Tasavvuf Hakkında Mülâkât - David Freudberg - 16 Haziran 1982

23 Temmuz 2018 tarihinde yayınlanmıştır.

Tekke
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri, kendisiyle tasavvuf hakkında mülâkât yapan David Freudberg adlı bir radyocunun sorularına şu cevâbları vermişlerdi : 

ALLAH'I NASIL BİLİRİZ?
Allahu Teâlâ, Hâlik-i A'zam'dır, esmâsıyla ma'lûm, ef'âliyle meşhûddur. Kâinâtda hiç bir şey yokdur ki bize  O'nun varlığını ve birliğini ifâde etmesin.  İdrâkimizin erdiği veya eremediği, madde ya da ma'nâ, ne varsa her şey Cenâb-ı Hakk'ın vahdâniyyetini ve varlığını isbâta kâfîdir. Varlığımız, Hakk'ın varlığının isbâtıdır. Mâdem ki biz varız, öyleyse muhakkak bizi yaradan vardır. Fakat insanların aklı, künh-i hakîkat-i ilâhîyi hakkıyla idrâk edemez. Gözler de O'nu idrâk edemez, O'nu görmeye kâdir olamaz ama her eserde Hakk'ın kudreti ve kuvveti ve tecelliyâtı müşâhede edilir.
Dünyâda hangi maddeyi görürsek görelim, insanın aklına hep dört soru gelir. Meselâ elimize bir bardak alsak, şu sorular aklımıza gelir :
  • Bu bardak neden yapıldı?
  • Bu bardak niçin yapıldı?
  • Bu bardak ne şekilde yapıldı?
  • Bu bardağı kim yapdı?
Elimizdeki bardak müdevver şekilde yapılmış, aslı kum ve su içmek için yapıldı. Peki kim yapdı? Yapanı görmedik ama mâdemki ortada bir eser var, yapanı görmemiş olsak da mutlaka onu yapan biri vardır. Ustayı görmedik diye bunu yapanı inkâr edemeyiz, bunu yapan yok diyemeyiz. Çünkü ortada duran bir eser var. Öyleyse muhakkak bir ustası, yapanı vardır. Bunu bir misâl için söyledim. Dünyâda ne görüyorsak, hepsi için insanın aklında bu dört soru peydâ olur. Yapanı görmesek de eserini görmüş olmamız, mutlaka onu yapan biri olduğunun isbâtıdır.
Biz Cenâb-ı Hakk'ı, ancak bize verdiği isti'dâd kadar ve O'nun bize bildirdiği kadar bilebiliriz, künh-i hakîkat-i ilâhîyi bilemeyiz. Çünkü akıl terâzisi, zât-ı ulûhiyyeti anlamaya güç yetiremez, kırılır. Akıl, insanın bu dünyâda yaşaması için verilmişdir ve bir mertebeye kadardır. O mertebeye gelindiğinde akıl iflâs eder. İlmin bittiği yerde akıl biter, aklın bittiği yerde ilm-i ledünn başlar, ilm-i ledünnün bittiği yerde de aşk ve muhabbet başlar.
Hakk'ı bilmekdir azîzim halk-ı eşyâdan garaz
Anı görmekdir gözüm seyr u temâşâdan garaz
ALLAH'IN ÂYETLERİ KAÇ TÜRLÜDÜR?
Cenâb-ı Hakk'ın âyetleri üç türlüdür :
  • Âyât-ı Âfâkiyye
  • Âyât-ı Enfüsiyye
  • Âyât-ı Elfâziyye
Elfâzî âyetler, kütüb-i semâviyyedir yani Tevrat, Zebûr, İncil, Kur`ân ve diğer yüz suhufdur. 
Âyât-ı Âfâkiyye, gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz yıldızlar, aylar, güneşlerdir. Dağlar nasıl yükseltilmiş, hayvanlar nasıl yaradılmış, insan nasıl halk olunmuş, işte bütün bunlar da âyât-ı âfâkiyedir ki bunların elfâzı semâvî kitaplarda kayıtlıdır. Meselâ ne gibi? Kur`ân'da "İnsan" yazılmışdır. Kur`ân'daki insan lafzı, "elif-nun-sin-elif-nun" harfleriyle yazılmışdır. Peki insan bu yazı mıdır yoksa ben miyim? Benim. İşte âyât-ı  enfüsiyyenin ve âyât-ı âfâkiyyenin âyât-ı elfâziyyeye mukayyed olması bunun gibidir. Bütün mevcûdât Allah'ın âyetleridir yani Kur`ân'ın, İncil'in, Tevrat'ın, Zebûr'un, yüz suhufun âyetleridir. Yani enfüsî ve âfâkî âyetler bu kitaplarda elfâz ile ifâde edilmişdir. Yani ma'nâlar, kelimelerden oluşan kalıplara sokulmuşdur. Aslında bütün semâvât ve ard ve insanlar başdan aşağı âyetlerdir. İnsanlar ne vakit âyât-ı elfâziyye ile âyât-ı âfâkiyyeyi cem edebilirlerse yani bir görebilirlerse o vakit kâmil insan olabilirler. Bunları birbirinden ayrı gören kişi, kâmil insan olamaz, nâkıs kalır. 
Bir de âyât-ı enfüsiyye vardır ki bu da bizim vücûdûmuzun hilkatidir. Bir insan bunu hesâba kattığı zaman yani kendi yaradılışını düşündüğü zaman işin rengi büsbütün değişir. Kâinât zâhirde âlem-i kübrâ görünür, hakîkatde âlem-i sugrâdır. İnsan görünüşde âlem-i sugrâ görünür hakîkatde âlem-i kübrâdır.
Bir levh-i hakîkatsin kudret kalemi nakkâş
Bî-hurûf ü lafz yazmış gördün mü kitâbı sen

