Allah'dan korkmayandan daha sersem, ahmak kimse yokdur. İnsanların en ahmağı, en eblehi, Hakk'dan korkmayandır. Gene Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri bak ne diyor, Sûre-i Mülk'de :
E emintüm men fi's-semâi en yahsife bikümü'l-arda fe izâ hiye temûr.
Em emintüm men fi's-semâi en yürsile aleyküm hâsibâ feseta'lemûne keyfe nezîr.
Manâsı, Allah size semâdan başınıza taş yağdıracak olursa, ne yaparsınız? Allah su yerine taş yağdırabilir, su yerine ateş yağdırabilir. Allah kumu un, unu kum yapar. Allah ateşi su, suyu ateş yapar. Kâdir-i mutlak O'dur, istediğini yapar, icrâ eder. Böyle olduğu halde Allah'a karşı âsî olan kimse, Allah'ın kitâbını dinlemeyen, Resûlullah'ın yoluna uymayan kimse, bundan daha ebleh kimse var mıdır acabâ kâinâtda? Soruyorum! Gözünün nûrunu söndürse kim çâre bulabilir? Elin ve kolun kurusa kim şifâ verebilir? Soruyorum hadi! Doktorlar mı? Doktorun faydası var ama bir müddetdir. Doktor çâre bulsa, kendi başına çâre bulur. Hangi doktor hangi hastalıkda mütehassıssa kendisi o hastalıkdan ölür. Haberin var mı ondan senin? Kalbi tedâvî eden bir adam, bir doktor, kalbden ölür. Kanseri tedâvi etmeye çalışan bir doktor, kanserden ölür. Haberin var mı ondan senin?
Kur`ân'dan anlamak isteyen adam, müttakî yani ittikâ sâhibi olması lâzımdır. Allah korkusu, en mühim şey. Zâten Cenâb-ı Resûlulullah sallallahu aleyhi vesellem, rahmeten-lil-âlemîn buyurmuşlar, "Hikmetin başı nedir, Allah korkusudur". Ve kâle'n-nebiyyü aleyhi's-salâtü ve's-selâm, "re'sü'l-hikmeti mehâfetullah". Allah korkusudur.
Ama işte şimdi söylediğim gibi insanların kendi istidâdlarına göre Allah'dan korku vardır. Kimisi der ki, "Rabbim beni cennetine koysa da kulum demese, benim için en büyük azâb". Bazı kul der ki, "Beni Allah nârına koyar, ateşde yakar beni"...
Cehennem hakdır, hakdır ve gerçekdir, Allah'ın cenneti hakdır ve gerçekdir, cehennemi hakdır ve gerçekdir ve hâl-i hazırda mevcûddur. Sen ben yaradılmadan, Hazret-i Âdem aleyhisselâm halk olunmadan, Allah cennet ve cehennemi halk etmişdir. Ve oraya ehil hazırlamışdır. İki yol gösterilmiş bak. Aklın başında ise eğer. Kur`ân Allah tarafından insanlara uzatılmış bir ip gibidir, habl-i ilâhî, "وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا va'tasımû bi hablillâhi cemîan", ona kim sarılırsa, kim tutarsa Kur`ânı, Kur`ân'ın kitabını değil, Kur`ân'ın ahkâmını kim tutarsa, o ip onu cennete çeker. Kim bırakırsa Kur`ân-ı Mübîn'in ahkâmını ve şerîatı çiğnerse o nâra girer. Allah'ın rahmetine kalmışdır. Allah dilediğine azâb eder, dilediğini affeder. Allah dilediğini hidâyete götürür, dilediğini dalâlete sevkeder. Karışmayız. Mülk O'nundur. Ammâ Habîbi Muhammed'in ümmetine merhameti, rahmeti çok genişdir. Neden? Çünkü Muhammed Mustafâ'yı sever. O'nu mahbûb seçmişdir kendisine, habîb seçmişdir O'nu, Muhammed Mustafâ'yı, sallallahu aleyhi vesellem. Cennet ve cehennem Resûlullah'ın isteğindedir. Bunu böyle bil. Sen peygamberini "Abdullah'ın oğlu, Âmine'nin çocuğu, Mekke'de doğdu, Medîne'ye hicret etdi, orada