24 Aralık 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri buyuruyorlar ki :
Bil ki şerî'at işlek bir yoldur. Başlangıcı ahkâm ile amel, sonu ise selâmet yurduna yani cennete vüsûldür. Tarîkat ise âdâb, mücâhede, sülûk, seyr ve tayrdır. Şerî'ati olmayanın dîni, tarîkati olmayanın da edebi yokdur. Sülûkdeki mücâhedeler abdestdeki istincâ gibidir. İstincâsı olmayanın abdesti yokdur, aynı şekilde mücâhedesi olmayanın da sülûkü yokdur.
Seyre göre sülûk, namaza göre abdest gibidir. Abdesti olmayanın namazı olmadığı gibi, sülûkü olmayanın da seyri yoktur. Seyrin sonu tayrdır.Tayr, kurbet kâfına vüsûldür, vuslat makâmını elde etmekdir. Nitekim "ف۪ي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِنْدَ مَل۪يكٍ مُقْتَدِرٍ fî mak'adı sıdkin inde melîkin muktedir" buyrulmuşdur.
Tarîkatin başlangıcı, şerî'atin ahkâmına riâyetle berâber âdâb ve onu izleyen diğer husûslardır. Sonu ise indiyyet mertebesidir. Bu mertebe, cennetin sûretinin dışında, ma'nâsının içindedir. Bu yüzden, Allahu Teâlâ şöyle buyurmuşdur : "وَاَمَّا الَّذ۪ينَ سُعِدُوا فَفِي الْجَنَّةِ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا مَا دَامَتِ السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُ اِلَّا مَا شَٓاءَ رَبُّكَۜ عَطَٓاءً غَيْرَ مَجْذُوذٍ". Âyetdeki bu istisnâya ve âyetin ihtivâ etdiği yüce ma'naya bak! Düşün ve tefekkür et ki, insân-ı kâmil cennete sığmıyor. Onu ancak kalbinin cenneti alıyor. Allah Teâlâ’nın şu sözünün ma'nâsından murâd da budur : "Ben yere göğe sığmam, ancak takvâ sahibi kulumun kalbine sığarım". Bu böyledir zîrâ yer ve gök, mülk ve şehâdet âlemindendir. Kalb ise melekût ve gayb âlemindendir. Kalbin istî'âb kâbiliyyeti yere ve göğe nisbetle daha genişdir. Çünkü cüz'î isimlerin mazharları küllî isimlerin mazharları gibi değildir.
Kabe'yi kasd ederek, ona yönelerek evinden çıkan kimsenin her merhalede gördüğü eserlere, işittiği haberlere ve sohbet ettiği hayırlı kimselere göre ilminin genişleyeceği muhakkakdır. Bu durum Kabe'ye ulaşıncaya kadar devam eder. Kabe'ye ulaşdığında ise yol bitmiş ve geriye ancak dönme işi kalmış olur. Aynı şekilde kim de zâtî hüviyyeti kasd ederek sülûkün gereği üzere mülk menzilinden çıkarsa o, melekût ve ceberûtda bulunan her makâmdaki taayyünât esrarına vukûfiyeti, esmâ ve sıfat çadırlarını keşfi ölçüsünde, ilme vukûfiyet ve daireyi genişletme imkânı bulur. Bu durum maksûda ulaşıncaya kadar böyle devam eder. Bu küllî yükselişle iş tamam olur ve etemm olması için inişden başka bir şey kalmaz. Bu yüzden bazıları şöyle demişdir : "Sôfî, gidecek yolu olmayandır". Zîrâ o yolun sonuna ulaşmışdır, nereye gidecek? Burada zevk ile anlaşılan başka bir ma'nâ daha vardır fakat onun örtüsünü kaldırmaya izin yokdur.