AYAT-I ENFÜSİYYE
Âyât-ı enfüsiyye iki kısımdır. Birinci kısım, insanın zâhirine, ikinci kısım bâtınına tealluk eder.
Önce insanın zâhir kısmına bakalım. İki göz, bir burun, bir ağız, iki kulak, dişler, dudaklar, boyun, kollar, kalb, mide, barsaklar ve diğer uzuvlar. Dikkat edilirse bunlar, hep mütenâsib halkolunmuşdur. Meselâ insanın bir kolu üç metre diğer kolu yarım metre değildir, bir ayağı beş metre bir ayağı bir metre değildir. İnsanın herşeyi mütenâsiben halkolunmuşdur çünkü mevcûdâtın en yüce varlığı insandır. 
Âyât-ı enfüsiyyenin zâhir kısmının üzerinde biraz daha duralım. Meselâ iki göz yaradılmış, bir gözle bakıyoruz bir tâne görüyoruz, iki gözle bakıyoruz yine bir tâne görüyoruz. Halbuki aklen olsa, bir gözle bir tâne görenin iki gözle bakınca iki görmesi lâzım gelir. Meselâ dil bir et parçası, ona konuşma kudreti verilmiş, kulak da bir kemik parçası ona da işitme kudreti verilmiş. Gözlerin üzerinde kaşlar var. Eğer kaşlar olmasaydı, akan terler gözleri rahatsız edecekdi. Kaşlar aynı zamanda gözün görmesine yardımcı olur. Ak kaşlı adam iyi göremez. Gözün iyi görebilmesi için kaşların siyah olması lazımdır. Gözün muhâfazası için gözkapakları ve kirpikler verilmişdir. Eğer bunlar olmasaydı insan gözünü tozdan toprakdan koruyamazdı. 
Eğer insanı bir kudret-i kâmile halk etmeseydi, herkesin birbirinin aynısı olması lâzım gelirdi. Halbuki bütün mahlukât ayrı ayrı yaradılmışdır, hiç biri diğerinin aynı değildir, birbirine benzese de aynı olmaz. Sûre-i Kıyâme'deki "بَلَى قَادِرِينَ عَلَى أَن نُّسَوِّيَ بَنَانَهُ belâ kâdirîne 'alâ en nüsevviye benâne" âyet-i kerîmesiyle işâret olunduğu üzere, hiç bir insanın parmak ucu diğerinin aynısı değildir. Milyarlarca insanın her birinin parmak uçları ayrı ayrıdır. Bu, tesâdüfî olamaz. 
 
