Kalblerindeki bulunan bütün küdûrâtı atarak, Allah'ı kalblerinde bulanlara sôfî derler.
Sôfî kelimesine bir çok ma'nâlar verilmişdir. Burada hepsine temâs etmeyeceğim, bir kaç tânesini söyleyeceğim.
Sôfî, kalbini sâfa getiren kimsedir. Yani "Nereden geldim, nereye gidiyorum?", "Niçin geldim, niçin gidiyorum?" suâllerinin cevâbını verip, Hakk'ı seven, Hakk ile olan, Hakk'da olan kişiye sôfî derler.
Hayâtını zühd ile ve ibâdet ile geçiren ve Hakka'a ibâdeti seve seve yapan, Allah'dan râzı olup, Allah'ın rızâsını bekleyen kişiye sôfî denir.
Sôfî kelimesi, sofist kelimesinden gelme değildir. İslâm sôfîlerine bidâyetde zühhâd ve ubbâd denilirdi. Sof giydiklerinden ve kalblerine sâfa getirdiklerinden dolayı sonradan sôfî denilmişdir.
Sôfîlerin kalbleri tertemizdir çünkü kalbleri Hakk aşkıyla nûrlanmışdır.
Hakk'ın verdiğine râzı olan ve Allah'ın lutfettiği sayısız nimetlere şükrederek, Allah'a hakkıyla ve seve seve ibâdet edenlere sôfî denilmişdir.
Sôfilik, kenara çekilip, insanlardan ayrılmak ve kendi başına ibâdet etmek değildir. İnsanlar arasında bulunup, insanları hak yola götürmek için, insanların cefâsına katlanan kişiye sôfî denir. Sôfî, malıyla, canıyla, lisânıyla, her hâliyle, insânları refâha, felâha, saâdete ve necâta götüren kişidir. Sôfî, eğer insanlardan ayrılıp kenara çekilecek olursa, insanların eziyet ve cefâsından kaçmak için değil, insanlar benim zararımdan kurtulsun diye kenara çekilir.
Sôfînin elinden ve dilinden insanlar hep hayır görür, hiç şer, hiç zarar görmezler. Kötü insanlardan kötülük bile görse, buna mukâbil onlara kötülük yapmak şöyle dursun, onları kötülükden kurtarmak için onlara iyilik yaparak, duâ ederek onları Hakk'a götürmeye çalışana sôfî derler.
Dervîş olan uşşâk-ı Hakk ahlâkları ahlâk-ı Hakk
Atatürk tasavvufu ve sôfiyyeyi durdurmadı. Biz vahdetdeyiz, "lâ mevcûde illâ Hû" dediğimiz için Atatürk'ü de Hakk'dan ayırmayız biz. Bir inkılâb yapılacakdı, bir millet inkılâba girmişdi. O inkılâbın yerli yerine gelmesi için yapıldı bu iş. Belki zâhirde sôfî taslaklarına karşı yapıldı bu, sôfîliğin esâsına değil. Zâhir görüşümüzle hâlis olanlara da bu şey dokundu zannediyoruz, hayır, hiç dokunmadı. Kendilerini sôfî zannedenlere yapıldı bu iş. Yoksa hakkıyla sôfî olanlar, Hakk'dan bildikleri için ona da ne yapdılar, "âmennâ" dediler. Meselâ benim mürşidim Sultan Hamid zamânında doğmuş ve Atatürk zamânında ben mürşidimle dâimâ sohbetde idim, gidip geliyorduk, sohbet ediyorduk, bize mâni olan hiç kimse yok idi.
Bir müddet-i muvakkate için tekkeleri kapadığını kendisi söylüyor. Meselâ bir misâl anlatacağım ki bu misâl gün gibi âşikâr olan bir hâdise ve bunu Cumhuriyet Gazetesi de yazdı, bir takım gazeteler de yazdılar, bu anlatacağım kıssayı. Ben kendi Efendimden dinlemişdim. Efendim de bizâtihî Atatürk'le konuşan zâtla konuşmuşlar ve öylece bana nakl olundu yani.
İstanbul mebusu Yahyâ Gâlib Bey, Ümmî Sinân şeyhiydi kendisi, Halvetiyye'den Ümmî Sinân şeyhiydi. Bir gece, caz çalıyormuş, Yahyâ Gâlib Bey'e dönmüş Atatürk, demiş ki, "Şeyh Efendi, kalk bir harmandalı, bir zeybek oyunu oyna" dedi. Demiş ki Şeyh Efendi, "Paşam" demiş, "ben bir Halvetî şeyhiyim, harmandalıyla zeybek oynamasını bilmem ama Şükrü Saracoğlu Egelidir, o gâyetle iyi bilir, Şükrü Saracoğlu oynasın" demiş. "Sen bana müsaade et, ben kalkayım burada bir Halvetî devrânı yapayım" demiş. Onun üzerine Atatürk demiş ki cevâben Yahyâ Gâlib Bey'e, "Ben o işi bir müddet-i muvakkate için seddetdim, ehlini yerine getirdiğim vakitde bunu açacağım" demiş, "yapacağım, ehillerini bulacağım, nâ-ehil elinden aldım" demiş, "ehline vereceğim" demiş.
