Tasavvuf - Sohbet - 16 Nisan 1980 ABD

30 Haziran 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Hallac-ı Mansur

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerinin Amerika'daki bir sohbetlerinde soruldu, "Sôfî kimdir?" denildi. Efendi Hazretleri buyurdular ki :

İşte biziz. Allah'ı sevenler, kalblerini temizleyenler ve kalblerine Allah'ın aşkını koyanlar, sôfîdir. Kalblerini temizlemelerse o vakit sôfî olamazlar. Ama o yola baş koyarlarsa, o yolda yavaş yavaş muhakkak sûretde tathîrâta muvaffak olurlar. Sôfîliğin bir çok vecheleri vardır, ben bir vechesini söyledim. Her velî ayrı ayrı tarif etmiş sôfîliği. Kimi demiş, dünyâdan yüz çevirme. Kimi demiş, ehl-i dünyâdan yüz çevirme. Kimi demiş, dünyâdan ve ehl-i dünyâdan Allah'a yüz çevirme. Kimisi demiş, nefsini terbiye eden. Çoook vecheleri var, çok tarifleri var. Bizim de tarifimiz, Allah'ı seven, Hakk muhabbetini kalbinde bulan kimse, ehl-i tasavvufdur ve Allah'ın velîsidir, Allah'ın dostudur. Bu da iki kısımdır. Velâyet-i âmme vardır, velâyet-i hâssa vardır. Bütün mü'minler, Allah'a inananlar, Allah'ın dostlarıdır. Fakat bir de velâyet-i hâssa vardır, içerisinde büyük velîler var, kerâmet sâhibi filan, onlar da velâyet-i hâssa sâhibleridir. Elbiseyle sôfîlik olmaz. O kolay o, elbisyele sôfîlik. Bir çok adam vardır, terzinin yapdığı adamdır o. Kendi adam değildir, terzinin yapdığı adamdır. Elbise adamı yani. 

"Nefsden bahseder misiniz?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Nefs, her insana verilmiş bir kuvvetdir. Nefsi ıslâh edecek ve nefsin sıfatlarını terbiye edecek ve nefsi şekl-i insâna koyacak. Çünkü nefs, ayrı ayrı hayvan remzidir. Meselâ kimi aslan, kimi kaplan, kimi yılan, kimi çiyan, kimi akrepdir. Yani insan elbisesi giymiş, içerisinde kobra yılanı vardır. Zâhiri insan, içi yılan. İşte bu nefsi terbiye ederek, nefsi insân etmek. Zâhiri insan olduğu gibi, bâtınını da insan etmek. Zâten tasavvufun da gâyesi budur. Hakk'ı bilmek, Hakk'ı bulmak, Hakk'da olmak. Nefsini bilmek ve Allah'ı bilmek. 
Her kim nefsini bilirse, Allah'ı bilir, Allah'ı tanır. Nefsini bilmeyen Allah'ı bilmez. Ve nefsin merâtibini bilmesi şerâitdendir. İlk merâtib yani hayvanla müsâvî olan nefs, nefs-i emmâredir. İnsanı dâimâ şerre iletir. Sıfatı, yalnız yemek, içmek, cinsî münâsebetde bulunmak zevk ü safâ etmek. Ne Allah'ı düşünmek, ne Allah'ı bilmek ancak kendi menfaatlerini korumak, halkın menfaatini gözetmemek. Hayvanla bunun arasında yaşayışda hiç bir fark yokdur. Dalâletde hayvandan da daha ednâ ve eşnâdır bu, daha aşağıdadır. İşte tasavvuf yoluna girmekle, bu nefsi ıslâh etmek, onunla mücâdele etmek, onu terbiye etmek ve onu şekl-i insâna koymak, yüceltmek ve yükseltmek, en nihâyet kul ile mabûdun birleşmesi. 
Bu nefs-i emmâre ehlinin gözü vardır, fakat gözünde ibreti yokdur, bakar böyle, ibret almaz. Halbuki ibret almayan göz de insanın düşmanıdır. Yani bir adam ibret almayan göze sâhibse, o adam düşmanını başının üstünde taşımakdadır. Nefs-i emmâre sâhibi kulakla öğüt almaz, nasîhat dinlemez. Hep kendini bilir o, kendinden başkasını tanımaz. Onun elinin hayır hasenâtı yokdur. O kalemi aldığı vakitde, kalem âh eder, mürekkeb ağlar. Çünkü kötü yazar. Halkı dalâlete sevkeder, halkı incitir. Bu şekilde ölürse eğer, sûretâ insandır, hakîkatda hayvan olarak giderek âhirete. 
