Tasavvuf Hakkında Mülâkât - 10 Eylül 1984

16 Temmuz 2018 tarihinde yayınlanmıştır.

Şeriat
Muzaffer Efendi Hazretleri'ne tasavvuf hakkında bir takım sorular sormak için Almanya'dan gelen bir zât, mülâkâtını 10 Eyül 1984 tarihinde Efendi Hazretlerinin Sahaflar Çarşısındaki dükkanında gerçekleştirmişdi. Maalesef ismini ve ne işle iştigâl ettiğini kaydetmeyi ihmâl ettiğimiz bu zâtın sorduğu sorulara Efendi Hazretlerinin verdiği cevapları o günün imkânları ile kaydetmiş ve bu ses kaydını da geçenlerde youtube kanalımızda yayınlamışdık. Bu mülâkâtda sorulan sorulara, Efendi Hazretlerinin verdiği cevapları, yeri geldiğinde bazı ilâve ve îzâhlarla ayrı başlıklar altında ayrıca yayınlamışdık. Aşağıdaki metin, bu mülâkâtın başdan sona yazı diline çevrilmiş hâlidir. Bazı ilâve ve îzahlarla ayrı ayrı yayınladığımız yazılara da konu başlıklarındaki bağlantılardan erişebilirsiniz.
TASAVVUF-DERVÎŞ-ŞEYH

Tasavvuf, insanın insanlığını bilmesi ve kendini bulmasıdır ve kalbini sâfa yani temizliğe getirmesidir. Dervîşlik de bu yola sülûk etmek yani bu yola girmek ve bu yolda çalışmakdır. Dervîşin iki ma'nâsı vardır. Birisi Allah fukarâsı, diğeri de kapı eşiği yani mütevâzi kişi demekdir. İnsanın hâmil olduğu ilâhi bir kudret vardır. Tasavvuf, insanın kendisindeki bu ilâhî kudreti anlaması ve Allah'a mensûb olduğunu bilmesidir. Tasavvufun daha bir çok tarifleri vardır. Şeyh, hasta üzerine doktor gibidir. Nasıl ki doktor hastalarını tedâvî eder, onları sıhhate kavuşturursa, şeyh de hâzik bir doktor gibi, bu ilâhî yolu arayanları taht-ı terbiyesine yani tedâvîsi altına alarak onları tedâvî eder ve onlara bu ma'nevîyyâtı öğretir ve tattırır.


ÇİLE

Eskiden safâ varmış, o safâ zamanlarında, dervîşlere çile çektirirlermiş. Günümüzde hayat başdan aşağı çilelerle dolu olduğundan ayrıca bir çileye hâcet kalmadı. 

İster maddî ister ma'nevî, her hususda, insan bir tahsîl yoluna girdiği zaman, mutlakâ bir takım çilelerle karşılaşır. Tıpkı mektebe giden bir talebenin bir takım zahmetlerle karşılaşması gibi bu yolda da bir takım çileler vardır. En başda da nefs ile mücâdele gelir. Bu yola giren kişi, nefsinin arzularına karşı koyar, nefsi ile mücâdele eder. Zâten çile demek nefs ile mücâdele demekdir. 

Herşeyin evveli acı, nihâyeti tatlıdır. İster ilim tahsîli olsun, ister meslek hâyâtı olsun, ister tasavvuf olsun, hepsinin evveli acı, nihâyeti tatlıdır. Tıpkı yola çıkan bir insanın yolda bir çok sıkıntılar ve zahmetler çekmesi ama gideceği yere vardığı zaman rahata kavuşması gibi. Tasavvufun da bir nihâyeti vardır.


