Tasavvuf ve Aşk - Sohbet - 17 Nisan 1980 San Francisco

27 Temmuz 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Zikrullah
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerinin bu sohbeti, kendilerinin 1980 senesindeki Amerika seyahatinde San Francisco şehrinde halka açık olarak icra etdikleri zikrullahdan sonra tasavvufa meraklı Amerikalıların sorularına verdikleri cevâblardan ibâretdir :

Soru : Sôfî nedir?

Cevâb : İnsandır. (Uzun uzun gülüşmeler). Adamdır yani sôfî, ne olacak.

Soru : Herkes mi?

Cevâb : Evet, herkes. Ama farkında olan var, farkında olmayan var. (Alkışlar ve uzun uzun gülüşmeler). Hattâ o cemâdât, nebâtât, hayvânât, melekler, hepsi sôfî başdan aşağı. Ama bir kısmı farkında bir kısmı değil. Hayvanlar farkında olmuyor sôfî olduklarının. Meselâ ne gibi? Bak, öküz veyâhud mandayı böyle bir tepeye dorğu sürersek eğer, hayvan "hû hû hû hû" diye çekiyor arabayı. Ama "Hû" dediğinin farkında değil. (Uzun uzun gülüşmeler). Kendilerinin sôfî olmadığını söyleyenlerde, onlar da "Hû, Hû" diyorlar ama farkında değiller. Çünkü dünyâ yüzünde mahlûkât içerisinde Allah'ı zikretmeyen hiç bir şey yokdur. Fakat insanlar bu zikri anlayamazlar, her insan anlayamaz, her insan. Anlayan insan anlar.  

Soru : Ölmeden evvel ölmek hakkında bilgi verir misiniz?

Cevâb : "Mûtû kable en temûtu", ölmeden evvel ölmek demek, bir ölü olduğu vakitde, onu eline alan adam ne yapar? O zât kendisini evirene çevirene hiç mukâvemet göstermez. İşte "mûtû kable en temûtu" sırrına mazhar olan da Allah'a öyle teslîm olur, hiç mukâvemet göstermez. Hakk'dan ne gelirse râzı olur. Su üzerinde giden bir saman, o şiddetle akan nehre nasıl mukâvemet edebilir? İşte kul Allah'a öyle teslîm olur. Teslîm olsa da olmasa da kendisi aynı durumdadır. Fakat teslîm olan işin farkına varır, o gafletde değildir. Allah'a tam manâsıyla teslîm olmak, "mûtû kable en temûtu"nun manâsı o, her şeyiyle. Malıyla, canıyla, hissiyâtıyla, hepsiyle Allah'a teslîm olmak.

Soru : Eğer insan kendini ve etrâfını bilmez iken, kendisini ve etrâfını bilir hâle gelirse eline geçecek olan mükâfât nedir? 

Cevâb : Hakk'da olmak. Ondan daha büyük bir mertebe mi olur? Ondan daha büyük bir mükâfât mı olur? Hakk'la beraber olmak. Allah'la beraber olmak. En büyük mükâfât da budur. Çünkü eğer maddî mükâfâtları beklersek, o maddî mükâfâtlar elimizden bizim çıkıcı ve gidicidir. Bir ölmüş adamın kitâblarına, bir ölecek adam sâhib olmaya çalışır. Bir ölmüş adamın binâsına, arâzisine, bir ölecek adam sâhib olmaya çalışır. Ama Allah muhabbetinde böyle bir fenâ yokdur, elimizden çıkacak bir nimet yokdur. Ebedî onun elinde kalacak. Ama kendini bilmezse, defîne üstünde oturan bir fakîr gibidir, dilenen bir fakîr gibidir. Altında bir defîne var, üstüne oturmuş fakat  elini açmış dileniyor, istiyor. Kendini bilen ise o hazîneye mâlik olmuş olur. 