Nefs merâtibi, yedi mertebedir. Anlatırsak, ancak bir senede anlatabiliriz, günde ikişer saatden filan ders yaparsak. Kibir, riyâ, gadab, ucub, hased, mal sevmek ve makâm sevmek, bunlar nefs-i emmârenin sıfatlarıdır. Islâh ederse, gadabını hilmiyyete çevirir, kibrini tevâzua tahvîl eder, riyâsını ihlâsa, hasedini merhamete, mal sevmesini Allah sevgisine, makâm sevmesini de Allah'ın Resûlünü ve güzel şeyleri sevmeye çevirir. 
"Sen mal sevmiyor musun?" diye bana sorarsa, üç türlü sevmek vardır. Bir sevmek vardır, yemek yemek, su içmek, hava almak gibi. Yani insan yemek yemezse, su içmezse, hava almazsa yaşayamaz. Bir sevgi bunun gibidir. Bir sevgi vardır, helâ sevmek gibi, ihtiyâcı olduğu vakitde görür ve işini bitirdikden sonra çıkar gider. Üçüncü sevmek de nezle gibidir. O sana hayran sen cama tırman. O sana koşar, sen ondan kaçarsın. Malı helâ gibi tutacak, yani ihtiyâcı olduğu vakitde kullanacak. İnsanın helâsı var diye sabaha kadar içinde oturmaz ki. İhtiyâcını görecek kadar. Dünyâ malı böyle olacak. Ama Allah ve Resûlü ve insanlık, ekmek, su, hava gibi bilecek onu. Onsuz yaşayamayacak.

Koca bir bahçeden, bir tâne gül verdik, bir gonca verdik, nefs meselesinden. Büyüüük bir mesele,  deriiiin bir mesele. Bir çok adam halletdim zannetdi, edemedi. 

"İnsanların insanları affetmesi ve Allah'ın insanları affetmesi husûsunda ne dersiniz" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :

İnsanlar insanları affederse, Allah da insanları affeder. Hazret-i Peygamber, sallallahu aleyhi veselleme demişler ki, Hazret-i Ali için, "Yâ Resûlallah, niye Ali'yi çok seviyorsun?" demişler. O da demiş ki "Çağırın gelsin bana". O meclisde yokmuş yani. Sonra oradaki bulunan halka sordu, "Size birisi bir fenâlık yaparsa ne yaparsınız?". Dediler ki, "İyilik yaparız" dediler. Sonra tekrar sordu, "Aynı adam size tekrar fenalık yaparsa ne yaparsınız". Dediler ki, "İyilik yaparız gene". Sonra gene tekrar etdi, "O adam, aynı adam size tekrar fenâlık yaparsa ne yaparsınız?". "İyilik yaparız" dediler gene. Sonra gene dedi ki Efendimiz, "Aynı adam size tekar kötülük yaparsa?". O vakit hepsi böyle başlarını öne eğdiler, cevâb vermediler. Yani demek istediler ki, "Mukâbele ederiz biz de ona". O aralık Hazret-i Ali geldi meclise. Sonra sordu Hazret-i Ali'ye Hazret-i Peygamber, "Sana birisi kötülük yaparsa,  sen ne yaparsın?". "İyilik yaparım" dedi. "Gene kötülük yaparsa?". "Gene iyilik ederim". "Aynı adam gene fenâlık yaparsa?. "Gene iyilik ederim. O adam bana kıyâmete kadar fenâlık yapsa ben gene iyilik yaparım" dedi. Onun üzerine Peygamber dedi ki, "İşte Ali'yi bunun için seviyorum". Demek ki affetmek kadar güzel bir şey yok. Affetmek hem güzel bir şey hem de aynı zamanda kötülüğü yapana bir cezâdır, anlarsa eğer. Yaaa, büyük bir cezâdır. Ama anlayan için. Anlamazsa bir şey yok.  Allah affedenleri sever. Çünkü o affetmeyi sever. Bir adam seksen sene O'nu inkâr etse ve O'nun verdiği nimetleri yese ona küfür etse, seksen sene sonra Allah dese, "Ne var kulum, ne istiyorsun?" der. Öyle rahmetlidir. Bak, bismillahirrahmânirrahîm. Allahü'r-Rahmânü'r-Râhîmü'l-Melikü'l-Kuddûsü's-Selâmü'l-Mü'minü'l-Müheyminü'l-Azîzü'l-Cebbârü'l-Mütekebbir. Esmâü'l-Husnâ'da, okumadılar mı onlar, okumaları lâzım. Evvelâ Rahmân'la başlıyor, Rahmân'la. 