evlendi, kaldı", böyle bilme peygamberini. Gene Kitâbullah ile, "مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَۚ men yutı'ır-resûle fekad atâallah"dır. Allah Resûlüne kim itâat etmiş olursa, Allah'a itâat etmiş olur. Allah Resûlüne muhabbet eden, Allah'a muhabbet etmiş olur. Habîb-ı Hudâ Muhammed Mustafâ'ya ihânet eden, Allah'a ihânet etmiş olur. Ümmet-i Muhammed 'e ihânet eden, Resûlullah'a ihânet etmiş olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın bir ismi mü'mindir, bizim de bir ismimiz mü'min. Kendi ismini bize vermiş Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri. "Yâ eyyühellezîne âmenû" diyor bak. Allah da mü'mindir. "Mü'minü'l-müheyminü'l-azîzü'l-cebbârü'l-mütekkebbir"
İttikâya bağlı anlamak meselesi. Haydi sana bir misâlini verelim bunun. Kur`ân'ı anlamak meselesi. Onun için İmâm-ı Şâfii Hazretleri diyor ki, rahimehullah, "Kur`ân'ın cemi nâzil olmayıp da yalnız mücerred bu okuduğum sûre-i celîle ki Sûre-i Asr'dır, bu nâzil olsaydı, insanlara kâfî gelirdi". Anlayanlar için ama. Zâten "el-ârifü yekfîhi'l-işâre", ârife bir işâret kâfîdir. Eblehler anlamazlar Allah sevgisini, Allah korkusunu. Eblehler Allah'ı bilmezler. Çünkü onlar kendi nefislerini unutmuşdur. Nefsini bilen Allah'ını bilir, Celle Celâluhû Hazretlerini.
Bursa'da Ulu Cami var. Bursa'ya gitdin mi? İstanbul câmilerini bile bilmezsin. Öyle gaflet içindeyiz. Herif kalkıyor Amerika'dan geliyor, Süleymâniye'yi ziyâret ediyor, bizim hiç gitdiğimiz yok. Süleymâniye Câmisine gidip namaz kılmayan insan vardır yani. Gidip görmemişdir Süleymâniye Câmisini. Merak etmez hiç. İstanbul'da doğar, İstanbul'da büyür, İstanbul'da bulunur hiç gitmez. Ulan namaz kılmasan bile git de câmiyi bir gör, âbâ u ecdâdının eserini gör hiç olmazsa. Gitmeyen vardır böyle. Ödü patlıyor câmiye girmeye.
Efendiler! Ödü patlıyor câmiye girmeye dedim, bunun üzerinde durunuz. O câmiye girmiyor değil, câmideki olan melâike onu içeri sokmaz. Seni içeri bırakır, onu içeri bırakmaz. Bir adam, namaz kılarken, tesbîh ederken sıkıntı gelirse câmide, kaçmak istiyor, bil ki hastalık var kendisinde. Çünkü kalblerinde hastalık olan kimseler, câmide kuşun kafesde olduğu gibidir. Kuş nasıl kafesde sıkılırsa, kalblerinde hastalık olan münâfıklar da câmide öyle sıkılır. Münâfık iki kısımdır, akâidî münâfık vardır, amelî münâfık vardır. Amelî münâfık, yalan söyleyen, vaadinde durmayan, sözünden dönen kimse, kızdığı vakitde küfreden ve söylediği vakitde yalan söyleyen, ahdinde durmayanlar münâfıkdır. İtikâdî değil, amelî münâfıkdır bunlar. İtikâdî münâfık, mü'minlere karşı "Ben mü'minim" der, kâfirlerle iştirâk eder. Allah öyle tarîf ediyor Kur`ân-ı Kerîminde. Bir adam câmide, ibâdetde tâatda, zikrullah meclisinde sıkılmazsa bilsin ki o mü'mindir o, o güzel o. Allah yanında sevgilidir. Neden? Denizde balık nasıl rahat ediyor, sıkılıyor mu denizde balık, işte mü'min câmide, ibâdetde, tâatda, namazda, salâtda, zikirde, fikirde o denizdeki bulunan balık gibidir. Münâfık ise, kafesde olan kuş gibidir. Geçelim, söyleyelim bakalım.