Burnumuzun koku alması ve ağzımızın üstünde bulunmasında da büyük hikmet vardır. Yiyeceklerimizi önce kokluyoruz ve o gıdânın bozuk olup olmadığını kokusundan anlayarak ağzımıza koyuyoruz.
Bıyıklar ve burun içindeki kıllar da süzgeç vazifesi görüyorlar. Bunlar sadece erkeklerde var, kadınlarda yok çünkü erkekler dışarıda tozun toprağın arasında çalıştığı için Allah bunları onlara süzgeç olarak vermiş.
Dudaklarımız olmasa konuşamayız, yemek de yiyemeyiz. Öndeki dişler keskin, koparıyoruz. Yandaki ve arkadaki dişler ise çiğneyici. Bunlar da rastgele yaratılmamışdır.
Yediklerimizin vücûdumuzun uzak bir yerinden çıkmasında da büyük hikmet vardır. Eğer hazmettiklerimiz, vücûdun ön tarafından çıksaydı bütün kokular ağzımıza burnumuza dolacakdı. 
Bunların hiçbiri tesâdüfî olamaz.
Âyât-ı enfüsiyyenin batın kısmına gelince. Akıl, idrâk, hâfıza, düşünce, tefekkür ve kuvve-i hayâliyye gibi kâbiliyyetler de, enfüsî âyetlerin bâtın kısmındandır.
Meselâ mahlûkât-ı ilâhiyye arasında insandan başka eliyle yemek yiyen yokdur, yazı yazan da yokdur. Eğer maymun misâl gösterilirse, deriz ki, maymun mukalliddir, anlayarak yapmaz. Zâten mukallid olduğu için tefekkürü yokdur çünkü taklid tefekkürü kaldırır.
İnsanın parmaklarında da ayrı hikmetler vardır. Taşı yontan, yazıyı yazan, resmi yapan, her türlü san'atı meydâna getiren hep parmaklardır.
Usta bir heykeltıraşın yaptığı heykeldeki san'atı gördüğümüz zaman o heykeli yapan heykeltıraşın san'atındaki kudretini ve ustalığını anlarız da, bize verilen bu nimetleri halkeden Allah'ın kudretini ve kuvvetini görmeyiz, anlamayız. Heykeltıraşın san'atını ve eserini takdîr ederiz ama Allah'ın san'atından ve kudretinden haberimiz yokdur. İnsana bunu bildirmek için mutlakâ bir mürşid lâzımdır.
Âlem mezâhir âdeme âdem de ism-i a'zama
Sa'y eyle eriş bu deme aşk ile irvâ olagör

