29 Haziran 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri, 1979 senesindeki Amerika seyahatinde, mistisizm üzerine çalışan ve tasavvufa meraklı, hepsi de okumuş yazmış, entelektüel Amerikalılardan oluşan bir topluluğun sorularına tek tek cevâb vermişlerdi. İşte o sohbeti sizler için yazıya aktardım. Umarım ki istifâde edersiniz.
Soru : Sôfilerin dünyâ hakkındaki görüşleri nedir?
Sôfiyye katında dünya helâ gibidir, kullanırsın ama muhabbet etmek yok. Dünyâ hayâtını, Hakk'dan gayrı gördüğümüz şeyleri, bütün bunları, bu şekilde görmek lazım. O vakit kalb temizlenmiş olur. İnsan eğer bir şeyle iştigal ederse, o iştigal etdiği şey her ne olursa olsun, ister kıymetli, ister kıymetsiz, Hakk ile kendi arasında perde olur. Çünkü sôfî demek kalbi sâfiyete getirmek demekdir, tasfiye-i kulûb etmek demekdir. Tasavvuf da oradan gelir.
Soru : Sizce dünyâyı doğru kullanmanın yolu nedir?
Yerinde kullanmak.
Soru : Her dînde kalbi saflaştırmak var, bu husûsda sôfîliğin farkı nedir?
Hiç bir farkı yok. Tâ Âdem'den bugüne kadar geliyor. Şekil şekil göründü. Bu Mûsevî tasavvufu, bu İsevî tasavvufu, bu Muhammedî tasavvufu diye göründü. Halbuki aynı şey. Meselâ nehir akıyor, Amazon Nehri, bir çok memleketlerden geçiyor, aynı nehirdir o. Ama Peru dedi ki benim nehrim, Brezilya dedi benim nehrim, öbürü dedi benim nehrim, Halbuki aynı nehir. Hak ve hakîkat değişmez, hiç bir zaman. İnsanlar değiştirmeye uğraşırlar, kendilerine mâl ederler ama öyle değildir. Her şey böyledir, medeniyet de böyledir, istihâle geçirmişdir. Helva misalidir. Helva un, şeker ve yağdan olur. Ama her usta aşçı helvayı ayrı tarif eder. Ama aslında aynı şeydir.
Soru : Siz dünyayı sevmeyin, sadece ihtiyacınız olduğu kadar kullanın diyorsunuz, halbuki insanları çoğu dünyaya âşık, insan bunu nasıl değiştirebilir?
Eğer dünyaya âşık olmayan kimse kalmasa, o vakit dünyayı sevmeyenlerin kıymeti kalmaz.
Soru : Ben işim gereği acı çeken insanlarla uğraşıyorum. Bunların çoğu dünyaya âşık oldukları için bu acıları çekiyorlar. Onlara nasıl yardımcı olabilirim?
Yardım etmeye başlamışsın bile, farkında değilsin. Çünkü onları görüp üzülüyorsun ya, üzülmen de onlara bir yardımdır ama daha fiile çıkmadı, kalbî olarak bu his sende doğdu ve bu his seni ileriye götürecek ve birçok insanların derdine deva olacakdır. Bu hissi bulmak bir mürüvvetdir. Herkesde bu his yok. Herkesde bu his olacak olsa işin rengi değişir.
Soru : İnsanlar acı çekiyor, ben de acı çekiyorum ve bazen onların çekdiği acı yüzünden ben acı çekiyorum. Fakat bazen de onların benim yüzümden acı çekdiğini düşünüyorum. Bunu nasıl îzâh edersiniz?
Onlara acı çektirmezsin sen o şekilde. Sen o acıyı duyduğun zaman onlara ayna oluyorsun. Ayna olunca onlar aynada kendilerini görecekler.
Bu hissiyâtın doğması mühim. Bu düşünce, bu hissiyât, Allah'ın bir vedîasıdır sana. Birçok insanların acı çekdiğini görüp de haz duyanlar var. Halbuki sendeki his ve senin bunları kurtarayım diye uğraşman bu, enbiyânın verâsetidir. Ama ya muvaffak olursun ya olamazsın. Ama mâdem ki niyetin muvaffak olmakdır ve insanları felaketden kurtarmakdır, muvaffak olmasan da Allah sana ecrini ihsân eder. Dünya ve âhiretde. Ki hüsn-i niyetle hareket etdiğin için Allah da sana yardım edecek ve bir çok insanı felaketden kurtaracakdır.
Soru : Benim problemim de o. Çünkü ben yapdıklarımdan zaman zaman gurur duyuyorum. Bundan nasıl kurtulabilirim?