Size bir hikâye anlatayım ben, o hanım sordu bana mâdem. Aklıma geldi. Hediyen olsun. Çünkü yarından sonra gidiyorum buradan. 
Allah bir akşam dedi ki Cebrâil aleyhisselâma, "in" dedi "filanca arza, orada kim uyumuyorsa, bu akşam uykuyu kim terk etdiyse, ona feyz-i ilâhîmi ver" dedi. Cebrâil dedi ki, "Yâ Rabbi, sen bilmiyor musun, görmüyor musun?". "Bilirim ama ben bunu halka bildireceğim, seninle konuşup duyuracağım". Onun üzerine Cebrâil indi geldi bakdı, bir ihtiyar adam, belki seksen yaşında, yüz yaşında filan, karşısına ateş yakmış, ateşe tapıyor ve ateşe sesleniyor,"Yâ Sanem, Yâ Sanem", ağlıyor, karşısında secde ediyor onun, yalvarıyor böyle. Ve ondan başka da herkes uyumuşlar, yalnız o ibâdet ediyor, o ateşe. Cebrâil makâmına vardı, "Yâ Rabbi, sana gizli bir şey yok,  herşeyi sen bilirsin. Bütün mü'minler, sana inananlar uyumuşlar, bir putperest var, biliyorsun, görüyorsun sen onu, o ateşin karşısına geçmiş sana şirk koşuyor, Yâ Sanem, Yâ Sanem diye. Şimdi ben ne yapayım buna?". "Yâ Cebrâil, git ben ona feyz-i ilâhîmi vereceğim" dedi, "mâdem uyumuyor bu akşam o. Bu akşam benim rahmetimin tecellî etdiği, taşdığı, coşduğu gece" dedi. Bak ne olacak şimdi. Cenâb-ı Hakk feyz-i ilâhîyi verince, o "Yâ Sanem Yâ Sanem" diye puta taparken, dili döndü onun, başladı, "Yâ Samed, Yâ Samed", Allah'ın ismini zikrediyor, "Yâ Samed, Yâ Samed" diyor. Der demez, Cenâb-ı Hakk "Lebbeyk, lebbeyk, ne istiyorsun kulum benden?" diyor, şimdi ona soruyor. Cebrâil aleyhisselâm şaşırdı. Allah ona cevâb verdi, "Lebbeyk, lebbeyk, kulum ne istiyorsun benden, hâcetin nedir?". Cebrâil şaşırdı, dedi, "Yâ Rabbi, bu adam yaşlı bir adam, yukarıdan gök basmış kamburu çıkmış, aşağıdan yer çekmiş alnı kırışmış, bugüne kadar sana şirk koşmuş, iki defa sana seslenmekle, buna sen cevâb verdin, bunun sırrı nedir?" dedi. Dedi ki, "Yâ Cebrâil, o seksen sene ateşe çağırdı, Yâ Sanem diye, ateşden ona cevâb gelmedi. Çünkü ateş canlı değil, hayy değil. Ona cevâb vermedi ateş. Bana Yâ Samed diye seslendi, ben cevâb vermesem ona, ateşden benim bir farkım kalmaz. Halbuki ben hayyım, dâimim, kayyûmum, bana çağırana ben cevâb veririm" dedi. Yaaa! Onun için bir adam seksen sene şöyle yapsa böyle yapsa, bir kere Allah dese, inansa, inanarak böyle, Allah ona cevâb verir. "Lebbeyk, ne istiyorsun kulum, isteğin nedir?" der.
Haydi Hazret-i Ali'nin menkıbesini de anlatayım, af meselesini sordu ya, onu da anlatayım, sonra devam edelim. 
