Sülûkün Şartları-8-Nefy-i Havâtır

27 Mayıs 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

İsmail Hakkı Bursevi

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Vesîletü'l-Merâmında buyuruyorlar ki :

Şart-ı sâmin, nefy-i havâtırdır. Gerek hayr ve gerek şer. Zîrâ kalbde havâtırı mahmûde bulunduğu sûretde dahi vâridât-ı ilâhiyyeye müzâhame eder. Pes kalbe feyz-i hâss-ı ilâhî isteyen gerekdir ki, kalbi ağyârla âşinâ etmeye. Ve efkâr yoluna gitmeye. Gerek ol efkâr ve havâtır hayr ve mergûb-fîh olsun ve gerek şer ve mergûb-'anh olsun. Zîrâ hayr muzâheme etdiği sûretde, şer bi-tarîkı'l-evlâdır. Zîrâ iki zıd bir yerde müctemi' olmaz. Ve zıd olmadığı sûretde dahi a'lâ var iken mahall-i feyzi ednâ ile işgâl etmek münâsib değildir ki, 'ulüvv-i himmeti münâfîdir. Ve havâtıra müta'allik olan ba‘zı tahkîkât Müteferrikât nâm kitâbımızdadır. Ve kesret-i havâtır ve hücûm-ı hevâcis bi-hasebil-gâlib, ağdiye-i redîeden veya müşebbehâtdan veya muharremâtdan veya ta'allukâtdan gelir. Pes lokmâ-yı helâl, tayyib ve mu'tedil ve zikrullâh kesîr ve muttasıl olıcak, havâtır mütekallile olup, giderek bi'l-külliyye zâil ve aslından münkali' ve müzmahil olur. Ve yerine vâridât-ı ilâhiyye ve tecellliyât-ı rahmâniyye zuhûr etmeğe başlar. Ve hâne-i dil sohbet-i ağyârdan kurtulur. Ve ta'alluk-ı mâsivâdan necât bulur. Ve sâhibi Hakk'la Hakk olur. Fefhem cidden.

Ve bir vakitde ki Şeyhim Seyyid Fazlî-i İlâhî 'ulemâdan bir kimseyi halvetnişîn etmiş idi. Bir kaç gün havâtır-ı fâsideden halâs olamayıp, hâli müşevveş olıcak, aslından suâl olundu, meğer ol kimsenin nukûd-i râice ve siyâb-ı fâhiresi varmış. Ol ta'alluk ucundan kalbini cem' edemedi. Ve şeyh buyurdu ki: "Ol eşyânın cümlesini bey' ve semenini tefrîk edeler". Fi'l-hakîka ol kimse ondan sonra birkaç güne dek, mükâşefeye kadem basdı. Zîrâ alâka berzahdır. Bu cihettendir ki, Yûşâ bin Nûn gazâ etmek murâd etdikte, teehhül sadedinde olanları ve binâ-ı büyût edip, sukûfunu henüz ref' etmeyenleri ve koyun ve deve alıp vilâdetine muntazır olanları istishâb etmedi. Zîrâ halleri sûret-i ikbâlde idbâr idi ki, ma'iyyet etseler dahi geriye çekinceleri vardı. Teveccüh ise küllî gerekdir. Tâ ki mübâşeret olunan kâr, sühûletle husûle gele. 