Soru : Bu akşamki yapdığınız zikrullah Allah'ı hatırlamak içindi değil mi? İnsan tek başına Allah'ı nasıl hatırlar ve hocasız Allah'ı zikreder?

Cevâb : Bu akşam Cenâb-ı Hakk'ı hatırlayarak zikretmedik, unutanlara hatırlatdık. Çünkü kişi sevdiğiniz zikreder, söyler. Kendi başına da Allah'ı zikreder. Fakat insanlar tek başına kendisini tedâvi edemediği gibi, güç olduğu gibi tedâvi, muhakkak bir doktora ihtiyâcı olduğu gibi, bu yolda da bir doktora, bir manevî tabîbe ihtiyâç olması gerekir, aklı başında olanlar için. Oldu mu cevâbı. Noksanı varsa söylesin.

Soru : Bizim kültürümüzde, bizim medeniyetimizde hakîkî hocayı nasıl bulabiliriz?

Cevâb :  İnsan olan için en ufak bir mikrop bile kendisine hoca olabilir. Ve şimdi artık uzaklık yok yani biz burada medeniyetdeyiz, şark uzak manâsına değil. Sekiz saatde biz dünyânın bir ucundan buraya geldik yani. Ve bu husûsda yazılmış çok kitâblar var, onları mütâlaa ederse muhakkak kendine lâyık olan bir mürşidi bulacakdır. Ama adam olan için de her mahlûkâtın her nefesinin sayısınca Allah'a giden yol vardır. Hiç bir kitâb bulamazsa, kendi kitâbını okusun. Vücûd kitâbını okusun. Ondan büyük kitâb yok. Allah'ın en büyük âyeti. Baksın, yaradılışı mütenâsib olan vücûda, ellere, ayaklara, gözlere, burna, kulaklara, ağıza, nasıl yerli yerine konmuş. Bir anda birkaç kelime söylüyoruz. Bunu beyin ne vakit hazırlayabiliyor da söyleyebiliyor? Bir kalb var, bir kalb verilmiş, anneye karşı şefkat, sevgi var, aşk var, babaya karşı aşk ve şevk var, Allah'a karşı muhabbet var, evlâda karşı muhabbet var, âilesine karşı muhabbet var, dostlarına karşı muhabbet var. Hepsini bir kalbde cem etmiş, bu nasıl oluyor?  Görmüyor musun, kafada iki kulak, bir ağız var. Bir konuş, iki dinle diye. (Alkşılar ve gülüşmeler). Başda iki göz var, bir gözle bakıyoruz bir tâne görüyoruz, iki gözle bakıyoruz gene bir tâne görüyoruz. Halbuki bir gözle bir tâne gören, iki gözle iki tâne görmesi lâzım gelir. Saçlar eğer kalınlaşsaydı hangi kafa taşırdı onu? (Gülüşmeler). Yâ dişler büyüseydi böyle, uzasaydı, fil dişi gibi, hangi çene taşıyacakdı onu? Kudretullahı görmüyor mu? Kitâb işte. Vücûd kitâbını okumuyor mu? Kudretullahı görsün. Onun için en büyük mürşid. Kolun bir tânesi beş metre, bir tânesi yarım metre olsaydı ne olacakdı? Ya bir ayak üç metre, bir ayak yarım metre olsaydı? Görmüyor mu gene, dört ayaklı gidenler var, iki ayaklı yürüyenler var, kırk ayaklı yürüyenler var, hiç ayaksız yürüyenler var dünyâ yüzünde. Hiç ayaksız giden var, yüz üstüne. Bunları görmüyor mu, bu âyetleri? Bu kitâbları okusun. Tefekkür etsin, düşünsün, bunları okusun. O vakit kudretullah karşısında hayrân olacak. Bu kuvvet karşısında secde edecek o vakit. Kursağına inen bir lokma üç yüz altmış elekden geçiyor. Bir bardak su içen bir adam onun şükrünü Allah'a ifâde edebilir mi acabâ, ne yapsa îfâ edebilir mi? Haydi içdi, içirdik, ya çıkmazsa dışarıya. Adam kıvrım kıvrım kıvranır yani, yerde yuvarlanır yani. Bütün mâlik olduğu servet ü sâmânı verir, "beni kurtarın bundan" diye. Bu kitâbları okusun. 