O câmiyi gördün mü Ulu Câmi'yi, Câmi-i Kebîr'i Bursa'da? Görmedim. Git gör. Bak size bir şey daha söyleyeyim efendiler! Gene Kitâbullah'dan hep. Hiç konuşduğumuz hâriç değildir. Ne söyledikse hepsinin mukâbilinde Kur`ân'dan âyet-i kerîme bulur söyleriz. Bu câmiye geldin değil mi, gelirken, Allah'a kasem ederim ki, yalnız buraya değil her câmiye böyle, bu câmiye geldiğin yollarda hangi taşlara basdınsa yevm-i kıyâmetde o taşlar şehâdet eder senin için. "Yâ Rabbi, abdestli olarak, seni zikrederek, senin ibâdetini yapmak üzere, senin rızânı kazanmak üzere benim üstüme basdı" diyerek şehâdet edecekdir taşlar. Âyetini bulalım hadi. Aynı zamanda cenâbet, abdestsiz, tahâretsiz, kötülüğe giden kimselerin basdığı taşlar da yevm-i kıyâmetde onun hakkında şehâdet ederler. Fennen de bu sâbitdir, isbât edilir yani. Ama âyetle okuyalım biz. Bismillahirrahmanirrahîm. "izâ zülziletü'l-ardu zilzâlehâ, ve ahrecetü'l-ardu eskâlehâ, ve kâle'l-insânü mâlehâ, yevme izin tuhaddisü ahbârehâ". "Üstüme cünüb basdı Yâ Rabbi". Hiç mü'min cünüb gezer mi? Gezmez tabii, mü'minler cünüb gezmezler. Mü'minin hem özü temizdir, hem sözü temizdir, hem yüzü temizdir. Mü'minin, mü'min! Mü'minin yüzünde Muhammed nûru vardır, sallallahu aleyhi vesellem. Mutlakâ. Mir`âtdır çünkü, Resûlullah'ın nûru onun yüzüne aksetmişdi. Kalbi de öyledir. Kalbine de gene Resûlullah'ın nûru aksetmişdir, kalbine.
O câmi-i şerîfi yapdıran, Yıldırım Han'dır, Osmanlı pâdişahlarından Yıldırım Han'dır. Yıldırım Bayezid Han. Niğbolu muhârebesine gitdiği vakitde...Eskiden sultanlar, Osmanlı sultanları, eski Türk sultanları, harbe gitdikleri vakitde, nezrederlerdi. "Harbi kazanırsam, dönersem câmi yapdıracağım". Üç câmi, beş câmi yâhud üç çeşme, beş çeşme, yâhud üç tâne hastahâne, iki tâne medrese, böyle nezrederlerdi. Hazret de kırk câmi yapdıracağını niyetlemiş ve gitmiş. Ve muzaffer olmuşlar.
Allah diyenin karşısında kim durabilir! Ama bu Allah'ı gönlünden söylesin o, ağzından değil. Allah! Bu esmâ-i ilâhînin karşısında hangi düşman durabilir! Erir düşman. Ateş nûr olur, nâr nûra taklîb olur. Allah esmâsı bu! Semâvât ve ard onun üzerine duruyor hepsi. Allah'ın mekânı yok, mekânların mekânı Hakk'dır, Celle Celâluhû Hazretleri.
Gider, muhârebede harbi kazanır. Kaç kişiye karşı biliyor musun? Yedi düvele karşı. Yedi tâne düvele karşı. Nerede? Niğbolu'da. Târih okuyanlarınız bilirler. Hattâ orduyu, oradaki kaleyi düşman muhâsara etmiş de, orduyu geride bırakdı pâdişah, bizâtihî düşman hatlarını yardı, oradaki bulunan Doğan Bey'e seslenmişdir, "Doğan, geldik sabret" diye. Kendi başına! Aç târihi bak. Senin ceddin bu idi. Senin ceddin Allah'lıydı. Senin ceddin Muhammed'liydi. Senin ceddin îmânlıydı. Senin ceddin Kur`ân'lıydı. Özü doğru, sözü doğru. Küfür yerine îmânı, zulüm yerine adâleti götürmüşdür. Zannetme ki bütün feth ü fütûhât kılıçla olmuş. Bir çokları, âdil olan islâm devletlerine, kendi kapılarını açmışlardır. Zalimin elinden kurtulmak için. Allah'sız zâlim olur.