İNSAN HALÎFETULLAHDIR
Cenâb-ı Hakk'ın, insanoğlunu halketmesi şuna benzer. Meselâ denizden bir bardak su alıp kenara çıkarsak, bu bir bardak su, deniz midir? Değildir. Peki denizden hâriç midir? Hâriç de değildir. İşte insan, bu hâldedir. Demek ki insanın iki sıfatı vardır. Biri kulluk sıfatı, diğeri ise ilâhî sıfatıdır. 
İnsanoğlu halîfetullahdır. Allah bütün mahlûkâtı halkettikden sonra insanı onların en mükemmeli olarak halketti ve kendisine halîfe yaptı ve bu kâinâtın idâresini insanoğluna tevdi' etti. İnsanoğluna irâde verdi fakat yaratma işini kendisine bırakdı. İnsanın her kisbettiğini yaratmayı kendisine vâcib kılmadı, insanın irâde ve kisbettiklerini dilerse yarattı, dilemezse yaratmadı.
Arş-ı ilâhî, Hakk'a mahsûs bir makâmdır, elfâzını biliriz ama ma'nâsını bilmeyiz. Allah, bu arşa mukâbil, arş-ı hakîkî olarak insanın sadrını halk etti. Semâvâta sığmayan Allah, insanın kalbini binâ-yı ilâhî yani beytullah yaptı. Tabii, Cenâb-ı Hakk'ın insanın kalbini istivâ etmesi, künh-i hakîkat-i ilâhî ile değil, tecelliyât iledir.
Sôfiyye hazerâtı, Sûre-i Tâhâ'daki "الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى Er rahmânu alâl arşistevâ" âyet-i kerîmesini, Cenâb-ı Hakk'ın beytullah-ı hakîkî olan kalbi, tecelliyâtı ile doldurması olarak tefsir etmişlerdir. Efendi Hazretleri yukarıda bu hakîkâte işâret buyuruyorlar.
Muzaffer Efendi Hazretleri Sûre-i Bakara'daki "وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ve 'alleme âdemel esmâe kullehâ" âyet-i kerîmesine işâret ederek buyurdular ki :
Allah kendi isimlerini de insana bildirdi ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu isimlerden bir kısmı sıfatlarına bir kısmı fiillerine bir kısmı da zâtına mahsûs isimlerdir. Allah, insana hem Rahmân, Rahîm, Rezzâk, Latîf, Settâr, Gaffâr olduğunu bildirdi hem de kullarına bu isimlerle tecellî etti. Allah, insanoğluna niçin halkolkunduğunu da gönderdiği kitaplarla bildirdi. İnsanoğlunu bedenen fânî yaptı ama ma'nâ bakımından bâkî yaptı. Madde bakımından fânî olan insan, ma'nâ bakımından Hakk'la berâber oldu yani hem ezelî hem de ebedî oldu. 
Gâfiller, Allah'ı gökde aradılar, kendilerinden hâriçde aradılar, ârifler ise Hakk'ı kendilerinde buldular. Yani Hakk'ı âyât-ı âfâkiyye ve âyât-ı elfâziyye ile arayanlar uzun yola gittiler ama Hakk'ı âyât-ı enfüsiyye ile kendinde arayanlar kestirmeden gittiler. Çünkü Allah "Ben size sizden yakınım" buyurdu. Gerçi Allah'ın kahr u galebesi ve lutf u keremi herşeyi kuşatmışdır ama Hakk'a giden en kestirme yol insanın kendisinden giden yoldur. Çünkü Hakk'a en yakın olan varlık insandır.
Efendi Hazretlerinin bu beyânâtı, Sûre-i Bakara'daki "وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً" diye başlayan 30. âyet-i kerîmesi ile "وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا" diye başlayan 31. âyet-i kerîmesinin kısa bir tefsîridir. Sûre-i Bakara'nın 30 ilâ 39. âyetleri ile beyân olunan hakîkatler tasavvufun en incelikli meselelerini meydana getirmişdir. Bu âyetlerin tefsîri ve bu hakîkatlerin îzâhı için sayısız eserler kaleme alınmış, sayısız nutuklar îrâd edilmişdir.

Sırr-ı âdemdir hakîkat Hakk ile vahdetnümâ
Nûr-i tevhîd ise kasdın eyle "lâ"dan ictinâb