Sâlik, seyrini tamamladığında, en nihâyet sonu olmayan bir şey bulur. Onu bulan ise kalbdir, zâhirî hisler ve bâtınî kuvvetler filan değil. Bu sebeple kalble alâkalı ilâhî ilim, bütün ilimlerden yücedir. İlâhî ilme sâhib olan kalb de bütün hislerden ve kuvvetlerden daha üstündür. Zîrâ mekânın şerefi orada bulunana göredir. Bu ma'nâdan gâfil olan bir kimse, fâzıl ile mefzûl tahsîlinde ömrünü isrâf etmiş ve fuzûlî bir şeyin alışverişinde parasını telef etmiş olur.
Meselâ dil ile alâkalı olarak, bir kimsenin Kur’ân-ı Kerîm'i lahn ve hatâdan uzak olarak okuyacak kadar tecvid ilmini öğrenmesi gereklidir. Diğer a'zâlarla ilgili ilimleri de buna kıyâs edebilirsin. Kalan vaktini ise tam bir gayret ve sülûkle ve sağ ile sol arasındaki farkı gösteren bir delîlle ma'rifetullahı tahsîle hasretmesi gerekir. Çünkü perdeler ve mânialar çokdur. Bunları aşmak kolay değildir. Aşılması en zor olanı da ülfet ve âdetin çokluğu sebebiyle gözün ve kalbin hissiyât ile meşgûl olmasından dolayı mülk âlemidir. Bu yüzdendir ki ehlullah, zikrin tenhâ ve karanlık bir yerde yapılmasını tavsiye etmişlerdir. Öyle ki kulak bir şey duymasın, göz de bir şey görmesin.
Sâlik, nefsânî havâtırı uzaklaşdırıp zikre devâm etmek ve helâl gıdalarla itidâl üzere beslenmek sûretiyle bu hâle devam ederse maksûdun yüzünden kesret perdesi kalkar ve hâlinin kuvvetine ve zayıflığına göre basîret gözüyle âfâkî âyetleri müşâhede eder. Bu, âlem-i ecsâmda gerçekleştirilen seyrdir. Sâliklerin pek çoğu burada takılıp kalmış, daha ileri gidememişdir. Ve onlar kendilerinden üstde olanlara nisbetle firkat ehli olmuşlardır. Mesnevî'de şöyle geçer :
Bu makâm, seyrleri âlem-i ervâhda olan melekût ehline nisbetle dünyevî makâm ve mansıblar gibidir ve onların nazarında bunların kadr u kıymeti yokdur. Hakîkat seyrinin ehli nezdinde de bu böyledir. Âlem-i ecsâmdaki seyr, tevhid, âlem-i ervâhdaki seyr, tecrîd ve hakikatdeki seyr ise tefrîddir. Tefrîd, tevhîd-i mutlakdan ve tecrîdden üstündür.Peygamber'in şu sözünde buna işâret vardır : "Sebeka'l-müferridûn"(müferridler öne geçdiler). Öne geçme ancak hareket etmekle olur, sülûkün hareketi ise manevîdir. Fakat bu manevî hareket, sâlih amel ve sadık niyetlerle, a'zâların ve kuvvetlerin yardımıyla gerçekleşir. Sen hiç sükûn hâlinde iken bir hareket olduğunu işittin mi? Ya da kulaklar ve gözler olmaksızın bir işitme ve görme olduğunu duydun mu? Ölçüsü budur.
Bil ki çocukken ölen bir kimse, gazâ yolunda iken harb meydanına ulaşamadan ölen kimse gibidir. Onun bir fazîleti yoktur. Bu yüzden büyükler böyle bir durumu noksanlık olarak kabul etmişlerdir. Zîrâ şehâdet âlemine gelmekden maksad nefs, nefsin sıfatları ve Şeytan ile muhârebe yerlerinde hazır bulunmakdır. Sonra muhârebe meydanında Melik ve Mennân olan Allahu Teâlâ'nın yardımıyla, rûh ve kuvvetlerinin ganîmetleriyle muzaffer olmakdır. Bunun sınırı ricâl mertebesine ulaşdıktan sonradır, daha öncesinde değil. "Keşke bulûğ çağına ulaşmadan ölseydim" diyenin sözüne itibar etme!
