1 Ağustos 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Kitâb-ı Kerîminde buyurur, tahkîk, ehl-i takvâ olan cemâat, cennât-ı âlîyede besâtîn ve enhâr-ı cennetde ırmaklardadır ki mak'ad-ı sıdkda "Melîk-i Muktedir" katında himmete kâdir azîz bir gâlib dahi yokdur. Va'dinde sâdık, hilâf ihtimâli yokdur. Müttakî olan kullarına enhâr va'd eyler. Gerek cennât-ı maneviyyede ve gerek sûriyyyede. Maneviyyesindeki enhâr, marifetullahdır, bundan ötesi mak'ad-ı sıdkdır ki gâyeti odur. Mak'ad-ı sıdkdan murâd, cennet-i efâl ve cennet-i sıfatdan öte, cennet-i zâtıyla gâyet buldukdan sonradır. Mak'ad-ı sıdka evvel vâsıl olanlar, enbiyâdır ve kümmel-i evliyâdır ve sulehâdır. Halli hâlince merâtib-i takvâda nice ise, ona göre ol dahi "Melîk-i Muktedir" katındadır. Yani ne demek ola? Zamân ve mekândan âlî ilen indiyyet nice tasavvur olunur? Aslı budur ki, ol sıdk sebebiyle varır, zât-ı ehadiyyeye vâsıl olur. Zîrâ sıddîkiyyet merâtibinin gâyet-i gâyâtı Hakk'a vuslatdır. Ol bu kerre indiyyet ile tabîr olunur. İmdi merâtibe işâret olmuş oldu. Nitekim kelâm-ı şerîfinde buyurur, "فَاُو۬لٰٓئِكَ مَعَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ وَالصِّدّ۪يق۪ينَ وَالشُّهَدَٓاءِ وَالصَّالِح۪ينَۚ". Hakîkat takvâ üzere müttakî olanlar, evvel enbiyâ ve rusül ve sıddîklar ki evliyâ-i kâmilîndir, ondan aşağısı şühedâ ve sâlihîndir. Bu cümle cennât-ı sûriyye ve ma'neviyye erbâbıdır. Enhâr-ı maârif-i ilâhiyyeye vâsıllar ve hakîkat-i sıdka yetişenler, takvâ ile vâsıl olurlar imiş. İmdi bildik ki bu cümle merâtibe bâis olan takvâ olmuş oldu.
Geldik takvânın hâline. Takvâ nedir? Takvâ oldur ki, nefsini vikâyedir. Âhiretde zarar tertîb edecek yerden kendini korumakdır. Ma'nâ-yı takvâyı bildik. Bu kerre, umûm ehlinin ve husûs ehlinin ve ehass-ı havâssın takvâsına gelelim.
Takvânın evvel mertebesi şudur ki, ehl-i umûm Allah'ı birleyip enbiyâsını tasdîk edip, cennetin ricâ ederler ve azâb ve ikâbından korkmak mertebesi vardır. İkincisi huzûr-i Hakk'a varıldıkda, ehl-i Hakk'a iktidâdır ki bu kerre cehennemden korkmak mertebesinden ötedir. Üçüncü mertebe, ehassın takvâsıdır. Sivâ zararlarından mâsivâ-yı Hakk'dan gayrısına nazardan nefsini vikâye oldu.
Ehl-i kâl olanlar, şerîat ahkâmın riâyet edeler. Ehl-i tarîkat olan dervîş tâifesi, hâlin gözleyip nefsini tathîr etmeye çalışalar. Ehl-i marifet yani maârif-i ilâhiyyeye vâsıllar, cehâletden ve hicâbdan sakınalar. Ehl-i hakîkat olanlar, kendilerini sakınıp, âlem-i ünsden kendilerini tenezzüle bırakmayalar.
Bu cümleye vusûl takvâ ile hâsıl olunca, bu kerre gelelim, bu takvâ ne ile hâsıl olur, onu bilelim. Tâ ki amele getirip onunla yol bulalım. Bu cümle hâsıl olmaz, illâ sıdk ile olur. Cemî edyânda kizb harâmdır. Çok başdan hâlinde sâdık olanlar vardır. Ona misâl getirelim.
