İstikâmet, bir Kur`ân tabîridir ve müstakîm olmak İslâm'ın temel düstûrlarından biridir. Ehemmiyyetine binâen daha Kur`ân'ın en başında Sûre-i Fâtiha'da zikredilmişdir. "اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ ihdine's-sırâta'l-müstakîm" diyoruz ya. Yine bir yerde, "فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ festekım kemâ ümirte" yani emrolunduğun gibi istikâmet sâhibi ol" buyuruyor Allah. İstikâmet sâhibi olmak demek, doğru olmak, dürüst olmak, doğru yolda olmak, yönünü şaşırmamak demekdir. Kur`ân'ın daha pek çok yerinde karşılaşıyoruz bu tabîrle, hepsini burada sayıp dökmeye lüzûm yok. Kısacası istikâmet meselesi çok mühim.
İnsan tarîkat ehli olmakla Kur`ân ahkâmından muâf olmaz. İster dervîş olsun, ister şeyh olsun, hattâ isterse kutbü'l-aktâb olsun, Allah'ın rızâsına ermek ve cennetine girmek için insanın sağlam bir itikâda sâhib olması ve sâlih ameller işlemesi şartdır. "Ben erdim, artık benim şerîata filan ihtiyâcım yok" diyen, cehenneme yuvarlanır. Yine insan bir tarîkate girmekle, bir mürşide bağlanmakla, Şeytan'ın iğvâsından ve nefsin hîlesinden kurtulamaz. Ehl-i tarîkden pek çok kimse, Şeytan'a aldanmışdır, nefsine yenilmişdi ve dalâlete yuvarlanmışdır. Nitekim "Tarîkat Ehlinin Düşdüğü İki Büyük Varta" başlıklı yazımızda, bir takım insanların, ehl-i tarîk oldukları hâlde, nasıl ilhâda ve ibâhata düşdüklerini yazmışdık. Bunlar, bırakınız tarîkatı, şerî'atın bile dışında kalmışlar, yani tümüyle dînden çıkmışlar ve cehenneme kütük olmuşlardır. "وَأَمَّا الْقَاسِطُونَ فَكَانُوا لِجَهَنَّمَ حَطَبًا" âyet-i celîlesi bu gibi kimseler hakkındadır.
Eğer tutulan yol, Allah'ın âyetlerine ve Resûlullah'ın sünnetine uymuyorsa, o yol tarîk-i müstakîm değildir, tarîk-i Şeytan'dır. Yani Allah yolu değildir o yol, Şeytan yoludur. Allah muhâfaza böyle bir yola giren kişi, bırakınız seyr ü sülûk ederek ma'nen yükselmeyi tam tersine aşağının aşağısına düşer, şeytaniyyet derekelerine iner. Bu gibi kişiler hep kendileri gibi insan şeytanları ile haşır neşir olurlar ve rahmet-i ilâhîden tard olunurlar.
İstikâmet üzere gidenler ise Cenâb-ı Hakk'ın büyük nimetlerine ve lutuflarına nâil olurlar. Zîrâ Allah böyle vaad etmişdir. "وَاَنْ لَوِ اسْتَقَامُوا عَلَى الطَّر۪يقَةِ لَاَسْقَيْنَاهُمْ مَٓاءً غَدَقًاۙ" âyet-i celîlesi bunu ilân eder. Nimetin maddîsi vardır, manevîsi vardır ve bütün bu nimetler de imtihan içindir. Nitekim âyetin devâmında, "لِنَفْتِنَهُمْ فِيهِ" buyuruyor Allah. Çünkü bu nimetler, bazıları için yoldan çıkarıcı olabilir. Nimete nâil olup da Allah'ı unutanlar pek çokdur. "وَمَن يُعْرِضْ عَن ذِكْرِ رَبِّهِ يَسْلُكْهُ عَذَابًا صَعَدًا" âyet-i celîlesi de bu nankörler hakkındadır. Bunlar çetin bir azâba mahkûm olmuşlardır. Neden? Çünkü Hakk'ın nimetini gördükleri hâlde yoldan çıkmışlardır, istikâmetlerini şaşırmışlardır, nimeti verene teveccüh edeceklerine, nimete teveccüh etmişlerdir.
Hemen bir misâlini verelim. Meselâ bir kimse sıdk Allah'a kulluk eder, müstakîm olursa, Allah ona kerâmet nimetini verir. Kimisi kerâmeti kendinden bilir, ucub getirir, kendini bir şey zanneder ve uçuruma yuvarlanır. Bel'am ibn Baûrâ ve emsâlleri gibi. Bu gibi kimseler, şu kadar basit bir şeyi dahi düşünemezler ki, Şeytan da bir ânda dünyânın bir ucundan öbür ucuna gidebilmekdedir.
Hulâsâ, Hakk'a giden yolda menzil-i maksûda erişenler, ancak son nefeslerine kadar istikâmet sâhibi olanlardır.