Bir adamın ilmi olsa, ahlâkı olmasa o adam, zâlim olur. Bunu cemiyete teşmîl edelim. Bir cemiyet âlim olsa, ahlâkı olmasa, zâlim olur. Bir ferd ahlâk sâhibi olup, ilmi olmasa mazlûm olur. Ne ilmi var ne ahlâkı, o millet esîr olur. Hem ilmi var hem ahlâkı, o yücelir, mesûd olur. Babanın senin hem ilmi vardı, hem ahlâkı vardı. Düşmanını vurur yarasını sarardı sonradan. Harb meydanında düşmanını vurur, sonra yarasını sarardı, su verirdi. Böyle şanlı ve şerefli bir milletin evlâdısın sen, bunu unutma sakın hâ! Sen şeytanlara, iblislere kanma! Hangi birini anlatalım, günlerce anlatsak bitmez.
Kazandı harbi, döndü geldi ve câmiyi yapdırdı. Dediler ki "Yirmi tâne câmi yapma pâdişahım, yirmi kubbeli bir câmi yapdır, onun yerine kâim olur" dediler. Yapdırdı câmiyi. Fakat pâdişah bazı bazı kabahatler yapardı. Olur ya. Yani ilk işret eden Âl-i Osman'dan bu Yıldırım Han idi. Gizli yapar, içki içerdi. Hakk'dan utanmıyor, kullardan hayâ ederdi.
Ama mü'minlerin ferâseti vardır. Bilir misin onu? Allah Resûlü ne demiş, sevgilimiz, Allah'ın sevgilisi Muhammed Mustafâ, "ittekû firâsete'l-mümini, fe innehû yenzuru bi nûrillah, mü'minin ferâsetinden korkunuz, onlar bakdığı vakitde, Allah nazarıyla bakarlar, görürler" diyor. Ehlullah bilirlerdi. Sultan gizlerdi, göstermezdi kendini. Bazı zavallılar da var böyle, "Allah'ın bildiğini ben kuldan ne saklayayım" filan. Allahım Yâ Rabbim, böyler düşünen adamın kafasında hiç akıl mı yokdur, irfânı mı yokdur yoksa. Allah'ın benim hakkımda bildiklerini siz bilseniz, gelip benim dersimi dinlemezsiniz. Allah'ın sizin hakkınızda bildiklerini ben bilsem, siz benim karşıma çıkamazsınız. Onun için bize hayâ emredilmişdir, hayâ etmek. İnsandan hayâ, Allah'dan hayâ sayılır. İnsandan hayâ etmek, Allah'dan hayâ etmekdir. İnsana ihânet Allah'a ihânetdir. İnsana muhabbet Allah'a muhabbetdir. Ayırma sen nûru canım, parçalama işte. "Allah'ın bildiğini kuldan ne saklayayım". Çıkar donunu dolaş o zaman, Allah biliyor senin donunun içinde ne olduğunu. Haydi, çık sokağa haydi. Kendi fıskını bu şekilde örtmeye çalışıyor. Laf ebeliği yapıyor böyle konuşan adam.
Câmiyi yapdırdıkdan sonra şeyhini aldı, mürşidini. Mürşidi kimdi? Ahmed Şemseddîn Buhârî Hazretleri, Emir Sultan dedikleri. Bursa'ya gidersen evvelâ onu ziyârete git, Emir Sultan'a. Sâdâtdan, Resûlullah'ın sulb-ı pâkinden.