Soru : Hakîkî aşkı nasıl bilebiliriz?

Cevâb : İnsan bir şeye âşık olursa, hakkıyla âşık olursa, her yerde onun cemâlini görür, herkesi ona benzetir, her yerde onu görür ve her yerde onu anar. Kula olsun, Allah'a olsun, hakkıyla âşık olanlar, her yerde sevgilisini görür, sevgilisinden başka güzel yokdur. Hep onu söyler. İster aşk-ı mecâzî olsun, ister aşk-ı hakîkî olsun. İnsana lâyık olan bir sıfatdır. Aşk yalnız Şeytan'da yokdur. Kimde aşk yoksa o şeytan olur. Eşeğin bile aşkı vardır, yeşil ota. 

Hakkıyla âşık olduğu vakitde her yerde Hakk'ı görür, her işde Hakk'ın sanatını müşâhede eder. Bir yaprağı koparamaz. Çünkü sevgilisini onda da görür. 
Bu aşk faslını ben sizinle biraz konuşmak isterdim ama San Franciscolular, fakat vaktimiz dar bizim. 

Onların aradığı aşk-ı hakîkî kimde tecellî eder, nerede bulunur? Aşk bir yağmura benzer. Gül bahçesine düşerse eğer, orasını mis gibi kokutur. Eğer kötü bir yere düşerse, orayı kokutur, fenâ kokular yapar. Sûretâ insan olup hakîkatde hayvan olanlarda aşk, şehvet olarak tecellî eder. Çünkü aşk bir şarap gibidir. İnsanın vücûdu da bir kap gibidir. Şarap o kaba girdiği vakitde, o kabın şekli neyse, o şekli alır. Eğer nefsini ıslâh edip de insan olduysa, zâhiri insan olduğu gibi bâtını da insan olduysa, o vakit hakkıyla aşkı bulur. Eğer kap bozuksa, eğri büğrü ise eğer, aşk oradan öyle tecellî eder. Eğer hakîkî aşkı arıyorsa, kabını düzeltsin. Acaba anlatabildik mi?

Soru : Bir anne evlâdını nasıl terbiye etmeli? O annede ne gibi vasıflar olmalı?

Cevâb : O annenin evvelâ kendisinin bir terbiyeye mâlik olması şerâitdendir. Her husûsda evlâdına numûne-i imtisâl olmalıdır. Ve onu kötülüklerden korumalı, iyiliklere teşvîk etmelidir. Hiç bedduâ etmemelidir. Hiç kötü söylememelidir. Bir velîye birisi geldi, evlâdından şikâyet etdi. O velî dedi ki, "Sen evlâdına bedduâ etdin mi?" diye sordu, "Etdim" dedi. "Evlâdını sen kötü yapmışsın" dedi. 

Bu iş evvelâ helâl lokma ile başlar. Kendi evvelâ helâl lokma yiyecek ve helâl süt ile onu besleyecek. Evvelâ oradan başlar. Çünkü annenin yapmış olduğu bir kabahat çocuğun yüzünde çıkabilir. Gül çalsa, yüzünde gül, her hangi bir şey alsa, vücûdunda çıkabilir, zuhûra gelebilir. Demek ki annenin kötü ahlâkı çocuğa geçebiliyor. Ve ona mukâbil bir kıssa anlatacağım ve nihâyet vereceğim. Sizi fazla oyalamayayım burada. Vakit de epeyi geç oldu. Aklı başında olanlar bundan ibret alırlar. 