Hazret-i Ali'yi kendi adamı vurdu. Birgün dedi ki Hazret-i Ali kendi adamına yani kölesine, köle devri o devir, dedi "Benim ecelim senin elinde, sen beni vuracaksın" dedi. O zât da dedi ki, "Aman ben böyle bir denâate elimi sürmeyeyim, sen bana hükmünü icrâ et, öldür beni" dedi. Dedi, "Olmaz öyle, sen fiili icrâ et ki hüküm vâcib olsun. Yoksa eğer sen bana bu fenâlığı yapmadan, ben sana fenâlık yaparsam zâlim olurum" dedi. Sonra zamanlar geçdi, Hazret-i Ali'yi vurdu o adam. Sonra İmâm-ı Ali onu huzûruna getirtdirdi, halkın huzûrunda sorguya çekdi. Çünkü onu vurunca, halkın kafasında bir takım şübheler uyanabilir, "Neden acaba bu vurdu bunu?" diye. Onun için onu isticvâb etdi, konuşdu onunla. Dedi, "Senin ekmeğini mi aldım elinden?". "Hâşâ". "İffetine mi dokundum, nâmusuna?". "Hâşâ". "Sana ben ne fenâlık yapdım ki sen beni vurdun?". "Hiç fenâlık yapmadın. El-hükmü lillah, hüküm Allah'ındır" dedi. Hazret-i Ali de dedi ki, "Sözün hak, niyetin bâtıl" dedi. "Onu götürün hapsedin" dedi. Çünkü halîfeydi, Peygamber'in halîfesiydi. 
Sonra çocuklarına çağırdı yanına. Dedi ki, "Çocuklar, ben bu adamın vurduğu kılıçla ölürsem, sakın bu adama eziyet cefâ etmeyin. Neyse kânun onu tatbîk edin buna. Ama ben iyi olursam, onun hakkındaki muâmele bana âiddir, belki ben affederim. Ama bana emr-i Hakk vâki olursa, hüküm yerine gelsin yani adâlet yerine gelsin, sakın ona cefâ etmeyin. Ceddiniz Muhammed aleyhisselâmdan işitdim ki, 'Bir köpek dahi kudursa, onu eziyet cefâyla öldürmeyin' dedi. Onun için buna eziyet cefâ etmeyin" dedi. Sonra onu haps etdiler. Hazret-i Ali'ye süt getirdiler. Sonra sütü aldı İmâm, dedi, "Bu sütü götürün, zindanda bir garîb var, ona verin, içsin. Dediler, "Kim var zindanda garîb?". "Beni vuran" dedi, "şimdi herkes ona düşman, beni vurdu diye". Ve dedi, "O garîbdir şimdi, ona bu sütü götürün verin benim tarafımdan, içsin karnını doyursun". Sütü götürdüler o adama, o adam sütü içmedi ve bağırıyordu, "İçine bunun zehir koydunuz, beni zehirleyeceksiniz" diye. Sonra geldiler dediler ki, "Yâ İmâm içmiyor sütü" dediler, "içine zehir koydunuz diyor" dediler. "Eyvâh!" dedi o vakit, "niçin bize sû-i zann etdi böyle. Biz bu denâati iritkâb eder miyiz, kötülüğü. Süt yerine zehir verelim adama, bu olacak iş mi. Olmaz. Eğer sütü içseydi, yarın yevm-i kıyâmetde, cennetin kapısını ayağımı böyle koyardım, sonra evvelâ onu içeriye koyardım, sonra kendim girerdim" dedi. Öyle söyledi. 
"Murâkabe hakkında ne edersiniz?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Murâkabe mutlakâ lâzım. Dervîşin birinci vazîfesi. Murâkabe esnâsında başka efkâr gelirse aklına, yani dünyevî husûsâtda, murâkabesini bozsun, tekrar Allah'a sığınarak murâkabeye girsin. Murâkabede ne yapıyor? Bir defa murâkabede mürşidine bağlanacak, mürşidini gözönüne getirecek. Çünkü murâkabede mürşid, bâbullahdır, Allah'ın kapısıdır yani. Kendi kendine olmaz bir şey. O vakit, "فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙۖ fe elhemehâ fücûrehâ ve takvâhâ", İblîs de ilhâm edebilir, ayıramaz yani şeytânî midir, rahmânî midir. Bana diyebilir ki, "İyilik emrediyor, iyilik Allah'dan değil mi?". Şeytan iyilik emreder. Şeytan iyilik emreder, zannedersin ki Hakk yapıyor, hayır, İblis'dir. Hazret-i Îsâ'ya yapmış çünkü aynı şeyi. Hazret-i Îsâ'ya diyor, "fezkürullah yâ Îsâ, Allah'ı zikret" diyor. Hazret-i Îsâ şaşırmış, "Ben Allah'ı zikrediyorum, niçin bana böyle emredildi" diye. Ama bilmiyor. Hazret-i Îsâ zikr-i sırrda idi. O makâma çıkan adam, zikr-i cehrî yaparsa tedennî eder, düşer yani makâmından. Yaaa, onun için onu ayıramaz o, ayıramaz. Mürşidle ayırabilir ancak. Çünkü şeyhi, mürşidi olmayanın mürşidi Şeytan'dır. Öyle demişler.

