan nehy olunup zikrle ve hadîs-i hayrla me'mûr oldular. Pes şol kimsede ki, şehvet-i kelâm yokdur. Ve ol âfetden 'afîf ve masûndur, söylese efdaldir. Ve şol kimse ki mekr-i nefs ve şehvet-i tab'dan me'mûnü'l-gâile olmaya söyleyeceği hayır ise dahi imsâk eyleye ve imsâke-i zımân etmekle zâhirin kemâli butûne intikâl eyleyip muhâdese-i ilâhiyye ve müsâmere-i rahmâniyyeye bâ'is olur.
Ve demişlerdir ki hikmet on cüzdür ki, dokuzu samtda ve biri 'uzlet-i nâsdadır. Pes ehl-i 'uzlet ve halvet olup, samt eden kimse cemî'-i eczâ-i hikemiyyeyi ihrâz etmiş olur. Ve hakîm demeye liyâkat bulur. Ve mahkîdir ki Yûnus, batn-i hûtdan hurûc etdikte tavîlü's-samt idi. Niçin tekellüm etmezsin diye suâl etdiklerinde, "Benim batn-ı hûta dühûlüme sebeb kelâm oldu" dedi.
Ve sükûtun ta'rîfinde demişlerdir ki, "ترك الكلام مع القدرة عليه (Konuşmaya kâdir olduğu hâlde konuşmamakdır). Pes ahres hakkında sükût etdi denilmez. Zîrâ kelâma kudreti yokdur. Ve Hazret-i Zekeriyyâ hakkında gelir : "قَالَ اٰيَتُكَ اَلَّا تُكَلِّمَ النَّاسَ ثَلٰثَةَ اَيَّامٍ اِلَّا رَمْزًاۜ" Yani üç gün zikirden gayri kelâma kâdir olmazsın demekdir. Pes Zekeriyyâ bu hâlden evvel kelâma kâdir idi. Velâkin bu müddetde in'ikâd-ı matlûbî olan ma'nâya 'alâmet olmakdan ötürü oldu. Tâ ki kalb ve lisân şükr-i ni'metde istiğrâk bula. Zîrâ tarafeynden zamân-ı ukmde veled olmak havârık-ı garîbeden ve mûcib-i mezîd-i şükürdür.
Ve enbiyâ ma'sûm olmakla, in'ikâd-ı mezkûr âyât-ı 'ismetden oldu. Ve beşeriyet murâât ve muhâfazaya muhtâc olmakdan geldi. Ve bir dahi cezâ-yı vifâk kabîlindendir. Zîrâ duâ lisân-ı kâle vâki' oldu. Nitekim Kur’ân’da gelir : "اِذْ نَادٰى رَبَّهُ نِدَٓاءً خَفِيًّا". Yani duâsını ihfâ ile cehretmedi. Zîrâ duâ, münâcât kabîlindendir. Hakk ile münâcât ise cehr götürmez. Zikir gibi değildir. Nitekim gelir : "اُدْعُوا رَبَّكُمْ تَضَرُّعًا وَخُفْيَةًۜ". Ve zikirde cehretmek nefse râci'dir. Yoksa Hakk'a değil. Nitekim gayrı âsârımızda mübeyyendir.
Elhâsıl Zekeriyyâ'nın duâsı lisân-ı zâhirle vâki' olmakla, şükrü dahi lisân-ı zâhire tefvîz olunup, ma'nâ-yı in'ikâd bu emri te'kîd kabîlinden oldu. Tâ ki şükürde istiğrâk-ı tâmm buluna ve münâfî olan nesne ki, kelâm-ı nâsdır, araya tahallül etmeye.Ve remz ve işâret etmek bilfiil tekellüm gibi değildir, ondan ötürü def'-i zarûret edecek kadar remzle iktifâ olundu.