Harem-i Kabe'de bir alay dervîş tâifesi, cem olup otururlardı. İçlerinden birine vecd ârız oldu, dâimâ çağırır gezerdi. Yine bir gün âdet üzere şevk izhâr edip haykırınca, döndü geldi, arkasından hırkasını çıkardı, cem olan fukarânın önlerinde bırakdı, dedi ki, "Hâlde kizb ihtiyâr etmiş olmayayım, şimdiyedeğin etdiğim şevk ve muhabbet ızhâr-ı aşkullah idi, Hâlık'a muhabbetden ötürü idi, hâlen olan feryâdım ise, bir hâtuna gözüm düş oldu, ona âşık oldum. Bu hırkayı giyip Hâlık muhabbetine, mahlûk muhabbetini karışdırmayı revâ görmedim. Dursun yanınızda, böyle ki, bu hâl geçip gene eski hâlim gele" dedi ve kodu gitdi. Ol dervîşin sıdkı, az zamanda ol derdden halâs olmasına sebeb oldu. Kerem-i Hakk yetişdi. Geldi hırkasın taleb etdi, "Bihamdillahi Teâlâ o hâl benden zâil oldu" dedi.
İmdi kâlde sıdk, kişiyi hâlde sıdka erişdirir. Yalancıdan ne gelir ve ondan ne hâsıl olur? Nebî aleyhisselâm, "et-tüccâr hümü'l-füccâr" buyurdular. Ashâb dediler ki, "Yâ Resûlallah Allahu Sübhânehû ve Teâlâ اَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰواۜ diyor. Ne aceb böyle buyurduğunuzun hikmeti nedir?" diye suâl eyleyince, cevâb verdiler ki, "Bey' ü şirâ aslında helâl ve tayyibdir. Lâkin bunlar bir metâı onu on beşe dahi artuğa tutarlar ve döne gelirler, yemîn-i hulf ile şol bahâya aldık derler, kizb ederler, et-tüccâr hümü'l-füccâr dediğimiz onlar hakkındadır".
Vâkıa, "Şol bahâdan eksiğe veremeyiz, alırsan al ve illâ var sağlıkla" deseler. Sâdıklar mertebesinde bâri lisânda sıdk gerek. Kâlde sıdk kişiyi hâl-i sıdkına iletir. Hâl-i sıdkı marifetullaha ve âlem-i hakîkate yetişdirir. Hakk'ın mahz-ı fazlıyla ve keremiyle vâsıl olur. Cemî murâdı hâsıl olur. "Melîk-i Muktedir" katında tecellî-i sıfatdan öte tecellî-i zâta mazhar düşer. Gâyet-i gâyât cennet içre cennet ki, "mâ lâ aynun raet" ile ma'lûm olduğu her kangı mertebede bulunduysa kasd ve sa'y edeler, müttakîn zümresine dâhil olabileler. Demeyeler ki, "Yalnız nefsimiz için olaydı çalışırdık. Nice edelim, ehlimiz ve evlâdımız ve etbâımız için nafaka lâzım, onlara yiyecek ve giyecek gerek. Emr-i meâş elbette lâzımdır", derse galat eder. Hiç bahâne, özür yeri yokdur.
Kurân, "وَمَنْ يَتَّقِ اللّٰهَ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجًاۙ" diye haber veriyor. Mümin olan kimse itikâd ve itimâd eder. Şol kimse ki takvâ üzere ola, Allah onun için muzâyaka ve havf yerlerden mahrec ihsân eder ve sezmediği yerden rızkın ihsân eder. Öyle. Bu emr-i mukarrerdir. Nola, âlem-i hikmet yerindedir. Esbâba tevessül edip mertebe-i şerîatde bulunduysa, şer'in ruhsat verdiği helâl olan mertebeye riâyet ede ve harâm olanlardan ictinâb ede. Eğer bâtın ameli ki, tarîkat ile nefsi pâk edeyim diye, dahi artık himmet edip, ol mertebenin âdâbını gözleye, sıdk üzere ola. Ol kimse dünyâ ve âhiret azâbından emîn olur.