Ve bu makâmdandır ki, Cenâb-ı Nübüvvet geriye nazar etmek murâd etseler bütün dönerlerdi. Yoksa boyunların çevirip iltifât etmezlerdi. Nitekim 'âdet-i nâs öyle etmekdir, fe-emmâ hakâike muhâlifdir. Ve bu cihetdendir ki, Leyle-i Mi'râc'da yemîn ve yesâra iltifat olunmadı. Zîrâ Hakk'a teveccühü münâfîdir. Ve mahkîdir ki İmâm Râzî, Şeyh Necmüddîn Dâye'nin halvetine girdikde, tâlibler dersden kaldılar, diye havâtır-ı fâside sebebiyle 'uhde-i halvetden gelemeyip, dışarı çıkdı ve menâfi'-i halvet ve fevâid-i sohbetden mahrûm oldu. Ve onun tefsîrinde gerçi tevhîd ve ma'ârife müta'allik çok nesne tahrîr olunmuşdur. Velâkin taklîddir. 'Alâmeti budur ki, bazı es'ile îrâd eyleyip bilâ-cevâb alıkoymuşdur. Ve sonra gelenler bir bir cevâb vermişlerdir. Eğer kendinin makâm-ı hakîkatden zevk-ı sahîhi olaydı, ol suâllere cevâb vermeğe kâdir olurdu. Nitekim Mevlâna Fenârî Tefsîr-i Fâtiha'da cevâb vermişdir. Ve bu ol kabîlden değildir ki, imtihân için suâl oluna. Nitekim Hakîm Tirmizî, yüz elliden ziyâde suâl yazıp alıkoydu. Tâ ki şeyhü meşâyihi'd-dünyâ Muhyiddin el-Arabî 'âlem-i şühûdÎye teşrîf etdikde, Kitâb-ı Fütûhat-ı Mekkiyye'de ol suâllere cevâb yazdı. Zîrâ Hakîm'in murâdı, müddeî olanları imtihân idi. Tâ ki cevâb vermeyenler da'vâ-yı hakîkat etmeyeler. Nitekim Şeyh-i Sânî Sadreddin el-Konevî Kitâbü Mefâtihi'l-Gayb'da zâıkların 'alâmetlerin gösterdi. Tâ ki ol 'alâmât bulunmayan kimseler, "Bizim de hakâikden mezâkımız vardır" deyu da'vâ etmeyeler. Zîrâ da'vâya şâhid lazımdır ki, burada zikr olunan 'alâmâtdır. Yani ol 'alâmât zevk-i hakîkatin nişânlarıdır. Pes mefkûde olıcak, da'vâ dahi bâtıla olur.

Ve şerâit-i Cüneydiyye'nin sekiz olduğuna bâlâda bazı remz mürûr etmişdir. Hâsılı ebvâb-ı cennet sekizdir. Ve cennet-i âcile, kalb-i insân-ı kâmil ve na'îm-i feyz-i ilâhîdir. Ve bâb-ı kalbden dühûl etmek, herkese müyesser olmaz. Yani ortada tab' ve nefs var iken, kalbe dühûl etmek mümkün değildir. Nitekim sırâtdan mürûr etmedikçe, bâb-ı cinâna erilmez. Ve tab' ve nefs berzahlarından 'ubûr etmek, zikr olunan şerâiti muhâfaza ile hâsıl olur. Gûyâ sekiz şart, sekiz cennetin miftâhıdır. Bu cihetdendir ki sırâtı 'ubûrda meşakkat-i 'azîme vardır. Zîrâ oradan sühûletle 'ubûr etmeğe, dünyâda 'akabâtı 'ubûr etmeğe mevkûfdur. Nitekim Kur’ân’da gelir : "فَلَا اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ".

Gel imdi, "حاسبواانفسكم قبل ان تحاسبوا hasibû kable en tuhâsebû" (Hesâba çekilmezden evvel kendinizi hesâba çekin) vefkınce nefsimizin muhâsebesin görelim. Ve 'akabât-ı sırâtı geçelim. Ve kevser-i feyzi içelim. Ve dâr-ı gurbetden, vatan-ı asla göçelim. Zîrâ kula vâcib olan efendisi yanında bulunmakdır. Ve efendi gerçi kulu ile biledir. Fe-emmâ kul efendiden gâib ve huceb-i kesret ile muhtecibdir.

Sekizinci şart olan havâtırı nefy meselesinin özü de şudur. Sâlikin feyz-i ilâhîden istifâde edebilmesi için Hakk'ın zikrinden gayrı kalbini meşgûl eden ne varsa, gerek hayır gerek şer, hepsinden kurtulması lâzımdır. Kalbini yalnız zikrullah ile meşgûl etmesi, başka şeyleri oraya katiyyen sokmaması lâzımdır. Nedir meselâ bu havâtır dediğimiz şeyler? Para pul meseleleri, ev bark meseleleri, sağlık sıhhat meseleleri, çoluk çocuk meseleleri, iş güç meseleleri, okul, ders, imtihan meseleleri, hayâller, hâtıralar, bunların hepdi kalbi meşgûl eden şeylerdir. Havâtırın niçin def edilmesi gerekdiğini basit olarak şöyle anlatabiliriz. İnsan sıkışık vaziyetde namaza dursa, o namazdan bir şey anlar mı? Anlamaz. Yine meselâ ocakda yemeği olan bir kimse, yâhud bebeği ağlayan bir anne, namaza dursa, hudû ve huşû ile kılabilir mi namazı? Kılamaz. Tıpkı bunun gibi, kalbi düşüncelerle dolu olan, aklı bir yere takılmış olan sâlik de ilâhî feyzden istifâde edemez. Onun için bunlardan kurtulması lâzımdır.

Listeye geri dön