Âl-i Muhammed her şeyin fevkindedir, Evlâd-ı Muhammed, her şeyin fevkinde. O'nun sulbündendir. Sâdâtın makâmı, şürefânın makâmı ayrıdır insanlar üzerinde. Vâkıa Cenâb-ı Hakk insanları kabîle kabîle, millet millet, ferd ferd ayırmışdır, içimizde en kerîmimiz Allah'dan korkandır ama sâdât başka. Peygamber'e olan hürmetinden, O'nun cüz'ü oldu mu bir kimsenin vücûdunda, cüz'-i Muhammediyye, ona hürmet edeceksin. Bir seyyid gelse, on adım mesâfeden ayağa kalkacaksın, on adım geçinceye kadar duracaksın, hürmeten. Eğer Muhammed aleyhisselâma muhabbetin varsa, âline muhabbetin varsa. Kim kimi severse onunla beraberdir, unutma. Hazret-i Peygamber'i seviyorsan O'nunla berabersin. Öyle buyurmuş kendisi çünkü, "Beni seven benimle beraber". Kişi sevdiği ile haşr olur. Bitdi o kadar, fazla konuşma. Sarhoş, ayyaşlarla mı dostsun, onları mı seviyorsun, Allah Resûlü'nü seven sâlihleri mi seviyorsun, Peygamber'i mi seviyorsun? Soruyorum. "Ben Allah Resûlü'nü severim, O'nu sevenleri severim" dedin mi, müjde sana. Müjdeni verdim, O'nunla beraber haşr olacaksın. Hiç üzülme, yakın bir zamanda. Güneş gurubâ gidiyor.
Câmiyi yapdırdı şeyhi olan mürşidi yani, onu aldı yanında götürdü, "Câmi nasıl Efendi Hazretleri, nasıl oldu câmi?". Bakdı Hazret-i Şeyh. Dedi ki pâdişaha, dikkat buyrun, kulağını benden yana ver, "Câmi çok güzel olmuş. Bu câmi o câmi ki taşdan, duvardan, çamurdan, kıtıkdan yapılmış. Ne kadar güzel olmuş. Ammâ eksiği var bunun". "Aman nedir eksiği yapdırayım şeyhim" dedi. "Dört kapısına dört tâne meyhâne yapdıracaksın". "Aman efendim sizden nasıl bu söz zâhir olur, nasıl olur bu iş, nasıl söz bu. Bir şeyhin, bir mürşidin ağzından böyle câminin kenarına meyhâne kurulması emri". "Evlâdım, bu taşdan toprakdan yapılmış bir câmi, onun kapısının etrafına meyhâne yapmaya Allah'dan hayâ ediyorsun. Ne kadar haklısın, ne kadar güzel ama iyi düşün, vücûd Allah'ın câmisidir, beytullahdır vücûd, nazargâh-ı ilâhî olan kalbinin yanına şarap dolduruyorsun. Halbuki taşdan duvardan yapılan câminin kapısına meyhâne yapmayı kerih görüyorsun. Güzel ama senin vücûdun beytullah. Allah câmide değil, Kabe'de değil, Kudüs'de değil, Allah her yere hâzır ve nâzırdır, sana senden yakın". Böyle deyince pâdişah tövbe etdi içkiye. Onu irşâd buyurdular yani.
Artık kusura bakmayın biraz uzatıyoruz ama. Gelelim dersimize.
Câminin küşâdında, dedi ki Hazret-i Şeyh'e sultan, "Efendim câminin küşâdında siz vaaz ü nasihat ediniz. Câminin şerefi içinde bulunanladır. Çeşmenin şerefi içindeki suyladır. Kafesin şerefi içindeki kuşladır. Siz buyrun, dersi siz yapın ve küşad yapınız". Hazret-i Şeyh dedi ki, "Benden daha âlimi var. Su olduğu vakit teyemmüm bâtıl olur" dedi. "Kimdir senden âlimi? Sen Emir Sultan'sın". "Evet, benden daha âlimi, daha yücesi var".
