Sülûkün Şartları-7-Zikrullah

25 Mayıs 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Zikrullah

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Vesîletü'l-Merâmında buyuruyorlar ki : 

Şart-ı sâbi', devâm-ı zikirdir. Suâl olunursa ki devâm-ı sükûtla, devâm-ı zikir nice müctemi' olur. Cevâb budur ki, sükût halka ve zikir Hakk'a göredir. Pes kelâm-ı dünyâ ve halkla muhâdeseyi terk etmekden zikri dahi terk etmek lâzım gelmez. Zîrâ zikir kelâm-ı nâsdan değildir. Ve zikir mübtedîye göre mukâbil-i nisyândır. Ve müntehîye göre istimrâra mahmûldür. Tevbe gibi ki, mücrimin tevbesi ma'siyetden tâ'ata rücu'dur. Ve münîbin tevbesi, halkdan Hakk'a ve bilâ fasl rücû'-ı dâim ve huzûr-ı kâimdir. Ve devâm-ı zikir odur ki, onda asla tahallül-i fütûr ve kesel olmaya. Ve zikr-i lisânî olmadığı yerde, zikr-i kalbîye meşgûl ola. Eğer bu devâm bulunmazsa feth-i melekût-i kalb dahi bulunmaz. Ve bu ortada 'aşk ve muhabbet zikr-i dâime mu'îndir. Nitekim, "Kim bir şeyi severse, onu çokça zikreder" ona nişândır.

Pes ma'şûk-ı hakîkî'nin dilde 'aşk ve muhabbeti cây-gîr ve râsih olunca, lisân dahi onun ismini yâd etmekden hâlî olmaz. Ve ism-i mecazî-i lafzîyi zikrederek medlûle ve medlûlden ism-i hakîkiyye ve ondan mûsemmâya intikâl edip, zikirden maksûd hâsıl olur. Ve müsemmâya vüsûlde olan hâle, zikir demezler. Belki orada zikir hatâdır. Zîrâ ol makâmda zikir mezkûrun ve isim müsemmânın 'aynıdır. Pes bir mevzû'da ki izâfet-i isim ve nisbet-i zikir sâkıtdır, 'aynda isneyniyyet olmaz. Belki 'ilimde olur ki, 'âlim ve ma'lûm ve 'ilim ve zâkir ve mezkûr ve zikir dersin. Fe-emmâ 'aynda demezsin. Zîrâ bir nesne kendi kendini zikretmek olmaz. Ve şol kâmil ki, mertebe-i fenâdan sonra bekâya reddolunup, zikreyleye ona ekmelî derler ki, zikri bir mertebeden bir mertebeye göredir. Ve Hakk onun lisânında zâkirdir. Ve 'alâmeti lisânın muhterik olduğudur. Fefhem cidden.

İşte bundan zikrin mecâz ve hakîkati mefhûm oldu. Zîrâ zikr-i mecâzî lafzla ve nefsle olan zikirdir. Ve zikr-i hakîkî ma'nâ ile ve Hakk'la olan zikirdir. Ve bu mertebeye vüsûle dek, ekser-i evkâtde zikr-i cehrî lâzımdır ki nefsin hicâb-ı kesîf ve latîfi onunla zâil olur. Ve hicâb galîz olıcak, ihfâ ile olan zikrin, nefse te'sîri olmaz. Belki darb ve teşdîde muhtâcdır. Ve Hakk esamm ve gâib değil iken, darb ve cehr etmek nefs-i esamm ve gâibe göre olur. Zîrâ ehl-i nisyândır ki tezkîr ve ehl-i samemdir ki ref'-i savt olunur. Çünkü bu perdelerden güzâr ede, iş gayri yüzden olur. Nitekim remz olundu.

Ve zikr-i cehrîyi inkâr etmek hakâikden bî-haber olmakdan nâşîdir. Zîrâ mertebe-i cehrde ki 'âlem-i mülkdür, cehr ve mertebe-i ihfâda ki 'alem-i melekûtdur, ihfâ lâzımdır. Ve bunun mâverâsı lâ-cehr ve lâ-ihfâdır. Nitekim tafsîli gayri âsârımızdadır.

Ve sâlike lâzımdır ki, nehârda Kelime-i Tevhîd'e ve leylde esmâ-i müfredeye meşgūl ola. Kelime-i Tevhîd'den murâd "Lâilâheillallâh"dır ki efdalü‘l ezkârdır. Zîrâ nefyi ile 'âlem-i lâ-ta'ayyünî ki gaybdır, ve isbâtı ile 'âlem-i ta'ayyünî ki, şehâdeti müştemildir. Ve esmâ-i müfrededen murâd "Allah Allah", "Hû Hû", "Hakk Hakk" ve emsâlidir. Münâsebet budur ki nehâr, 'âlem-i sıfâta nâzır olmakla terkîbe akrebdir. Nazm-ı "Lâilâheillâllah" gibi. Ve leyl, 'âlem-i zâta dâir olmakla, bisâta akrebdir. Lafz-ı "Allah Allah", "Hû Hû" gibi. Pes evvelkisi sevb-i helâl, yani gayr-i muhrim gibidir ki, gayr-i mahît ve mürekkebdir. Zîrâ burada nesce i'tibâr olunmaz. Yalnız lafz-ı Zeyd'in terkîbine i'tibâr olunmadığı gibi. Zîrâ lafzın cüz'ü, ma'nânın cüz'üne delâlet eylemez ki, ona müfred müntakî derler ve bir müfred dahi vardır ki, ona nokta ve müfred ve basît-i hakîkî derler. Ve nokta Elif'in nihâyetidir. Zât, 'âlem esmâ ve sıfâtın gâyeti olduğu gibi. Ve gecelerde esmâ-i müfredeye meşgûl olmak, şeyhin işâretine mevkûfdur. Zîrâ sâlikin muktezâ-yı hâli ne ise vaktine göre ta'yîn olunan isim odur. Pes sâlik kendi 'indinden her türlü ismi ihsâ edemez. Ve ihsâ etse dahi iksâr etmez. Belki bazı te'sirât-ı hâilesi zuhûr edip, 'uhdesinden gelemez. Ve teferruk haline sebeb olur. Ve bu ma'nâ gıdâ gibidir. Yani ehl-i halvete isim şeyhin yüzünden ta'yîn olunduğu gibi ahvâl-i gıdâ dahi ona raci'dir. Yani taklîlde ve nev'ini ta'yînde. Zîrâ her vakitde her türlü gıdâ ekl olunmaz. Zîrâ sâlik marîz gibidir ve marîzin hâlini tabîb bilir. Veya tıfl-ı radî' gibidir ki, ona sâlih olan şîr veya ona karîb emr muvâfıkdır. Ve illâ helâke müeddî olur.