DERVÎŞLİĞİN ŞARTLARI

Aşk bir binekdir, bu yolda onsuz gidilmez. Aşksız katiyyen yol alınmaz. Bir insanda aşk yoksa, o kişi dervîş olamaz. Dervîşliğin birinci şartı, kişinin aşka isti'dâdı olmasıdır. İkinci şart, teslîmiyyetdir. Nasıl ki bir doktor, ölüyü masaya yatırıp kesip parçaladığında o ölü ona itiraz etmiyorsa dervîş de şeyhe aynen böyle teslîm olmalıdır. Üçüncü şart, hem maddî hem ma'nevî yani hem mâlen hem bedenen hizmetdir. Kime? Şeyhine, insanlara, hayvanlara, nebâtâta, çiçeklere yani her şeye. Bir dervîş, bir yeşil yaprağı dahî koparamaz. Çünkü onun bir canlı olduğunu ve Allah'ı zikretmekde olduğunu bilir. Ama biz nice dervîşler işittik ki insan kafası bile koparıyorlar denilirse, onların sadece isimleri dervîşdir. Onlar dervîşliğin ne olduğunu bilmemişler, isimlerini dervîşe çıkarmışlardır. Gerçek dervîş, yeşil bir yaprağı bile koparamaz, imkânı yok bir kalbi kıramaz, eğer kıracak olursa günlerce ağlar. Zîrâ dervîş Hakk'dan gayrı bir şey görmez, herşeyi Hakk bilir. Dervîş her şeyi Hakk bildiği için bir kalbi kırmakla Hakk'ı kırmış olur. Yani dervîş, Hakk ile halkı ayıramaz. Dervîş, halka teşekkürü Hakk'a teşekkür, halka hıyâneti Hakk'a hıyânet sayar.


Zikrin lugatçe ma'nâsı hatırlamakdır ama dervîşlikde zikrin ma'nâsı şudur ki kişi neyi severse dâimâ onu zikreder, onu söyler, lisânına onu vird eder ve sevdiğinin zikredilmesinden hoşlanır. Bırakın aşk-ı hakîkîyi, aşk-ı mecâzîde bile bu böyledir. Meselâ bir delikanlı bir kızı sevse, hep o sevdiği kızdan bahseder ve her tarafda hep ondan bahsedilmesini ister ve onun hakkında konuşulduğunu da kulağı ile duymak ister. Dervîş de, Allah'ı zikretmekle hem unutanlara Allah'ı hatırlatır, hem de zikri duymakla işitme zevkini alır. 

Kur`ân-ı Kerîm'in beyânına göre, kâinâtda hiç bir şey yokdur ki Allah'ı zikretmesin, her şey Allah'ı zikreder. Yani topraklar, taşlar, ağaçlar, kuşlar, insanlar, herşey ama herşey Hakk'ı zikreder. Kâfir yani Allah'ı inkâr eden münkir bile Allah'ı zikreder ama farkında değildir. Allah'ı zikretmeyen hiç bir şey yokdur. 

Dervîşin her nefesi zikirdir ve her nefesi son nefesidir. Dervîş, kendi başına da olsa Hakk'ı hiç unutmaz. Zikrin lugat ma'nâsı hatırlamakdır dedik, tasavvufdaki ma'nâsı ise Allah'ı hiç unutmamakdır. Çünkü en büyük kötülük Allah'ı unutmakdan gelir. Onun için dervîş Allah'ı hiç unutmaz. Zikir demek bu demekdir. 

"Lâilâheillallah lâilâheillallah lâilâheillallah" diyerek zikretmek elfâzî zikirdir yani dil ile yapılan zikirdir. Asıl zikir, gece-gündüz sabah-akşam Allah'ı hiç hatırdan çıkarmamakdır. 

En büyük zikir beş vakit namazdır. "وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ ve le zikrullahi ekber" âyet-i kerîmesiyle beyân olunduğu üzere namazdan daha büyük bir zikir yokdur ama namaz "إِنَّ الصَّلاَةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَّوْقُوتًا innessalâte kânet 'alel mü'minîne kitâben mevkûtâ" âyet-i kerîmesi ile beyân olunduğu üzere muvakkatdir, yani vakitlerle mukayyeddir. Üstelik namaz için tahâret şartı da vardır. Halbuki zikrullahda, ne zaman ne de mekân tahdîdi, ne de tahâret şartı vardır. Dervîş, her yerde her zaman, her hâlde Allah'ı zikreder.