Gurur duyacağın bir iş yapdığın vakit, kendi nefsine yükleme onu, Allah'ın sana bir nimet verdiğini ve onu tahdîsen yapdığını hatırla. Eğer muvaffakiyyeti kendine verirsen, o vakit onun tesiri olmaz, Tasavvufda lâzım olan ortadan vâsıtayı kaldırmakdır. Ak ve karadan geçmek ve Hakk'la olmakdır. Kolay iş değil, büyük bir mücadele. Söylemesi çok kolay ama yapması gâyetle güç bir iş.
Uzun mücâdeleler yapan bir hükümdarın, adl ile memleketi idâre eden bir hükümdarın, bir bakıyorsun, iki satırla tarihe ismi geçiyor. Halbuki bir düşünsen onun hayatını, yüzlerce kitâb olması gerekir. Onun için söz kolaydır, fakat yapması gâyetle güçdür. Mesela Napolyon'un hayatını bir düşünmek lazım. Öyle alalım. Yani herkesçe malum ve müsellem olan birisi. Bunca mücâdeleler ve muhârebeler, şunlar, bunlar, filan, filan, senelerce. Bir bakıyorsun, târihde iki sayfaya sığdı.
Hep bu şekilde iyi insanlar mücadele etmişlerdir, bu şekilde. Yani dâimâ garîblerin ve acı duyanların acılarını dindirmek için.
Soru : Sôfîlerin diğer insanların acılarını azaltmak için usulleri var mıdır?
Elbet, elbet, elbet. Derviş demek o demek, Yoksa mücerred böyle oturup Allah'ı zikretmek demek değildir. Bir kısım dervîşler var Allah'ı zikrediyorlar, bir kısım dervîşler var hem Allah'ı zikrediyorlar hem de düşeni kaldırıyorlar, halka hizmet ediyorlar. Bir dervîş ki, Allah'ı zikrediyor ama insanlara yardıma koşmuyor, o yarım dervîşdir o. Asıl dervîşlik, Allah'ı zikretmek ve düşeni kaldırmakdır, gözyaşı silmekdir, yetîmi okşamakdır, açı doyurmakdır, çıplağı giydirmekdir. Onun için dervîş denildiği vakit, hizmet eri olması lâzımdır. Ama kendi çapında. Allah'ın ona verdiği imkân kadar, kimi eliyle, kimi diliyle, kimi malıyla, kimi canıyla Allah yolunda çalışması lazımdır.
Soru : Modern ülkelerin aydınları arasında da bazı yetimler, bazı garibler var. Çünkü bunlar hiç bir dini kabul etmiyor, hiç bir dini geleneği takîb etmiyorlar, bunlara nasıl yardım edebiliriz?
Onları da hak kelâmla, tatlı sözle, tatlı yüzle, Hakk'a davet etmek lazım gelir. Eğer onun kısmeti varsa, o sözden anlar ve o yola sülûk eder. Yok kısmeti yoksa gene gitdiği yerden gider ve kendisini de felaketden kurtaramaz yani garîblikden kurtaramaz. Halbuki garîb olanın karîb olması lâzım gelir.
Soru : Bir dine bağlı olmadan da bu yapılabilir mi?
Evet ama uzun olur, dinler yolları kısaltırlar. Yol uzun olur, din, kısa yoldur. Çünkü hak ve hakikat birdir. Hak ve hakikat yer altındaki lav gibidir. Bir gün muhakkak bir tarafdan çıkar o. Ama bu dînliden de çıkar, dînsizden çıkar. Ama bunun kısa yolu dîndir. O vakit çabuk olur.
Soru : Batı medeniyetinde bazen dinler işi zorlaştırıyor, buna ne dersiniz?
Evet öyle, doğru. Çünkü dîni yarım anlayan, insanı dinden eder, Allah'dan eder. Yarım doktor insanı vücûddan eder, candan eder. Yarım hükümdar da insanı hürriyetinden eder. Yumurta çok kuvvetli bir taamdır, kokduğu vakitde felâket olur, insanı zehirler.
Soru : Hakiki bir dîn tasavvufu da ihtivâ eder değil mi?
Elbette.
Bend olan nefse yine sicn-i hevâda mahbûs
Emrine cümle cihân bende vü teshîr olsa
Vermez a'maya zıyâ pertev-i şems-i irşâd
Pek kolay vâsıl olur mazhar-ı takdîr olsa
Soru : Din kavgaları hakkında ne dersiniz? Günümüzde İrlanda'da Katolik Protestan kavgası var, Arap-Yahudi kavgası var. Tarihde de meselâ Haçlı Seferleri var.