Zâten tevhîd üç kısıma ayrılıyor, biz şimdi üçüncü kısmındayız tevhîdin yani sôfiyye. Birisi, "Lâ mabûde illallah", Allah'dan başka ibâdete lâyık hiç bir ilâh yokdur. İkincisi, "Lâ fâile illallah". Allah'dan başka fâil yokdur. Üçüncü merâtib ki sôfiyyenin itikâdı, "Lâ mevcûde illallah", Allah'dan başka bir şey yok olduğuna göre her şeyin hak olduğuna kâiliz biz. Zîrâ "küllün min indillah"dır, her şey hakdır. Bitdi o kadar. Kur`an-ı Kerîm'den söylüyorum yani. "مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِۘ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَۜ mâ esâbeke min hasenetin fe minallah ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsik", "قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ kul küllün min indillah", her şey Hakk'dandır.Biz hak olarak kabûl ediyoruz yapılan harekâtı. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın bir takım esrâr-ı ilâhîsi vardır ki, insanların idrâki bu esrâra erişemez. Meselâ ne gibi? Allah Firavun'un kucağında Mûsâ'yı büyütmüşdür. Aklen olsa, Mûsâ Firavun'un kucağında büyümemesi lâzım gelirdi. Onun için esrâr-ı ilâhiyyedir bu. Allah böyle tecellî etdi, böyle oldu. "قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ kul küllün min indillah""Küllün min indillah", Allah'dan kabûl ediyoruz. Hiç bir sözümüz yok yani sôfiyyeye mâni oldu filan, hiç bir şeye mâni olmamışdır. Yalnız sôfiyim zanneden sôfî taslaklarına belki onlara karşı bir cebhe alınmışdır. Fakat bunun içerisinde bazı ehl-i Hakk da belki incinmişdir. O da insandır, kuldur filan. Yoksa Allah'dandır hepsi.Bu kadar verdiğimiz ma'lûmat kâfîdir. Çünkü esrâr-ı ilâhîyi daha fazla açmaya kalkarsak ki Allah bana bunları bildirmişdir, bazı şeyleri, ama herkesin hafsalası ve idrâki bunu kabûl etmeyecek ve akıl terâzisi de bu esrârı çekmeyecekdir. Onun için bu kadar kâfî anlayan için. Anlayana! Anlamayana bir şey yok. Şununla sözümüzü bağlayabiliriz :Âsumândır kubbesi hep ahterân kandilleriKubbesi gökyüzü, bütün yıldızlar kandilleri.En zıyâ-bahşâ kanâdîli güneşle mâhdırEn parlak kandili de güneşle aydır.Seddedilmekle tekâyâ kaldırılmaz zikr-i HakkTekke kapanmakla Allah'ın zikri kaldırılmaz ki.Cümle mevcûdât zâkir kâinât dergâhdırÇünkü hiç bir şey yok ki kâinâtda Allah'ı zikretmesin.Allah'ın varlığını inkâr eden bir münkirin vücûdunun her zerresi Allah'ı zikreder. Allah öyle diyor Kur`ân-ı Kerîminde. "Beni zikretmeyen hiç bir şey yokdur, hepsi beni zikreder, fakat siz anlayamazsınız" diyor. Umûmî değildir kâide. Bu âyet-i kerîme umûmî değildir. Ekseri halk anlamaz manâsına yoksa duyanlar duyuyorlar. Şu iskemleydi, şu demirdi, şu çamurdu, bu kuşdu, bu ağaçdı, hepsi Allah'ı zikretmekde. Duyan duyuyor zikrullahı. Ama anlamayana bir şey yok Her şey Allah diye feryâd ediyor.
Efendi Hazretlerinin okuduğu bu kıt'a, tekkelerin kapatılma hâdisesi üzerine, o devrin ileri gelen meşâyihinden, Galata Mevlevîhânesinin son postnîşîni Ahmed Celâleddin Dede tarafından söylemişdir. Efendi Hazretleri bu ârifâne kıt'ayı hattat Mahmud Öncü'ye yazdırıp, postnîşini olduğu tekkedeki makâmında hemen baş ucuna astırmışdı. Yazının en başında gördüğünüz levha işte budur.
Tekkelerin kapatıldığı dönemde yaşayan gerçek mürşidler, bu hâdiseye karşı bir infiâl göstermek şöyle dursun hep rızâ ve teslîmiyyetle karşılamışlardır. Yani Ahmed Celâleddin Dede bir istisnâ değildir. Nice meşâyih gerek manzûm, gerek mensûr gerek yazılı, gerek sözlü beyânlarıyla, tasavvufun tekkelere ve tekkelerde yapılan âyin ve merâsimlere münhasır olmadığını, zâten tekkelerin uzun zamandır bir çöküş içinde olduğunu, tekke şeyhlerinin büyük bir kısmının mürşidlik yapmaya hâiz vasıflar taşımadığını, tekkelerin kendilerin âit vakıf gelirleri yüzünden geçim kapısına dönüştürüldüğünü söylemişlerdir.
Tekkelerin kapatıldığı dönemde yaşayan gerçek mürşidler, bu hâdiseye karşı bir infiâl göstermek şöyle dursun hep rızâ ve teslîmiyyetle karşılamışlardır. Yani Ahmed Celâleddin Dede bir istisnâ değildir. Nice meşâyih gerek manzûm, gerek mensûr gerek yazılı, gerek sözlü beyânlarıyla, tasavvufun tekkelere ve tekkelerde yapılan âyin ve merâsimlere münhasır olmadığını, zâten tekkelerin uzun zamandır bir çöküş içinde olduğunu, tekke şeyhlerinin büyük bir kısmının mürşidlik yapmaya hâiz vasıflar taşımadığını, tekkelerin kendilerin âit vakıf gelirleri yüzünden geçim kapısına dönüştürüldüğünü söylemişlerdir.
Meraklılar için şunu da belirtelim ki tekkelerin kapatılmasına ilişkin düzenleme "Tekke ve zâviyelerle türbelerin seddine ve türbedârlıklar ile bir takım unvânların men' ve ilgâsına dâir kânûn" başlığı ile 30 Kasım 1925 tarihinde kabûl edilmiş ve 13 Aralık 1925 târihinde Resmî Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmişdir ve bu kânûn hâlâ yürürlükdedir.