Tarîkat Ehline Nasîhat

8 Kasım 2023 tarihinde yayınlanmıştır.

İsmail Hakkı Bursevi

Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri buyuruyorlar ki :

Ey tembel! Sakın çalışıp gayret edenlerin uzun zamanda elde etdiklerini kısa bir sürede elde etmeğe tamah etme! Senin esmâ-yı seb'ayı taklîdî olarak tekmîl etmen ile başkalarının tahkîk ile tekmîl etmeleri arasında büyük fark vardır.

Sen önce şerî'at, tarîkat, ma'rifet ve hakîkat mertebelerinde her türlü şehveti ve hevâyı terk etmek, cehâleti yok etmek ve "lâ ma'bûde" ve "lâ maksûde" ve "lâ ma'rûfe" ve "lâ mevcûde illallah" diyerek mâsivâya meyl ve muhabbeti kalbden çıkarmak sûretiyle tabîatı, nefsi, rûhu ve sırrını ıslâh et! Bunları yapmadan tekmîl nasıl olur? Seni nefs Hârût'unun sihri ve onun rezil sıfatları ile sihirlenmiş, tabîat kuyusunda tepetaklak asılı kalmış ve gömleği dünya Züleyha'sı eliyle parçalanmış olarak görüyorum. Bu yüzden senin sıdkın ancak ölüm kapısından geçdikden sonra ortaya çıkar. Bizim gibiler için ölüm nerede! Öyle ki biz tabîatımızı terbiye ederken bile tabîatımız yeme, içme ve uyku şehvetlerinin peşinden koşuyor ve biz onların isteklerini yerine getiriyoruz. Yine bizim dünya, şöhret ve riyâset sevgisinden, mizahçı serkeşlerle birliktelik zevkinden ve Şeytan'ın tuzakları olan arsız kadınlara ilgi duymakdan başka sevdâmız yok. Ey mağrûr! Bu tür sözler, sana göre yerme, tenkid ve melâmet kabîlindendir. Bana göre ise hakkı ve selâmet yolunu beyândan ibaretdir. "وَاِنْ تُكَذِّبُوا فَقَدْ كَذَّبَ اُمَمٌ مِنْ قَبْلِكُمْۜ وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ"

"اِنْ تَكْفُرُوا فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ عَنْكُمْ وَلَا يَرْضٰى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَۚ وَاِنْ تَشْكُرُوا يَرْضَهُ۬ لَكُمْۜ وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىۜ ثُمَّ اِلٰى رَبِّكُمْ مَرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَۜ اِنَّهُ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ"Yani Allah kendisine izâfe edip kulu olarak vasıflandırdığı kimselerin küfre düşmesine rızâ göstermez, zîrâ kendisine izâfe edilme şerefinin hakkı da onların Hakk'ın buyruğunu kabul etmeleri, Allah'a îmân edip tâgûtu da inkâr etmeleridir. Nitekim şöyle buyurmuşdur : "لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَا انْفِصَامَ لَهَاۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ". Âyetde geçen şartlı ifâdeyi yani "kim tâgûtu tanımayıp Allah'a îmân ederse" ifadesini düşün ki ondaki küllî ma'nâ ve hakîkatler sana zâhir olsun. Nâsût ve tâgût ehli kimselerin koymuş olduğu bütün âdet ve kâideleri, melekût, ceberût ve lâhût ehlinin koydukları müstesnâ, reddetmek gerekir. Zîrâ onların koymuş olduğu bütün kâideler, tâgût kabîlindendir, Celvetiyye tarîkatındaki devr gibi. Zîrâ devr, Halvetiyye'de her ne kadar sahîh bir aslı varsa da, kadim Celvetî âdetlerine aykırı ve sonradan ihdas edilmiş bir şeydir. Nitekim daha önce bu konu üzerinde durmuşduk. Tarîkatların âdetlerini birbiriyle karıştırmak, mertebeleri birbiriyle karıştırmak gibidir. Böyle bir durum, tarikatların sayısının fazla olmasının sırrına da aykırıdır, zira bu durumda yani uygulamaların karıştırılması hâlinde Celvetînin Halvetî, Halvetînin de Celvetî olması gerekir. Bu da hakikatlerin tersyüz edilmesi anlamına gelir ki böyle bir durum vazedilen uygulamalara da aykırıdır. Şayet hepsinin bir ve uygulamalarının da birbiriyle aynı olması ilâhî hikmete muvâfık olsaydı, Allah Teâlâ onların istidadlarını farklı farklı yaratmaz, kabiliyetlerde zıdlıklar olmazdı. Allahu Teâlâ insanları yarattığında sûretlerini farklı farklı yaratdığı gibi sîretlerini de farklı farklı kıldı. İşte bu, şu âyet-i kerîmede geçen yaymanın sırrıdır : "يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَث۪يرًا وَنِسَٓاءًۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّذ۪ي تَسَٓاءَلُونَ بِه۪ وَالْاَرْحَامَۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَق۪يبًا"Sûrî evlâdlar nasıl o bir nefsde toplanıyor, şahıs ve sûret olarak birbirinden ayrılıyorsa aynı şekilde mânevî evlâdlar da hakîkat-i Ahmediyye’de toplanırlar; sîret ve seyr u sülûkde ise birbirlerinden ayrılırlar.  