Ve Şeyhim Seyyid Fazlî-i İlâhî Hazretleri'nin sinn-i visâlleri erba'îne dühûlde tekmîl-i neş'e vâki' olmakla, ol esnâda halvet ve erba'îne girmişlerdir. Kırk gün asla tekellüm vâki' olmayıp vârid olan hulefâ ve ahbâba kelâm-ı gevherbâr tahrîr edip, pencereden taşra sunarlar ve söylemezlerdi. Ve ol esnâda kırk sinnine dâhil oldukları sabahın işrâkında İstanbul'da Atpazarında Kul Camiinde fukarâ ile tevhîdde iken, "اَلْيَوْمَ يَئِسَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ د۪ينِكُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِۜ اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَت۪ي وَرَض۪يتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ د۪ينًاۜ" âyet-i şerîfesi vârid olup, sinn-i bulûğdan sonra kırk sene fenâ ve yirmi üç yıl bekâdan sonra makbûz olup, zâhiren ve bâtınen sinn ve sîret-i nebeviyye üzerine gelip gitdiler. Ve 'ulemâdan yüz elli aded halîfe alıkoydular. Ve 'ilm-i şerîfi kemâ yenbagî neşredip, tasnîfat ve tahrîrâtdan âsâr-ı celîle terk etdiler. Nitekim bâlâda bir mikdârına işâret olundu ve müceddid-i re'si mie-i sâniye oldukları 'ınde uli'l-elbâb hafî değildir. Husûsâ ki umûr-i devlete ihtilâl-i tâmm gelmiş idi. Onların yüzünden nizâm-ı tâmm bulup bin yüz iki senesinde Kıbrıs'da Magosa Kalesinde vedâ'-i 'âlem-i fânî kılmışlardır. Ol vakt-i mu'ayyende intikâl etdikleri Tamâmü'l-Feyz nâm kitâbımızdadır. Rahmetullahi aleyhi ve rahmeten hâssaten lâyıkaten bi makâmihî ve selâmullahi aleyh.
Suâl olunursa ki insân-ı kâmilin hâli sükût mudur, nutuk mudur? Cevâb budur ki, insân-ı kâmil, mazhar-ı Hakk'dır. Hakk ise mütekellim-i ebedîdir ki, O'nda aslâ hares ve sükût yokdur. Ve insân-ı kâmilin rütbesi hakâik-i arz üzerindedir ki sükûn ve sükûtdur. Fe-emmâ zâhirde sükûtdan bâtında dahi sükût lâzım gelmez. Belki onun devr-i kalbi, devr-i kamer gibi serî'dir. Pes Hakk ile olduğu cihetden, ol dahi mütekellim-i ebedîdir. Gerçi her bâr nâtık değildir. Zîrâ nutuk kelâmdan ehassdır. Gûyâ lisânla olan kelâmdan müsta'meldir. Hakk Teâlâ ise mütekellimdir, nâtık değildir. Ve tekellümden murâd şu'ûn-i muhtelife südûrudur ki, "Kün" emriyle devreder. Fefhem.
Bu meselenin özü şudur. Nasıl ki insan aynı anda iki işle meşgûl olamazsa, konuşmak da tefekküre ve zikre mânidir. Ayrıca her konuşma hayırlı da değildir. Nice sözler vardır ki, faydasızdır hattâ zararlıdır. Sâlikin mümkün mertebe sükût üzere olması, onu hem dil âfetlerinden korur, hem de kalbinin mâsivâ ile meşgûl olmasına mâni olur. Bu sûretle hem huzûr-ı kalb hâsıl olur, hem de dil, aslî vazîfesi olan zikrullaha hasredilmiş olur. Nitekim bir sonraki şart olan zikrullaha devâm meselesinde bunun îzâhını göreceğiz. Kâmil olan zevâtın konuşmasına gelince, onlar Hakk ile Hakk olduklarından, konuşmalarında bir beis yokdur. Zîrâ onların her sözü hakdır, faydalıdır, feyizli ve bereketlidir. Henüz kemâle gelmemiş olanların sözleri ise nefsânîdir, söz hak olsa dahi, işitene faydası olsa dahi, söyleyene zararı vardır.