"O kadar çok mürşid var ki hakîkî mürşidi nasıl tanıyabiliriz?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki : 

Allah'a sığınsın, Allah'dan istesin. O nereden tanıyacak hakîkî mürşidi. Ona imkân yok! Var birine gider tutunur ama bilmiyor ne olduğunu onun. Mürşid meselesinde Allah'a öyle yalvaracak ki, "Yâ Rabbi senin rızâ-yı şerîfine ve beni sana götürecek olan el hangi eldir, bana bunu göster ve bunu bana nasîb et diye yalvaracak. Günlerce! Öyle kolay olur mu. Yâhud böyle olmaz, o mürşid, o veliyyullah olan zât, onu sever ve onu kendisine celbetmek için ona bazı kerâmât zuhûr eder, alır onu. Ona sözümüz yok.
Mürşid olacak olan zevâtın sıfatları vardır. O sıfatlara mâlik olanlar mürşid olabilirler. Şeyhler çok. Yal şeyhi var, yemek yiyor devamlı. Kâl şeyhi var, söz söyleyen. Avrat şeyhi var. Evrad şeyhi var. Sonra tekke şeyhi var. Bir de takke şeyhi var. Bir de petrol şeyhi var. Bir alay şeyh var böyle. Hattâ o petrol şeyhlerinden birisi, İngiltere'de kızın kulağını kopardı severken, bir buçuk milyon sterlin ödedi oraya. Petrol şeyhi, aşka gelmiş. Yaaa! Sonra hâl şeyhi var. Bakacak böyle, bir takım şartları var. Yüzünü gördüğü vakitde, ona Allah'ı hatırlıyor mu?. Onun yanına gitdiği vakitde, kederli gidiyor, o kederi gidip safâya eriyor mu? Dînî müşkillerini hallediyor mu? Ona Allah'ı sevdiriyor mu? Onu iyiliğe teşvîk ediyor mu? İşte o vakit güneş gibi hak mürşid işte. Ama öyle olmazsa, ver parayı, at cebe, getir yiyelim, o vakit olmaz. 
Dinleyicilerden birisi, "Şeyhinize böyle bağlanırsanız, o zaman herşeyi ondan umarsınız, kendiniz bir şey yapmazsınız?" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Yoook, yanlış anlıyor onu. Yanlış kavramış bu meseleyi. Şeyhe intisâb etmenin manâsı, her şeyi şeyhden beklemek değil. Bir yere gidecek o, bir menzile, şeyh yolu biliyorsa, onu alıp kısa yoldan oraya teslîm edecek. Yâhud doktor gibi. Doktor hastasını muâyene etdi, dedi, "Bunu ye, bunu yeme, bu ilaçları kullan". Şeyh de böyle yapar. İlaç yerine zikri verir, kötü huylarını terk ettirmeye çalışır. Doktorun tavsiyesini tutan hasta, iyi olur. Şeyhe bırakmaz işi. 

"Hallâc hakkında bir şey söyler misiniz?" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Söylerim. Hallâc el-Mansûr el-Hüseynî el-Bağdâdî.

Mest olanların kelâm kendinden gelmez velî
Pes "ene'l-Hakk" nice söyler kişi Mansûr olmadan

İbn Arabî diyor ki, Muhyiddîn Arabî, "Ben bir akşam Kurtuba'daydım". O vakit İspanya müslümanların elindeydi. "Kurtuba'daydım, bir rüyâ gördüm" diyor. "Bakdım kalabalık bir halk toplanmış oraya. Sonra o kalabalıkdan bir zât bana doğru geldi. Ben ona sen kimsin diye sordum., bunlar kimlerdir dedim. Ben Hût Peygamberim, bunlar da bütün peygamberler. Yani Hazret-i Muhammed'e kadar gönderilen peygamberler. Niye toplandınız diye sordum. Dedi ki Hût Peygamber, Hallâc-ı Mansûr'un ağzından bir söz çıkdı, o sözden dolayı onun şerîatla kafası kesildi ve vücûdu yandı ve külleri havaya üfürüldü. Fakat bu hâdise şimdiye kadar üç yüz sene oldu, üç yüz seneden beri o, Huzûr-ı Muhammed'e giremiyor. Biz toplandık bütün enbiyâ, Hazret-i Muhammed'e gidecekler, ricâ edecekler ki kabûl etsin Hallâc'ı. Nasıl olur bu diye sordum" diyor. 