Bil ki tarikat ehli olanlar Allah yolunda kardeşdirler. Kardeşliğin şânı ise birbirlerini sevmek ve birbirlerine buğz etmemekdir. Tâ ki böylelikle, Allah'ın Kur’ân-ı Kerîm’de hikâye etdiği şu kimseler gibi olmasınlar : "وَقَالَتِ الْيَهُودُ لَيْسَتِ النَّصَارٰى عَلٰى شَيْءٍۖ وَقَالَتِ النَّصَارٰى لَيْسَتِ الْيَهُودُ عَلٰى شَيْءٍۙ وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَۜ"Şâyet mütekaddimînin büyüklerinden Ruveym'in "Sôfiyye birbirlerinden uzak durdukları, yani buğz etdikleri sürece hayır üzeredirler" sözünün ma'nâsı nedir dersen, şöyle derim. Bu söz sôfîlerin birbiriyle ülfeti terk ma'nâsına hamledilmişdir. Çünkü halk ile ülfet ve ünsiyet, mübtedî için Hakk'dan uzaklaşmadır. Müntehînin hâline gelince, onun hâli beyânın dışındadır. Halka, özellikle de kendisi gibilere güvenip dayanmayı terk etmek, kardeşliği ve muhabbeti ortadan kaldırmaz. O hâlde tarîkat mertebesinde cumhura muhâlefet et, şerîat mertebesinde ise onlara muvâfakat et. Sen orta yolu tut ve her ikisinin yanında yürü. Yûsuf'un kardeşleri gibi olma. Öyle ki onlar Yûsuf'u, güzelliği ve babalarının ona olan muhabbetinin kendilerine olandan daha fazla olması sebebiyle kıskanmışlar ve böylece kınanma mevkiine düşmüşlerdir. Allah kime, cemâl ve celâl nûrunu giydirirse ve ma'nevî babasının ki o, sülûk etdiren şeyhdir, kalbinde onu sevdirirse bu konuda kardeşlerine gereken, ona hased etmemeleridir. Zîrâ "وَاَنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ"Bilakis işi takdîre havâle edip tevhid kulbuna yapışmaları gerekir. Tâ ki âyetde zikredilenlerden olmasınlar. Öyle ki bazen edeb çizgisini aşmak, taleb yolundaki kişinin gözden düşmesine sebeb olabilir. Nitekim pek çok mürîd bu duruma düşmekdedir. Bazı tarîkat ehlinin diğer bazılarını reddetmesi, hak mezheb mensûblarının birbirlerini reddetmesi gibidir. Nitekim zamânımızda pek çok insan bunu alışkanlık hâline getirmişdir. Hanefî bir kimseye gereken Şâfiî'yi sevmesidir, onu hayırla anması ve şefâatini ummasıdır. Diğer mezheb ehli kimseler için de aynısı geçerlidir. Şâfiî bir kimsenin de Hanefî'yi sevmesi, onun güzelliklerini anması ve ona hak etdiği saygıyı göstermesi gerekir. Diğerleri için de aynısı söz konusudur. Zîrâ onların ihtilâfları, daha önce de ifâde edildiği gibi, rahmetdir.

Sûrî ihtilâf, ma'nevî ittifâka zarar vermez. Ey Celvetîler! Halvetîleri tenkid etmekden uzak durun! Ey Halvetîler! Celvetîleri rahat bırakın. Ey da'vâ erbâbı! Ma'nâlar nerede? Ey ma'nâ ehli! Hakîkatler nerede? Evinden çıkmayıp kapısını üzerine kilitleyip kulağını insanların sözlerini dinlemekden alıkoyan ve vesvese verici şeytanın vesveselerinden nefsini koruyan sôfîye aşk olsun! Zamânımızın şeytanları, insan kılığına bürünüp şerri ve fesadı yaymada azgın şeytanları geçmişlerdir. Hayâtıma yemîn ederim ki, ben her ne kadar değişmez bir şekilde dâimî Celvetî isem de bugün halvet vâcib olmuşdur. Çünkü sel sınırları aşmış, vebâ yayılmışdır. Bu durumda kendisini kurtaran kârdadır, kazançdadır.

Listeye geri dön