Dervîş, mûsıkî dinlediği zaman, kendisine sevgilisine yani Allah'a olan aşkının incelikleri sunulur.

Mûsıkînin dinleyene verdiği zevk, cennetin kapısı kendisine açılırken çıkardığı sesleri duymasının remzidir.


Âlem-i ervâhda yani rûhlar âleminde, Cenâb-ı Hakk kullara, "Elestü bi rabbiküm / Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye hitâb etmişdir. Kullar da cevâben "Evet! Sen bizim Rabbimizsin" diyerek tasdîk etmişlerdir. Mûsıkî, işte bu ilâhî hitâbın lezzetini hatırlatır.


AKIL

Her şey mantığa uymaz. Mantık varsa aşk ortadan kalkar. Âşık, aklı da mantığı da kurbân eder. "Ben hep aklımla mantığımla hareket edeceğim" diyen kişi dervîş olamaz çünkü âşık olamaz. Aşk-ı mecâzîde bile akıl mantık olmaz. Meselâ bir delikanlı, bir kızı sevse, fırtınalı ve karlı bir havada bile gider sevgilisinin kapısında saatlerce bekler, onu görebilmek için soğukda donar. Hiç akla sığar mı bu?


HAKK İLE HAKK OLMAK


Mâdemki artık dervîş, Hakk ile Hakk olmuşdur, Hakk dil Hakk'ı söyler, Hakk kulak Hakk'ı işitir, Hakk göz Hakk'ı görür. Vuslata kadar bu böyle gider.

Dervîş Hakk'ı bu âlemde iken görür dedik ama bu baş gözüyle olmaz, basîretle olur zîrâ gözler Hakk'ı görmeye tahammül edemez. Hakk kendini gösterir. Bunun tarîfi mümkün değildir. Gülü koklamak gibidir. Gülü kokladım dersin ama gülün kokusunu aslâ tarîf edemezsin.


İster şerî'at ehli olsun ister tarîkat ehli olsun, kimin kalbinde kîn, hıkd, düşmânlık filan varsa bunu dîne veya tarîkate yüklemek doğru değildir. Bu, o kişinin noksanlığıdır, aczidir ve kötülüğüdür. Ben hıristiyanlar arasında nice müslümanlar gördüm, müslümanlar arasında nice kâfirler gördüm. Ben mûsevîler arasında nice müslümanlar gördüm müslümanlar arasında nice kâfirler gördüm. 

İnsanlık, herkesin birbirinin i'tikâdına hürmetkâr olmasını îcâb ettirir. Bakın ben size İslâmî anlayışı anlatayım. Vaktiyle biz taa Avusturya hududlarından taa Basra'ya kadar, Basra'dan taa Bahr-i Atlas'a, İberik yarımadasına kadar hükmediyorduk, iki deniz yani Akdeniz ve Karadeniz de bizim havuzumuz hâlinde idi. Hangi hıristiyanın kilisesini kapattık, hangi hıristiyanı katlettik, hangisini dînden men' ettik? Herkes ibâdetinde ve tâatında serbest idi. Biz Türkler, hıristiyanlara reâyâ tabîr ederdik. Reâya demek, hakkına riâyet edilenler demekdir. 