Hallâc bir gün mirâc hakkında konuşuyormuş, demiş ki, "Hazret-i Muhammed'in Allah yanında büyük bir rütbesi, mertebesi var fakat mürüvveti kısa" demiş. Neden diye soruyorlar. "Cenâb-ı Peygamber Allah'la mirâcda buluşdular. Resûl-i Ekrem, 'et-tahiyyâtü lillahi ve's-salavâtü ve't-tayyibât' dedi. Buna mukâbil, 'es-selâmü aleyke eyyühen-nebiyy' diyor Allahu Teâlâ, 'Ey Nebî benim selâmın senin üzerine olsun' diyor. Peygamberimiz de, 'es-selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhi's-sâlihîn' diyor. Hallâc diyor ki, "Eğer ibâdillah deseydi, sâlihîn kaydını koymasaydı Peygamber, cehennem diye bir şey kalmazdı âhiretde, maydanoz biterdi. Ama sâlihîn kaydını koyduğu için, mürüvveti kıt" diyor. "Mürüvveti kıt olduğu için ibâdillah demedi, sâlihîn kaydını koydu" diyor. Bunu söylüyor. O gece Peygamber'i görüyor rüyâsında. "Sen benim hakkımda nasıl konuşabiliyorsun böyle" diyor. Hallâc-ı Mansûr ayaklarına kapanıyor Hazret-i Peygamber'in, "Aman Yâ Resûlallah" diyerek. "Sen bilmiyor musun" diyor, "peygamberlerin sözleri, kendi sözleri değildir, Allah söyletir onlara. Ben de o sözü kendimden söylemedim, Allah söyletdi bana". Enbiyâ ve evliyânın sözleri kendi sözleri değildir, Hakk konuşturur. "Sen serhoş olacaksın vahdetde, ağzından senin bir söz çıkacak, ene'l-Hakk diyeceksin, bunun cezâsı olarak senin kafanı şerîat kılıcıyla kesecekler" diyor. Ve böyle oluyor. Fakat bundan dolayı üç yüz sene Huzûr-ı Risâlet'e giremiyor kendisi. Bunu bilmiyorlar, kitâblarda filan yok bu, Hacı Muzaffer'in kitâbından çıkıyor. 
Halbuki "Hakk" kelimesi sıfatdır, Hallâc-ı Mansûr, "enallah"  demiyor ki, "ene'l-Hakk" diyor. Hattâ Cüneyd-i Bağdâdî'ye gitmişler, "Yâhu Hallâc ne yapıyor, ene'l-Hakk diyor" demişler. "Ene'l-bâtıl mı desin?" demiş. İslâmda da öyle, meselâ el-cennetü hakk, en-nâru hakk, es-sırâtu hakk, es-suâlü hakk. Bak, cennet hak, cehennem hak, suâl hak, sırât hak. Allah mı bunlar? Cennet hak, cehennem hak, sırât hak, suâl hak diyenler Hallâc-ı Mansûr ene'l-Hakk dedi diye onu katletdiler. 
Bir hikâye anlatayım kalkacağım artık. Söz meselesi, Hallâc'ın sözü başını yedi ya.
Onlar dördüncü mertebededir, mutmainnede. "Leyse fî cübbetî sivallah", "Sübhâne mâ a'zamü şânî", bunları söyleyenler, dördüncü mertebededir. Çünkü kapları dar. Bu bardağın içerisine bir okka su koyarsan taşar. Biraz tecellî olunca, taşdılar. Taşınca ene'l-Hakk demeye filan başladılar.  