Efendiler! Benlik da'vâsına düşme! Her bilenden bir fazla bilen vardır. Bunda çok incelik var. Dâimâ muhâtabını kendinden yüce gör. Hattâ bir kâfirle dahi konuşsan gene kalbin titresin, "Son nefesde buna îmân nasîb olursa bu ehl-i cennet, ehl-i necât olur, ya ben îmânımı kaybedersem benim hâlim nice olur" diye düşün. Bir çocukla konuşurken gene bunu düşün : "Bu çocuk benim kadar günâh yapmamışdır. Ben ondan yaşlıyım, çok günâh işledim, benim günâhım ondan ağırdır". Genç! Sen de yaşlıyla konuşduğun vakitde kalbine şunu getir, "Bu zât kadar ben Allah'a ibâdet etmedim, bunun kadar Allah demedim ben. Gencim ben daha, inşâallah Allah bana hayırlı ömür versin, onun kadar ibâdet edeyim". Hatırına bunu getireceksin.
"Benden büyüğü var" dedi ve söyledi. Hakkı teslîm etdi yani. Hakkı teslîm edenler mü'minlerdir, mü'min-i kâmillerdir hakkı teslîm eyleyen. Hakdan yüce bir şey yokdur hiç. O insan hakları falan filan onların hepsi edebiyatdır başdan aşağı, kuvvet kiminse onundur iş. Unutma bunu.
Birliğini bozma, tevhîdini bozma! Ümmet-i Muhammed'in âsîsine, günâhkârına duâ et, ıslâh-ı nefs etsinler diye. Allah duâları kabûl eder. Kendini yüce görme onlardan, "ben namaz kılıyorum, onlar kılmıyor" filan diye hakâret etme. Yâ Rabbi, âsîleri ıslâh et, gönüllerini nûr-i îmân ile münevver kıl, memleketimizi âlî kıl, yüce kıl, bizi birleştir. Tevhîd nûrunda birleştir bizi, tevhîd nûrunda, "Lâilaheillallah"da birleşelim, orada.
"Kimdir?". Dedi, "Hamîdüddin Aksarâyî nâmında, burada Somuncu Baba diye kendisini bildiriyor, fırıncı, ekmek yapıyor yani".
Hep büyükler böyle kendilerini gizlemişlerdir. Kimi somuncu, kimi kıdırcı, kimi çömlekçi, kimi bezzaz, kimi cessas. Koca tefsîr sâhibi cessasdır. Keşşaf. Cessas demek yani kireççi, kireç yakıyor. Kudûrî var koskoca İmâm-ı Kudûrî, çömlekçi. Mutlaka eski âlimler, bir sanatla iştigâl ederler ve hem ilme hem de bu şekilde halka önder olurlar idi.
Onun için yalnız okumakla kalma. Ey fakülteyi bitiren! Koluna bir sanat, koluna bir sanat, altın bilezik tak. Sanat, altın bilezik. Bir gün senin okuman geçmez, o sanat seni kurtarabilir, iffetini, ırzını, nâmûsunu. Mutlakâ bir şey öğreneceksin. Sen fakülteye gitmeyen! Sen de öyle. Bir sanata da kâni' olma, bir sanat kâfî değil, iki tâne öğren, üç tâne öğren. İki günü müsâvî kılan zarardadır. İki günü müsâvî kılan zarardadır. İbâdetde, tâatda. Yalnız suçda, o ayrı.
"Peki" dedi pâdişah davet etdi. Ve çok müteessir oldu Hamîdüddin Aksarâyî Hazretleri, "İpliğimiz pazara çıkdı, bilindik halkın içinde" dedi. Gizliyordu kendisini çünkü ekmekçilikle. Ekmekçiliği perde yapmışdı kendisine. Geldi câmiye. Uzatmayalım. Kürsüye çıkdı. Demin sana söyledim ya, Allah'dan kim ittikâ ederse Kur`ân ona söyler diye. Sûre-i Fâtiha'yı tefsîr eyledi. Fetih olduğu için, câminin açılma günü, fetih, Sûre-i Fâtiha'yı tefsîr eyledi.