Ve bu makâmdandır ki sâlik ile meczûbun farkı vardır. Yani bir kimse hâl-i sülûkünde meczûb olmasa, onun ibtidâ ismi Kelime-i Tevhîd'dir. Ve illâ Celâle'dir. Zîrâ meczûbun nefy ve isbâta zarûreti yokdur. Velâkin tekmîl-i merâtib eden, yine sülûke muhtâcdır. Bu ma'nâdan evvelkiye sâlik-i meczûb derler ki, cezbesi müteahhirdir. Ve sânîye, meczûb-i sâlik derler ki, cezbesi mütekaddimdir. Ve makbûl olan sâlik-i meczûbdur ki 'âdet-i ilâhiyye üzerine cârî olmuştur. Zîrâ 'ilmi, hem kesbî ve hem ırsîdir. Meczûb-i sâlikin ise, 'ilmi yalnız ırsîdir. Ve ırs ve hîbe bilâ-ta'ab olmakla kadri bilinmez. Fe-emmâ kedd-i yemîn ve arak-ı cebîn ile olıcak, mu'teber ve mazbût olur.

Ve her kim ehl-i zikir olmadıysa dünyâdan vahşetle gitdi. Veyâhud ehl-i zikre ittisâl bulmadıysa hasâretde işi bitdi. Zîrâ ehl-i zikir rûh-ı 'âlemdir. Yani cesedin bekâsı rûhun ta'allukuna menût olduğu gibi, 'âlemin bekâsı dahi ehl-i zikrin bekâsına merbûtdur. Nitekim hadîsde gelir, "lâ tekûmü's-sâatü hattâ lâ yukâlu fi'l-ardi Allah Allah (Yeryüzünde Allah Allah denildiği müddetçe kıyâmet kopmaz) Yani Celâle'nin tekrârı zikr-i muttasıla delâlet eder. Nitekim 'ulemâ-i hakâik zâhib olmuşlardır. Gerçi 'ulemâ-i rüsûm gayrı ma'ânîye haml eylediler. Ve ehl-i zikre ittisâl etmek evvelâ i'tikād-ı pâk ve sâniyen mübâya'a iledir. Nitekim yukarıda dahi remz olundu. Ve mübâya'anın dahi gâyeti zikr-i muttasıl yüzünden insân-ı kâmil olup, medâr-ı 'âlem ve gıdâ-yı kâinât olmakdır. Zîrâ cümle-i 'avâlim feyzi insân-ı kâmilden ahz eder. Şol cihetden ki, insân-ı kâmil halîfe-i Hakk'dır. Bu cihetden kamer şemsden istifâde edip envâr-bahş olduğu gibi, insân-ı kâmil dahi Hakk'dan istifâza edip, sâirler dahi ondan müstefîz olurlar. Ve buradandır ki her maddede gâliben vâsıta lâzımdır. Fefhem cidden.

Bu meselenin esâsı da şudur. Allah'la arayı iyi yapmanın yolu zikrullahdır. Hakk'a kurbiyyet ancak zikirle mümkündür. Zîrâ isimden müsemmâya gidilir. Zikrin zıddı gafletdir. Gaflet, Allah'ı unutmak demekdir. Allah'ı unutan kişi, nasıl Allah'a yaklaşabilir, gâfil kimse, nasıl Allah'ın rızâsını elde edebilir. Buna imkân yokdur. Zikrin de çeşitleri vardır. Cehrîsi vardır, hafîsi vardır, lafzîsi vardır, kalbîsi vardır. Her birinin yeri ve zamanı vardır. Bir de zikrin nihâyeti vardır ki bu da vuslat makâmındadır, cem' makâmındadır. Sâlik, Hakk'da fânî olduğunda, zikri nihâyete erer. Fenâdan bekâya intikâl edince, zikir yeniden başlar fakat artık bu zikir evvelkinden farklıdır. Bu mertebede zikir, kulun lisânından zâhir olsa da, Hakk'ın zikridir. Zikrullah hakkında o kadar çok yazı yazdık ki, burada daha fazla îzâha lüzûm görmüyorum, merâk edenler, SÔFİYYE sayfamızdaki yazılara bakıversinler. 

Listeye geri dön