İbn Arabî Hazretleri, dünyânın yaşının 3 milyar 319 milyon küsur sene olduğunu haber vermişdir. Bu çok mühim çünkü Tevrat'da dünyânın tarihi sanki on bin sene imiş gibi gösteriliyor. Halbuki arkeologlar 3 milyon veya yıllık 5 milyon yıllık bir kafatası buluyorlar. Zîrâ dünyâ yüzünde Âdem'den önce kavimler var, milletler var. Meselâ kavm-i cân var, kavm-i ben var, kavm-i ten var. Bunlar, milyonlarca yıl yaşamış olan mahlûkât-ı ilâhiyyedir. Şeytan da kavm-i cândandır. Şeyhü'l Ekber Hazretleri, "Âdem aleyhisselâmın rûhâniyyeti ile görüşdüm. Bana, 'Ben âdemlerin sonuncusuyum' dedi" buyuruyor.
Bir hadîs-i kudsîde "Ey âdemoğlu, bütün mevcûdâtı senin için yarattım, seni de kendim için yarattım" buyruluyor. Allah'ın bütün bu mevcûdâtı insan için yaratıp da, insanı da kendi için yaratması, insana verdiği kıymeti gösteriyor.
Diğer bir hadîs-i kudsîde, Cenâb-ı Hakk, Resûl-i Ekrem Efendimize hitâben "Levlâke levlâk lemâ halaktül eflâk" yani "Seni yaratmasaydım kâinâtı yaratmazdım, eflâkin yaratılmasına sebeb sensin" buyuruyor. Cenâb-ı Hakk, Cenâb-ı Peygamber'in şahsında insanoğluna hitâb ediyor.
Allah, bütün sevdiklerini de insanlardan seçmişdir çünkü insanı halîfetullah yapmışdır.
Kalblerindeki bulunan bütün küdûrâtı atarak, Allah'ı kalblerinde bulanlara sôfî derler. 
Sôfî kelimesine bir çok ma'nâlar verilmişdir. Burada hepsine temâs etmeyeceğim, bir kaç tânesini söyleyeceğim. 
Sôfî, kalbini sâfa getiren kimsedir. Yani "Nereden geldim, nereye gidiyorum?", "Niçin geldim, niçin gidiyorum?" suâllerinin cevâbını verip, Hakk'ı seven, Hakk ile olan, Hakk'da olan kişiye sôfî derler.
Hayâtını zühd ile ve ibâdet ile geçiren ve Hakka'a ibâdeti seve seve yapan, Allah'dan râzı olup, Allah'ın rızâsını bekleyen kişiye sôfî denir. 
Sôfî kelimesi, sofist kelimesinden gelme değildir. İslâm sôfîlerine bidâyetde zühhâd ve ubbâd denilirdi. Sof giydiklerinden ve kalblerine sâfa getirdiklerinden dolayı sonradan sôfî denilmişdir.
Sôfîlerin kalbleri tertemizdir çünkü kalbleri Hakk aşkıyla nûrlanmışdır. 
Hakk'ın verdiğine râzı olan ve Allah'ın lutfettiği sayısız nimetlere şükrederek, Allah'a hakkıyla ve seve seve ibâdet edenlere sôfî denilmişdir.
Sôfilik, kenara çekilip, insanlardan ayrılmak ve kendi başına ibâdet etmek değildir. İnsanlar arasında bulunup, insanları hak yola götürmek için, insanların cefâsına katlanan kişiye sôfî denir. Sôfî, malıyla, canıyla, lisânıyla, her hâliyle, insânları refâha, felâha, saâdete ve necâta götüren kişidir. Sôfî, eğer insanlardan ayrılıp kenara çekilecek olursa, insanların eziyet ve cefâsından kaçmak için değil, insanlar benim zararımdan kurtulsun diye kenara çekilir.
Sôfînin elinden ve dilinden insanlar hep hayır görür, hiç şer, hiç zarar görmezler. Kötü insanlardan kötülük bile görse, buna mukâbil onlara kötülük yapmak şöyle dursun, onları kötülükden kurtarmak için onlara iyilik yaparak, duâ ederek onları Hakk'a götürmeye çalışana sôfî derler.