Ben İstanbulluyum. Vaktiyle İstanbul'da sakalar suyu kırbayla taşırlarmış. Hayvan derisinden kırba yapıyorlar, onunla taşırlarmış. Bir de Şeyh Vefâ var. Bu Şeyh Vefâ büyük bir veliyyullah ve islâmların büyük azîzi. Bunun bir çocuğu var, mahalleye çıkdı oynuyor, fakat eline bir çivi almış, sakaların kırbasını deliyor ve oradan fışkıran suya ağzını tutuyor. Bu böyle bir müddet devâm etdi. Sakalar Şeyh'e hürmetlerinden gelip söylemediler. Çünkü çocuğun kötü ahlâkı babanın kabahati yâhud annenin kabahatidir. Sonra sakalardan birisi birgün dedi ki, "Ben artık illallah dedim, şeyh çocuğuysa şeyh çocuğu, gidip şikâyet edeceğim" dedi. Ve Şeyh'e geldi dedi ki, "Şeyhim, senin çocuğun sokağa çıkdığından bu tarafa doğru bizim kırbalarımızı deliyor ve ağzını suya tutuyor. Bunun ya terbiyesini verin veyâhud da çocuğu sokağa çıkarmayın" dedi. Dedi, "Çocuğumun yapdığı zarar ne kadarsa gelin hepinizin zararını vereyim sizin" dedi. "Bu kabahat ya bende ya benim karımda" dedi. Ve karısnı çağırdı. Dedi, "Sen ne gibi kötü bir şey yapdın ki çocukda böyle bir efâl zuhûra geldi?" dedi. Kadın yemîn etdi, "Ben bir şey yapmadım" dedi. Dedi ki Şeyh, "Ben de yapmadım. İyi düşün sen" dedi. Onun üzerine kadın şunu hatırladı. "Ben bu çocuğa hâmileydim, komşuya oturmaya gitdim, kadın bana kahve yapmak üzere dışarı çıkdığı vakitde, masanın üzerinde bir limon gördüm, istemeye utandım kadından, ben aşeriyordum". Çünkü kadınların ahvâli var hâmilelik esnâsında, istiyorlar, canları istiyor böyle. O limonu aldım, iğneyle deldim ve ağzıma tutdum, emdim ve koydum oraya. Çocuğa bir zarar yapmasın, karnımdaki çocuğa diye. Kabahatim varsa bir bu kabahatim var". O kadının haberi olmadı o işden. Şeyh dedi ki, "Hah, hastalığı keşfetdik. Sen bu çocuğa hâmileyken iğneyle deldin, limonu emdin, çocuk da dünyâya geldi, şimdi çiviyle sakanın kırbasına vuruyor ve deliyor, ona ağzını tutuyor". Şeyh Efendi dedi ki karısına, "Git söyle o kadına, ben senin limonunu yedim bana hakkını helâl et de, helâllaşdır onu. Söyle, sonra bana buraya gel" dedi. Kadın gitdi, helâllık diledi. Kadın dedi, "Aman hepsini yeseydin ne olurdu, bir şey lâzım gelmezdi". Çocuk ertesi gün sokağa çıkdı. Çocuğa bir şey demediler, "Sen niye kırbayı deldin ya şöyle yapdın?". Çocuk ertesi gün soka çıkmışdı, sakalar geçiyordu, çocuğun elinde çivi, yere böyle çiziyor, resimler yapıyordu, oynuyordu. Artık delmedi kırbayı.

Haa, bunu bana sormaya lüzûm yok, kendileri görüyorlar. Alkolik adamların çocukları ekseri manyak oluyor ve akıl hastahânelerine düşüyorlar. Demek ki babanın ve annenin kabahatinin çocuk üzerinde tesiri vardır. İyi huyun da tesiri olacak. Öyle bir anne olsun ki çocuğuna, numûne-i imtisâl olsun, o vakit çocuk kötülük yapmayacak. Onu iyi terbiye etmiş olur. 