Aman efendim, Sûre-i Fâtiha deyip geçme sakın hâ! Her gün okuyorsun kırk defa, kırk rekat namaz kılıyorsan eğer, sünneti, vâcibi, farzı filan, kırk tâbe elham okuyorsun, Fâtiha yani. Aman oku! Bir Sûre-i Fâtiha okuyan kimse dört kitâbı okumuş sevâbını alır. Bu dört kitâb da şunlardır. Tevrat, İncil, Zebûr, Kur`ân'dır. Bu Sûre-i Fâtiha'nın manâsı, "bismillahirrahmânirrahim"dedir. "Bismillahirrahmânirrahîm"in manâsı, Besmele'nin "be"sindedir. Besmele'nin "Be"sindeki esrâr-ı ilâhî onun noktasındadır. Onu da insân-ı kâmil bilir, o noktanın ne olduğunu. Noktada varsın sen. Geçiyoruz.
Sûre-i Fâtiha'yı yedi türlü tefsîr etdi Hazret-i Şeyh. Çünkü orada bulunan insanların kâbiliyyeti o idi. Çünkü yedi tefsîrle Sûre-i Fâtiha bitmez. Yetmiş tefsîrle bitmez, yedi yüz tefsîrle bitmez, yedi bin tefsîrle bitmez. Ama oradaki bulunan halkın kâbiliyyeti buydu. Altıncı manâya gelince, "Bunu halk anlamaz" dedi. Birinci manâyı herkes anladı. İkinci manâyı biraz ders görenler anladı. Üçüncü manâyı âlimler anladı. Dördüncü manâyı ârifler anladı. Beşinci manâyı ilimde rusûh bulanlar anladı. Altıncı manâyı dedi Hazret-i Şeyh, "Direğin arkasında bir zât var o anladı" dedi. Yani Molla Fenârî Hazretleri oradaydı, saklanmışdı, dersi dinliyordu orada. Yani Yıldırım Han'ın şeyhülislâmı. "Altıncı manâyı o anladı" dedi, "yedinci manâyı da biz anlarız" dedi "siz anlamazsınız bu işden" dedi. Onların istidâdı o kadardı. Eğer onların istidâdı fazla olsaydı, Cenâb-ı Hazret-i Pîr onlara ne manâlar haber verecekdi. Geçiyoruz.
İndi. İndikden sonra elini öpmek için halk hücûm etdiler. Fakat Hazret-i Şeyh dört kapıdan çıkdı. Dört tâne oldu yani. "Efendi bu nasıl olur?". Uğraşıyorlar şimdi Avrupalılar bunu yapmaya, bu işi. Bir velî kırk tâne kalıba girebilir. Akılla, idrâkle, terâziyle değildir, neşe işidir, îmân işidir. O kadar. Geçiyoruz. Uğraşıyorlar ama şimdi Avrupalılar bu işle. Amerikalılar uğraşıyorlar bâhusûs.
Çıkdı, Molla Fenârî Hazretleri, dikkat buyrun. Dersi bitiremeyeceğiz maalesef ama hikâyeyi bitirelim hiç olmazsa. Molla Fenârî Hazretleri arka yollardan, sıkılarak, çünkü başında şeyhülislam tâcı var, sarığı var, cübbesi var filan, şeyhülislam kendisi, utanarak arka yollardan, doğru Hazret-i Hamîdüddîn Aksarâyî yani Somuncu Baba'nın evine, somasına vardı. Tekkesine vardı yani somasına vardı. Dervîşler oturmuşlardı, o da içeriye girdi, dervîşlerin yanına böyle hasırın üstüne oturdu. Sonra Hazret-i Şeyh geldi. Bakdı ki şeyhülislâm da kendi dervîşleri arasında oturuyor böyle, "Ooo şeyhülislâm efendi, hoşgeldiniz, sizin makâmınız orası değil". "Yok yok yâ Şeyh, benim makâmım burası, burada ben neşe buldum". Ayağa kalkdı, "Biz de ulûm-i âliyye ve ulûm-i 'âliyye gördük", yüksek tahsîl yani senin anlayacağın, küçüğünü büyüğünü gördük yani. "Fakat bu Kur`ân'ın manâsı nereden zuhûr etdi size? Bunu talîme geldim ben". "Yaaa öyle mi! Bu biraz ağır olur, yapamazsın sen bu işi. Çünkü sen yüksek makâmdasın, sen o makâmı bırakıp bu işe dönemezsin". "Yaparım". "Peki öyleyse. Bizim karakaçanın üzerine bin", yani eşeğe, şeyhin eşeğine, anlamazsın karakaçanı sen şimdi, anlamayanlar var, "Bizim karakaçanın üzerine bin, sarayın önünden şöyle bir dolaş. gel buraya, sana biz bunu tahsîl etdirelim". Dedi ki, "Yâ Şeyh, nefsime danışdım, bunu kabûl etmiyor. Size yalan söylemek olmaz" dedi, "yapamam ben bu işi". "Hah öyleyse mâdem ki tevâzu edip benim dervîşlerimle hasıra oturdun, hasır üstüne oturdun böyle, tevâzu etdin, benim dervîşlerimle oturdun, haydi git bir Fâtiha tefsîri yaz". Kendisine icâzet verdi, icâzet verdi yani ona. Bir bakışla. Bir bakışla doldurdu. Bir nazarla. "Haydi git".