Bazı âriflerin şu sözüne gelince. Bazen "Yâ Rabbi ömrünü artır" diye duâ ederim, bazen de "Keşke annem beni doğurmasaydı" derim. Bu söz, kabz ve bast makâmlarından vârid olan bir sözdür. Hakîkatde bu makâmda yokluğun temennîsi gerekmez çünkü varlık, yoklukdan daha hayırlıdır. Fakat insana nisbetle kemâlin zuhûru tedrîcî olunca, aslî mebde' tarafına hareket durduğu zaman kabz hâli ortaya çıkar. Zira Allahu Teâlâ'nın isimlerinin ahkâmının zuhûru, farklı zamanlarda birbirini takîb eden şu'ûnun varlığına göre tertîb edilmişdir. İnsan aceleci yaradıldığı içindir ki bulunduğu hâl ve makâma göre ölümü ve yokluğu temennî eder. Bu nerede, o nerede?
İnsanda kemâlin tedrîcî olduğunu bilhassa belirtmemizin sebebi, melekleri hâriç tutmak içindir. Zîrâ onların kemâli bir defada olur. Yani vücûduyla ve hâricî ta'ayyünüyle aynı anda hâsıl olur, Âdem'de olduğu gibi, daha sonra değil. Görmez misin ki Allahu Teâlâ insana, kendisini îcâd vasfı ile tanıtınca, Âdem O'na "Yâ Kadîr" diye nidâ etdi. Ona irâde tahsîs edince, "Yâ Mürîd" diye nidâ etdi. Sonra ona yaklaşmayı yasakladığı ağacın yasaklanmasındaki hikmeti öğretince, "Yâ Hakîm" diye nidâ etdi. Sonra yasak ağaca yaklaşıp yasak meyveden yemesi sebebiyle Allah onun aleyhine hükmetdi ve bu sefer de, "Yâ Kâhir" diye seslendi. Sonra onun tevbesini kabûl etdi, bu sefer, "Yâ Tevvâb” diye nidâ etdi. Sonra onu yeryüzüne indirip maişet sebeblerini ona kolaylaştırınca, "Yâ Latîf " diye nidâ etdi. Sonra ona gerekli gücü ve kuvveti verince, "Yâ Mu'în" diye nidâ etdi. İş böylece devâm edip gitdi.
Âdem'e nisbetle meleklerin kemâli, cinler gibi yarımdır zira melek ancak cemâl tecellîsine mazhardır, cin de yalnız celâl tecellîsine mazhardır. Âdem ise her ikisini de kendinde toplamışdır ki bu da kemâldir.
Bir de nefs ve şeytanla mücâhede yolunda ölen bir kimse, savaş meydanında bulunan, Melik ve Müteâl olan Allah’ın yolunda öldürülünceye kadar savaşan kimse gibidir. Zîrâ burada hak dîni i'lâ etme ve İslâm şe'âirini izhâr etme söz konusudur. Hevânın ve şer kuvvetlerin esîri olan bir kimse de küffarın elindeki esîr gibidir.
Kim tarîkatin güzelliklerini ve faydalarını gördükden sonra yüz çevirip münkirlerin safında yer alırsa böyle bir kimse, Allah korusun, hak olduğunu bildikden sonra şerî'atden irtidâd edip kâfirlere iltihak eden kimse gibi olur. Kim de mücâhede edip bâtınî düşmanlarına gâlib gelir ve kalbinde, rûhunda ve sırrında hakkın ganîmetlerini elde ederse böyle bir kimse, Allah yolunda savaşıp zâhirî düşmanlarına gâlib gelen ve yurduna büyük ganîmet ve çokça bağış ile dönen kimse gibidir. Bunlar, küçük cihâdın beş kısmına karşılık büyük cihâdın beş kısmıdır. Hepsinin üstünde muhârebe, fetih ve ganîmet vardır. Bunlar kâmillerin mebde' ve meâdlarına göre seyr ve sülûklerinin şeklidir.
Böylece senin katında tarikatın faydası bütün açıklığıyla ortaya çıkdı. Sabahın olması seni lambaya muhtâc olmakdan kurtardı. Mürted ve esîr olanlara yazıklar olsun!