Soru : İnsanın aklıyla kalbinin yükselmesi aynı derecede midir?

Cevâb : Aklı ne kadar çoksa, tevfîkli akıl olmak şartıyla, kalbi o kadar yükselir. Çünkü akıl nerede, îmân oradadır. Çünkü bütün emirler, Allah'ın emirleri, nehiyleri, âyât-ı enfüsiyye, âyât-ı âfâkiyye, hep akıl sâhiblerinedir. Delilere bir şey yokdur, mecnûnlara.  

Soru : Bu hayâtın maksadı, manâsı nedir?

Cevâb : Hakk'ı bilmek, Hakk'ı bulmak, Hakk'da olmak ve Rabb'e ibâdet etmek. Hakk'ı bilenler, nefslerini bilirler. Nefsine ârif olan, Allah'ı bilir. Eğer böyle olmazsa bu hayâtın hiç bir manâsı yokdur. Çünkü bütün gördüğümüz hayât ne ise, ister acılar, ister tatlılar, bunlar bir rüyâdan başka bir şey değildir. İnsan uykuya yatar, üç saat beş saat içinde bir rüyâ görür, bu dünyâ hayâtı, elli senelik bir rüyâdır. Onun için Hakk'ı bilen, Hakk'ı bulan, Hakk'da olanlar bilsinler ki, bu hayâtın manâsı budur. Aşkdır, muhabbetdir, Allah'ı sevmekdir, insanlara merhamet ve şefkat göstermekdir. Çünkü insanlar Allah'ın yaratıklarıdır, Allah'ın yaratdıklarını beğenmemek Hakk'ı beğenmemek, Allah'ın yaratdıklarını beğenmek, Hakk'ı beğenmek, Allah'ın yaratdıklarına ihânet, Allah'a ihânet, Hakk'ın yaratdıklarına muhabbet, Allah'a muhabbetdir. Bunu da işte, Allah'ı bilenler bilir. 

Soru : Aşkı en iyi nasıl tecrübe edebiliriz?

Cevâb : Mecâzla. Evvelâ aşk-ı mecâzî ile, platonik aşkla başlar. Bu da her insanda vardır. Orada kalırsa eğer yavan kalır. Ondan sonra aşk-ı hakîkîye geçer. Eğer "Leylâ Leylâ" demezse Mevlâ bulunmaz. Nasıl ki Hazret-i Allah Mûsâ ile Tûr'dan konuşduysa, âşıkın maşûku Tûr'udur, Hakk oradan tecellî eder. Maşûk da âşıkın Tûr'u olur, Hakk oradan tecellî eder. Satıhda kalırsa eğer yarımdır. O perdeyi aşmalı, ona onu kimin sevdirdiğini ve o güzelliği yaradanın güzelliğini görmelidir.

Soru : Kıskançlığın kökü nedir ve bu hastalığın tedâvisi nedir?

Cevâb : Ama neyi kıskanmak? Bir kudsî bir şeyi kıskanmak vardır. Bir de dünyâ husûsâtında kıskanmak vardır. Meselâ bir kadın kocasını kıskanabili. Bu, kudsî bir kıskançlıkdır bu. Ama dünyâ kıskançlığı, köpek gibi bacağının arasına kemiği alırsa, hırrrr, kimseye kemiği vermezse, o makbûl değil o. O makbûl değil. O makbûl değil. Ama kudsî olan kıskançlıklar vardır ki onları hakîkaten kıskanmak lâzımdır. Meselâ iffetini, ırzını, vatanını, milletini, kocasını. Zâten kocasını kıskanmak demek, kıskanmakla kocasına olan aşkını ilân etmekdedir. Sevmese kıskanmaz. Ve buna erkek memnûn olmalıdır. (Gülüşmeler)

Müsâade ederler mi bize? Yarın gidiyoruz. (Alkışlar).Teşekkür ederim.

www.muzafferozak.com

Listeye geri dön