Câhillerden kork! Bir kimse câhil ise ister hıristiyan olsun, ister yahudi olsun, isterse müslüman olsun ne olursa olsun ondan fenâlık gelir. Câhil adam, müslüman da olsa ondan zarar gelir. Meğer ki îmânını yakîne getirmiş olsun, o zaman zarar yapmaz çünkü Allah'dan korkar. Meselâ, Kıbrıs harekâtında bizim mehmetçik bir Rum askerini vurmuş, yaralı yatan Rum askeri "Mehmed, çok susadım bana biraz su versene" deyince bizimki matarasını çıkarıp suyunu vermiş. Sonradan o Rum askerine "Sen Mehmed'i vursaydın, o yaralı halde yatarken senden su isteseydi sen verir miydin? " diye sormuşlar. "Hayır vermezdim, çeker vururdum" demiş. Erkek adammış doğru söylemiş.



Şerî'atsız tarîkat olmaz. Şerî'atsız tarîkat, şirâzesiz kitâba benzer. Şirâzesiz kitâb nasıl dağılırsa, şerî'atsiz tarîkat de dağılır gider. Her şeyi şerî'at bağlar. Bütün peygamberler şerîat ile gelmişdir. Yüz yirmi dört bin peygamber gelmişdir, hepsi de şerî'atlıdır. Şerî'atler, birer doktrindir, umdeler ve kânûnlardır. Onlara riâyet edilmedikçe hiç bir iş olmaz. Böyle bir tarîkat devamlı olmaz, dağılır. Bunlar arasında belki kendilerini kurtaranlar olabilir ama bunlar pek azdır. 
Böyle bir teklîf "Ben Almanya'da yaşayacağım ama Alman kânûnlarını tanımıyorum" demeye benzer. Alman devletin kânûnunu tanımayınca Almanya'da nasıl yaşayabilirsin? "Ben tasavvuf ehliyim ama şerî'atı tanımam" demek tıpkı bunun gibidir. Böyle bir şey olmaz, böyle yapanları yakalayıp hapse atarlar. 

Şerî'atlar dînlerin kânûnlarıdır. Ne var ki, insan eğer iyi dervîş olursa, bütün insanların i'tikâdlarına hürmetkâr olur, bütün insanlara sırf insan oldukları için hizmetkâr olur. Kâmil bir insan, ister yahudi, ister hıristiyan ister mecûsî ister dînsiz kim olursa olsun herkese hizmete müheyyâ olur.




Tekkeler birer cemiyyet ve cemaatdir. Atatürk tıpkı mason cemiyetlerini kapattığı gibi tekkeleri de kapattı. Çünkü Türkiye'de büyük bir inkılab yapılacakdı. Üstelik tekkelerin birçokları siyâsete karışmışlardı. Sonra aradan zamanlar geçti. Türkiye laikliği kabûl etti ve hazmetti. Dünyâ ile dîn işleri ayrıldı. Siyâsete karışmayan topluluklara devlet bir şey dememekdedir. Zâten bizim anlayışımıza göre herkes dervîşdir.

Âsumândır kubbesi hep ahterân kandilleri
En zıyâ-bahşâ kanâdîli güneşle mâhdır
Kaldırılmakla tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hakk
Cümle mevcûdât zâkir kâinât dergâhdır

Yani bi tekke farzedin ki onun kubbesi gök, o tekkenin kandilleri de gökdeki yıldızlardır. O tekkenin en çok ışık veren kandilleri de güneş ile aydır. Tekkeler kapatılmakla Allah'ın zikri men' edilemez zîrâ kâinâtda ne varsa her şey Allah'ı zikretmekdedir yani kâinât bir tekkedir.


Bakın Rusya'da kaç senedir komünizm var, yine hıristiyanlar var, yine müslümanlar var. Bu bir gönül işidir, buna kim mâni' olabilir? Atatürk'ün yaptığı işe gelince, o devirde meşâyihin çoğu siyâsete karışmışlardı. Atatürk de inkılabları yapabilmek için bir müddet için tekkeleri seddetti. Sonra biz vakıflar kurduk, bugün aynı şeyi kânun çerçevesinde yapıyoruz. Yapan yapıyor, yapmayan yapmıyor. Ama kâinât bir tekke, herkes dervîş.



Listeye geri dön