Süleymân Dârânî ki, Şâm'a karîb Dârre derler bir karyenin adı olmakla, ona nisbet olunur. Bir gün bir dervîş tennûrda ekmek pişirmek istedi, tam tennûrun tavı gelmişdi, şeyhe suâl eyledi, "Ne buyurursunuz, ekmek pişirecek zaman geldi, emriniz nedir?" dedi. Şeyh, bir ârif kimse ile sohbet ederdi, rûhâni olan zevkimize cismânî olan umûr mâni olmaya diye cevâb vermediler. Derdimend sôfî ne bilsin, o hizmete konulmuşdu, fevt ola diye tekrar suâl edince, "Ondan nice edelim, var gir içine" dedi. Dervîş yolunda sâdık idi, oğuz kişi idi, fi'l-hâl emr-i pîre ittibâ edüben "Bismillah" deyip kızarmış tennûrun içine girer oturur. Biraz zaman geçer. Şeyh, "Şu kişi nice oldu ki görünmedi, bir sâdık abdal kişidir, var gir içine dediğimiz gerçek sanıp kendini oda atmasın" diye yoklayageldi. Gördü ki tennûrun içine girmiş oturur. Bir kılına hatâ gelmemiş, burçak burçak terleyip durur.
Kezâlik bir bahîl kimse var idi, hiç bir abde nesne vermek istemezdi. Hâtunu gâyet cûd ve sehâ üzere idi ve her zaman ısmarlardı ki, "Benim destûrumsuz bir şey verdiğine râzı değilim" diye muhkem ısmarlardı. Yine bir gün kapıya bir sâil geldi, şey'enlillah dediği gibi, Allah için isteyeni nice geri çevirebilsin, karar kılmadı, yine âdeti üzere tasadduk etdiği gibi eri duydu, ardınca vardı, gadab eyledi. "Niçin bana yine muhâlefet edersin! Nice kere ısmarlayam, verme diyem, yine sen durmayıp benim rızkımı ellere telef edersin" deyince hâtun der ki, "Behey kişi! Nice edeyim, göre, Allah için bana and veriyor, göz göre göre nice reddedebilirim! Ol güzel Allah'ın ismin zikr etdiğine duramadım" demek istedi. Çünkü Allah'ı seversen, Allah diyenlere ne olursa bezledirsen hâ! Bahîl ne bilsin ki, der ki, "Hüner ki, şimdi sen de şol kızgın tennûra kendini Allah aşkına at görelim" dedi. O diyârda her evde tennûr olurdu, her vakitde hazır tâze ekmek pişirirlerdi. Hâtun ise sâdıka idi, kalkdı, giyindi kuşandı ke-ennehû bir düğüne veyâhud bir dostu evine gider gibi düzendi, kulandı. Eri gördü, "Neylersin, kande gidersin?" dedi. "Dost aşkına yanmağa giderim, tennûra girerim, çünkü bana and verdin" dedi. Eri bu hâlden bezmiş idi, kurtulayım diye tutmadı. Hâtun, "Bismillah" diye tennûrun içine girdi, oturdu. Vardı eri, "İyi kurtuldum sûretinden, canı cehenneme" diye üzerine kapağı kapatdı, yürüyüverdi. Allahu Sübhânehû ve Teâlâ'dan hitâb geldi ki, "Dost dostunu hiç yakar mı!". Bu hitâbı işidince, tesbîh ve tehlîl eyledi, Hakk'a ibâdet ve zikirle meşgûl oldu.
"قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا" hitâbı ki, Halilullah'ı nâra ilkâ etdikleri zamanda olan hitâb ki, ona ihsân olunmuş diye ondan nasîb ve hisse her sâdıka bu dünyâda bile mukarrerdir, sır o sıdkı tahsîl edebilmededir. Her gâh mümine sıdkda olmak lâzımdır. Bu mevsimde ki, Ramazân-ı Şerîf'in âhir bir kaç günü kaldı, bu dahi gelip geçecekdir, Allahu Sübhânehû ve Teâlâ gâh savm ile ve salât ile ve zekât ile, gücü yeterse hac ile emreder. Bizi esirgeyip, kemâl-i merhametinden kullarına mahz-ı fazlıyla, sâdık olan kullarına hizmet buyurur. Onun sebebiyle cennetine ve kurbetine ve vuslatına erişeler. Yoksa Rabbin bizim ibâdetimize ne ihtiyâcı var. İhtiyâcdan, öteden, beriden münezzehdir, pâdişahdır. Rabbü'l-İzzet her hâlde mûinimiz ola.