Dervîş olan uşşâk-ı Hakk ahlâkları ahlâk-ı Hakk
Meczûb-i Hakk müştâk-ı Hakk matlûbları Yezdân olur
Atatürk tasavvufu ve sôfiyyeyi durdurmadı. Biz vahdetdeyiz, "lâ mevcûde illâ Hû" dediğimiz için Atatürk'ü de Hakk'dan ayırmayız biz. Bir inkılâb yapılacakdı, bir millet inkılâba girmişdi. O inkılâbın yerli yerine gelmesi için yapıldı bu iş. Belki zâhirde sôfî taslaklarına karşı yapıldı bu, sôfîliğin esâsına değil. Zâhir görüşümüzle hâlis olanlara da bu şey dokundu zannediyoruz, hayır, hiç dokunmadı. Kendilerini sôfî zannedenlere yapıldı bu iş. Yoksa hakkıyla sôfî olanlar, Hakk'dan bildikleri için ona da ne yapdılar, "âmennâ" dediler. Meselâ benim mürşidim Sultan Hamid zamânında doğmuş ve Atatürk zamânında ben mürşidimle dâimâ sohbetde idim, gidip geliyorduk, sohbet ediyorduk, bize mâni olan hiç kimse yok idi. 
Bir müddet-i muvakkate için tekkeleri kapadığını kendisi söylüyor. Meselâ bir misâl anlatacağım ki bu misâl gün gibi âşikâr olan bir hâdise ve bunu Cumhuriyet Gazetesi de yazdı, bir takım gazeteler de yazdılar, bu anlatacağım kıssayı. Ben kendi Efendimden dinlemişdim. Efendim de bizâtihî Atatürk'le konuşan zâtla konuşmuşlar ve öylece bana nakl olundu yani. 
İstanbul mebusu Yahyâ Gâlib Bey, Ümmî Sinân şeyhiydi kendisi, Halvetiyye'den Ümmî Sinân şeyhiydi. Bir gece, caz çalıyormuş, Yahyâ Gâlib Bey'e dönmüş Atatürk, demiş ki, "Şeyh Efendi, kalk bir harmandalı, bir zeybek oyunu oyna" dedi. Demiş ki Şeyh Efendi, "Paşam" demiş, "ben bir Halvetî şeyhiyim, harmandalıyla zeybek oynamasını bilmem ama Şükrü Saracoğlu Egelidir, o gâyetle iyi bilir, Şükrü Saracoğlu oynasın" demiş. "Sen bana müsaade et, ben kalkayım burada bir Halvetî devrânı yapayım" demiş. Onun üzerine Atatürk demiş ki cevâben Yahyâ Gâlib Bey'e, "Ben o işi bir müddet-i muvakkate için seddetdim, ehlini yerine getirdiğim vakitde bunu açacağım" demiş, "yapacağım, ehillerini bulacağım, nâ-ehil elinden aldım" demiş, "ehline vereceğim" demiş. 
Zâten tevhîd üç kısıma ayrılıyor, biz şimdi üçüncü kısmındayız tevhîdin yani sôfiyye. Birisi, "Lâ mabûde illallah", Allah'dan başka ibâdete lâyık hiç bir ilâh yokdur. İkincisi, "Lâ fâile illallah". Allah'dan başka fâil yokdur. Üçüncü merâtib ki sôfiyyenin itikâdı, "Lâ mevcûde illallah", Allah'dan başka bir şey yok olduğuna göre her şeyin hak olduğuna kâiliz biz. Zîrâ "küllün min indillah"dır, her şey hakdır. Bitdi o kadar. Kur`an-ı Kerîm'den söylüyorum yani. "مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِۘ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَۜ mâ esâbeke min hasenetin fe minallah ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsik", "قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ kul küllün min indillah", her şey Hakk'dandır.

