"Âlemîn", âlem kelimesinin çoğuludur yani âlemler demekdir. Türkçemizde de kullandığımız âlem, Arapça alem ya da ilim kökünden gelir. Alemden de gelse ilimden de gelse, netîce aynı kapıya çıkar ve bir şeyin bilinmesine, görülmesine, tanınmasına yarayan işâretler demek olur. Kâinât, Cenâb-ı Hakk'ın varlığına, birliğine ve kudretine bir alâmet ve nişâne olduğu için ona âlem denilmişdir. Kâinâtda ne varsa hepsi için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bu yüzden de insanlık âlemi, hayvanlar âlemi, bitkiler âlemi, edebiyat âlemi, İslâm âlemi gibi tabirler kulanırız. Yani kâinât tek bir âlem değildir, sayısız âlemlerden müteşekkildir. Zâten âlem kelimesi de bunu bize îmâ eder çünkü bu kelime tıpkı ordu, kavim veya cemaat kelimeleri gibi tekil halde çokluk ifâde eder.
"Âlemîn" lafzı, bu kâinâtın içinde bulunan ve sayılamayacak kadar çok olan bütün âlemleri ifâde etdiği gibi, görmediğimiz, bilmediğimiz, duymadığımız bambaşka âlemleri de içine alır. Âlem-i ervâh, âlem-i melekût, âlem-i ceberût, âlem-i âhiret bu âlemlerden bazılarıdır. Cenâb-ı Hakk bunların bazılarını bildirmiş, bazılarını bildirmemişdir. Yine bunlardan bazılarını bazı kullarına bildirmiş, bazı kullarına hiç bildirmemişdir. Hiç şübhe yok ki bilinenler bilinmeyenlerin yanında yok hükmündedir.
Yalnız bu maddî âlemi bile düşünsek, aklımız durur. Çünkü uzayın sonsuz derinliklerinde, akıl almaz mesâfelerde, akıl almaz büyüklüklerde, akıl almaz sayıda galaksiler vardır. Her galakside sayısız yıldızlar, her yıldız sisteminde nice seyyâreler vardır. Dünyâdan çıkıp ne yöne doğru gidersek gidelim, ışık hızıyla seyahat etsek ve bu hızla milyarlarca yıl gitsek yine de kâinâtın hudûdunu bulamayız. Makrokozmosdan, mikrokozmosa dönsek, yine aynı şekilde acz içinde kalırız. Zîrâ onun da sonu yokdur. Atom altı parçacıklar dünyâsı makrokozmosun minyatür hâli gibidir.
Hepsinden öte bir de insan vardır ki, asıl büyük âlem de odur. İnsanın da bir kaç vechesi vardır. Birincisi hiç bir insan diğerinin aynı değildir, her insan ayrı bir âlemdir. Herkesdeki tecelliyât-ı ilâhî farklıdır. İkincisi insan vücûdu da başlı başına bir âlemdir. Hiç bir insanın vücûdu diğerinin aynı olmadığı gibi, insan vücûdundaki mükemmellik, işleyişindeki âhenk ve yaradılışındaki hârikulâdelikler de anlatmakla bitmez. Üçüncüsü insanda başka hiç bir mahlûkâtda olmayan bir rûh vardır. Bu rûh, nefha-i ilâhîdir. Bu yüzden de insan âlem-i sugrâ görünür ama aslında âlem-i kübrâdır. Kâinâtda ne varsa insanda vardır. Zâten kâinât da insan için yaradılmışdır.
İşte, her gün kim bilir kaç kere okuduğumuz, "اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ el-hamdü lillahi rabbi'l-âlemîn" cümlesinde bütün bu âlemlere işâret vardır. Fâtiha'yı her okuyuşumuzda, bütün bunları nazar-ı dikkate alırsak, muhakkak ki bu âyet-i celîlenin üstümüzdeki tesiri bambaşka olacakdır. Zâten hamdden murâd, Cenâb-ı Hakk'ı övmekdir, medh ü senâ etmekdir. Bu da O'nun büyüklüğünü, yüceliğini, kuvvetini, kudretini zikretmekle ve fikretmekle olur.