Molla Fenârî Hazretleri cebinden biraz para çıkardı, "Efendi Hazretleri şu mangırları...". "Bizim mangıra ihtiyâcımız yok". "Anladım ben, devlet maaşı, içinde haram var zannediyorsunuz. Vallahi ceddimden bana kalan çiftliğimden gelen mangırdır" dedi, "mâl-ı mîrî değil, devlet kasasından değil" dedi, "dervîşlere harcayın". "Mâdem ki böyle söylüyorsun" dedi Hazret-i Şeyh, "sen biraz arpayla saman getir buraya, ben o paranın haram olup olmadığını deneyeyim bir defa. Sonra dervîşlere yediririz". "Peki". Paradan bir mikdar aldılar, biraz saman biraz da arpa getirdi dervîşin birisi, eşeğin önüne. O parayla alıp getirdi. Eşek kokladı, yemedi, döndü üzerine işedi. Yaaa! Eşek kokladı, Hazret-i Şeyh'in eşeği kokladı kokladı, yemedi, döndü üzerine işedi affedersiniz.
Dedi "Evlâdım sen bana helâl diye vermiş olduğun bu parayı bizim karakaçan bile yemiyor, üstüne işiyor" dedi, "ben bunu dervîşlere nasıl yedireyim" dedi.
"Haydi sen git bir Fâtiha tefsîri yaz, tevâzu etdiğin için" dedi. Ve Hazret-i Molla Fenârî kaddesallahu sırrahu'l-âlî Hazretleri, bu izn-i şeyhle, bir nazarla bir Fâtiha tefsîri yazmışdır. Arzu edenlere, Arapça bilenlere tavsiye ederiz okunmasını.
Şimdi, görüyorsun ya Kur`ân-ı Kerîm adama kısım kısım manâlar vermekde. Bu sûre-i celîlede de böyle. Bunun içerisinde iki mühim madde var. Birisi sabır maddesi, birisi hak maddesi, mühim olan. Evvelâ îmân, sonra sıfatlar, sabır ve hak. Bunlardan bahsedecekdim, sabır ve hakdan bahsedecekdim bir mikdar ama vakit dolduğu için burada kesiyoruz.
Bu sûre-i celîleyi ve Kur`ân-ı Celîl'i bağrınıza basınız. Onun ahkâmına seve seve riâyet ediniz, yasakladıklarından Allah'dan korkarak kaçınınız. Yarın karanlık kabirde size nûr olacak olan Kur`ân'dır, tevhîddir, îmândır. İş Kur`ân'dadır. Gâfil olanlar Kur`ân-ı Kerîm'i okumasını öğrenmezler, okumazlar yâhud da ukâlalık yaparlar, "Ma'nâsını bilmiyoruz, niye okuyalım elfâzını" diye, ukalâlık. Kur`ân'ın ma'nâsını bilmesen dahi elfâzını okumak zikrullahdır, tezkiredir. Okuya okuya bir gün sana onun ma'nâsını Allah söyler. Sözsüz, sessiz, cihetsiz ve harfsiz.
Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtın müstakîm.