Biz hak olarak kabûl ediyoruz yapılan harekâtı. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın bir takım esrâr-ı ilâhîsi vardır ki, insanların idrâki bu esrâra erişemez. Meselâ ne gibi? Allah Firavun'un kucağında Mûsâ'yı büyütmüşdür. Aklen olsa, Mûsâ Firavun'un kucağında büyümemesi lâzım gelirdi. Onun için esrâr-ı ilâhiyyedir bu. Allah böyle tecellî etdi, böyle oldu. "قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ kul küllün min indillah""Küllün min indillah", Allah'dan kabûl ediyoruz. Hiç bir sözümüz yok yani sôfiyyeye mâni oldu filan, hiç bir şeye mâni olmamışdır. Yalnız sôfiyim zanneden sôfî taslaklarına belki onlara karşı bir cebhe alınmışdır. Fakat bunun içerisinde bazı ehl-i Hakk da belki incinmişdir. O da insandır, kuldur filan. Yoksa Allah'dandır hepsi.

Bu kadar verdiğimiz ma'lûmat kâfîdir. Çünkü esrâr-ı ilâhîyi daha fazla açmaya kalkarsak ki Allah bana bunları bildirmişdir, bazı şeyleri, ama herkesin hafsalası ve idrâki bunu kabûl etmeyecek ve akıl terâzisi de bu esrârı çekmeyecekdir. Onun için bu kadar kâfî anlayan için. Anlayana! Anlamayana bir şey yok. Şununla sözümüzü bağlayabiliriz :

Âsumândır kubbesi hep ahterân kandilleri
Kubbesi gökyüzü, bütün yıldızlar kandilleri.
En zıyâ-bahşâ kanâdîli güneşle mâhdır
En parlak kandili de güneşle aydır.
Seddedilmekle tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hakk
Tekke kapanmakla Allah'ın zikri kaldırılmaz ki.
Cümle mevcûdât zâkir kâinât dergâhdır
Çünkü hiç bir şey yok ki kâinâtda Allah'ı zikretmesin. 
Allah'ın varlığını inkâr eden bir münkirin vücûdunun her zerresi Allah'ı zikreder. Allah öyle diyor Kur`ân-ı Kerîminde. "Beni zikretmeyen hiç bir şey yokdur, hepsi beni zikreder, fakat siz anlayamazsınız" diyor. Umûmî değildir kâide. Bu âyet-i kerîme umûmî değildir. Ekseri halk anlamaz manâsına yoksa duyanlar duyuyorlar. Şu iskemleydi, şu demirdi, şu çamurdu, bu kuşdu, bu ağaçdı, hepsi Allah'ı zikretmekde. Duyan duyuyor zikrullahı. Ama anlamayana bir şey yok Her şey Allah diye feryâd ediyor.
Efendi Hazretlerinin okuduğu bu kıt'a, tekkelerin kapatılma hâdisesi üzerine, o devrin ileri gelen meşâyihinden, Galata Mevlevîhânesinin son postnîşîni Ahmed Celâleddin Dede tarafından söylemişdir. Efendi Hazretleri bu ârifâne kıt'ayı hattat Mahmud Öncü'ye yazdırıp, postnîşini olduğu tekkedeki makâmında hemen baş ucuna astırmışdı. Yazının en başında gördüğünüz levha işte budur.

Tekkelerin kapatıldığı dönemde yaşayan gerçek mürşidler, bu hâdiseye karşı bir infiâl göstermek şöyle dursun hep rızâ ve teslîmiyyetle karşılamışlardır. Yani Ahmed Celâleddin Dede bir istisnâ değildir. Nice meşâyih gerek manzûm, gerek mensûr gerek yazılı, gerek sözlü beyânlarıyla, tasavvufun tekkelere ve tekkelerde yapılan âyin ve merâsimlere münhasır olmadığını, zâten tekkelerin uzun zamandır bir çöküş içinde olduğunu, tekke şeyhlerinin büyük bir kısmının mürşidlik yapmaya hâiz vasıflar taşımadığını, tekkelerin kendilerin âit vakıf gelirleri yüzünden geçim kapısına dönüştürüldüğünü söylemişlerdir. 

Meraklılar için şunu da belirtelim ki tekkelerin kapatılmasına ilişkin düzenleme "Tekke ve zâviyelerle türbelerin seddine ve türbedârlıklar ile bir takım unvânların men' ve ilgâsına dâir kânûn" başlığı ile 30 Kasım 1925 tarihinde kabûl edilmiş ve 13 Aralık 1925 târihinde Resmî Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmişdir ve bu kânûn hâlâ yürürlükdedir.
Listeye geri dön