Bektâşî tekkede bir kabahat yapmış, şeyhi dedi ona, "Git, sana seyahat vereceğim" dedi. Seyahate gönderdi onu. Bektâşî Tokat'a gitdi, Tokat'da oturdu bir kahvede, kahve içiyor ve cigara içiyor. Derken genzine kaçdı kahve, öhö öhe öhö öhe, öksürüyor. Tokat'ın da zorbabaşı yukarıda yatıyormuş, hastaymış, dedi adamına, "Git şu öksüren adama söyle, öksürmesin, beni rahatsız etmesin". O adam aşağı indi, dedi, "Dede erenler, yukarıda hasta var". "Heeeyt! O hastaysa ben doktorum" dedi. Bunu mecâzen söyledi yani. O adam da saf bir adam, gitdi, "Efendim aşağıda öksüren adam doktormuş" dedi. Yukarıdaki hasta, "Getir o doktoru buraya" dedi. Getirdiler oraya onu. Bakdı ki felâket Bektâşî'nin başına gelen. Hem kahvesi yarıda kaldı, hem nargilesi yarıda kaldı, hem cigarayı içemedi. "Bil bakalım benim hastalığım nedir?". Şimdi, Bektâşî bir yalan uyduracak, oradan kaçacak, niyeti o. Demiş "Senin hastalığın malûm, ilacı da malûm". "Nedir ilacı?". "Van Gölü'nün kenarında bir ot biter, orada tohumlar çıkar, o tohumlardan alın biraz, kaynatın, içirin, senin hastalığın iyi olur". "Yaaa öyle mi! Öyleyse o tohumu bizim askerler tanımazlar, seni ben bizim askerlerle beraber göndereyim, o tohumdan bana topla ve getir". Bir atın üzerine bindirdiler, dört de yanına yeniçeri verdiler ve dört nala gidiyorlar. On beş günlük yolu üç günde almak şartıyla. Giderken yolda, aynı tekkenin adamlarından birine daha rast gelmişler. O da seyahate çıkmış. Görmüş, "Oooo Dervîş Hüseyin, böyle saltanatla nereye gidiyorsun" demiş. "Tokat'da bir bok yedik, ağzımızı yıkmaya Van Gölü'ne gidiyoruz" demiş. 
Bazı adam ağzından laf kaçırır böyle Allah'a karşı, sonra adamı ağzını yıkatırlar, Van Gölü'ne gönderirler yani, onun için söylüyorum bunu. 
Şimdi ben duâ edeceğim onlara ve kalkacağım.
Yâ Rabbi, buraya gelen kullarını, mazhar-ı îmân eyle. Gönüllerinden dünyâ muhabbetini çıkar, gönüllerini aşkınla donat, ziynetlendir. Vücûdlarına sıhhat ve âfiyet ver. Ağızlarının tadını bozma. Gönüllerinin hayırlı murâdını ver. İnsanlığa hâdim et. Bu memlekete hayırlı evladlar yetiştirsinler. Bu memleketi Allah kıyâmete gününe kadar adâletle bâkî bıraksın. Dünyâyı Allah harb felâketinden korusun. Eğer böyle bir vukûât olacaksa, Allah, Allah diyenleri gâlib etsin, Allah'ı inkâr edenleri mağlûb etsin. Müşkillerimizi hall ü âsân etsin. Yüzlerimize nûr, gönüllerimize sürûr versin. İnsanlığımızın kadr u kıymetini bilenlerden etsin. Korkunç hastalıklar vermesin. Başımıza zâlimleri getirmesin. İsteklerimizi, niyâzlarımızı kabûl etsin. Birbirimizi birbirimizden râzı kılsın. Aramızda nefret varsa, nefreti kaldırsın. O nefreti muhabbete tebdîl etsin. Gönüllerimizde Allah'a olan muhabbetimizi günden güne ziyâde etsin. Topraklarımıza hayırlı bereketler versin. Bundan yüz sene mukaddem bu şehirde büyük zelzeleler olmuş, o zelzelede ölen ehl-i îmâna Allah rahmet etsin. Yarın sene-i devriyesiymiş. Bir daha böyle felâketler göstermesin. Tevfîkini refîk etsin. Nefs peşine düşürmesin. Nefsimizin kölesi yapmasın bizi. Bizi nefsimize gâlib etsin, insan etsin.. Zâhirlerimiz insan olduğu gibi bâtınlarımız da insan olsun. Verici ve merhametli O'dur, biz kulken bizim kapımıza gelen bizden bir şey isteyeni biz kapımızdan boş çevirmeyiz, hâşâ o Allah ki kapsına geleni boş çevirir mi. Bizi kapısından boş çevirmesin. Fâtiha! 
www.muzafferozak.com
Listeye geri dön