Menfaat çarpışıyor. Menfaat çarpışıyor. Menfaat çarpışıyor. Bir kemik ortaya attık böyle, köpekler onu elde etmek için oraya hücûm eder birbirlerini ısırırlar. Köpek tabiatlı olanlar birbirlerini ısırıyorlar. Yoksa dünya yüzünde bulunan bütün kavimleri Cenab-ı Allah halk etmiş, bu kürre-i ardda onların hepsine yer vermiş, ihtiyaçlarını görmüş, bol bol hava vermiş, sonra su vermiş, sonra yiyecek vermiş. Öyleyse tatlı tatlı oturup birbirlerine iyi muamele etmek ve insan gibi yaşamaları lazım gelirken, menfaatperestler ve harisler, Allah'ı bilmeyenler, bu hırslarından dolayı beşeriyeti birbirine sokarak ederek birbirini kırdırmaya çalışıyorlar.
Mesela, o demin söylüyordu, İsrail-Arap meselesi var ortada. Mescid-i Aksa müslümanlar için büyük bir mabeddir dünya yüzünde. Arap düşünse ki, bu Mescid-i Aksâ'yı Mûsevîler aldılar ve onlar bu Süleyman'ın yeridir diye hürmet ediyorlar. Halbuki Allasızlar alsa onu yıkacaklar, kökünden kaldıracaklar. Bunu düşünseler buna râzı olacaklar. Ama menfaatler çarpışıyor.
Soru : Tasavvufda şeyhin rolü nedir ve şeyhin hangi vasıflara sâhib olması lâzımdır?
Dünyâdan misâl vermek gerekirse, şeyh, bir tabîb-i hâzik gibidir. Mürîd de, kalb hastalığına dûçâr olmuş bir hasta gibidir, o tabîb-i hâzika mürâcaat eder. Eğer o tabîb, hakîkaten tabîb-i hâzik ise, ona bir takım ilaçlar verecek, perhizler verecek, bunu ye, bunu yeme, bunu tut, bunu tutma, böyle yat, böyle kalk diyecekdir. Eğer o hasta doktorun dediklerini tutarsa, mutlakâ sıhhate kavuşacakdır, ölmeyecek olursa, ölüme çare yokdur. Ama tutmazsa, o vakit helâke gidecekdir. Biz bunun basit, maddî kısmını anlatdık. Şeyhe gelince, şeyhde öyle bir rûh hâleti vardır ki, şeyh rûhâniyyeti ile o hastayı mutlaka tesiri altına alacakdır.Manevî tabîb olan şeyhler, Allah tarafından, bu kudrete mâlikdirler. Çünkü onlar peygamberlerin risâlet sıfatının vârisleridirler. Aynı rûh dervîşde vardır. Meselâ bir salkım farzediniz, bütün üzüm tâneleri aynı yere bağlı fakat tâneler ayrı ayrıdır. On mumluk ampulle, beş bin mumluk ampul gibi. Şeyh beş bin mumluk ampul gibi, dervîş on mumluk ampul gibidir. Aynı cereyan var kendilerinde ama birinde az birinde çok var. İstidâdı dolayısıyla.
Gözler rûhun penceresidir. Nazarla onu taht-ı tedâvisine alır. Bakmakla ona şifa verir. Ne gibi kaplumbağa yumurtasına baka baka yavrusunu çıkartıyor. Nazarın büyük faydası vardır. Manevi tabîb olan şeyler de bu kudrete mâlikdir, Allah tarafında. Peygamberlerin risâlet sıfatının vârisleridirler.
Soru : Şeyhler arasında da derece farkı var. Mesela bir şeyh bin voltluk, diğeri yüz voltluk olabiliyor, bunun hikmeti nedir?
Allah'ın Vâsi' esmâsı var, Allah bir yaratdığını bir daha yaratmadı, aynını yaratmadı. Bir batından iki çocuk çıkdı, ikisinin de ellerinin uçları ayrı ayrı. İkisi birbirine benziyor fakat bir yaradılmadı. Bin voltluk şeyh yüz mumluk müridlere bakacak, yüz voltluk şeyh de on mumluk müridlere bakacak. Ama ilk mekteb hocası da lazım, orta mekteb hocası da lazım, üniversite hocası da lazım, onun gibi.
Soru : Tasavvufda kalb hastalığına dûçâr olanlara verilen reçetelerin sırrı nedir, biz hasta isek nasıl tedavi olabiliriz?
Önce teslim olur şeyhe. Şeyh bakar onun hastalığı nedir. Kibir varsa ona tevâzu öğretir, gadab varsa, onu hilmiyyete çevirmeğe çalışır. Ne var ki müridin tam teslim olması şartdır. Ama elbet ki o zât-ı muhteremin de o işin ehli olması şerâitdendir. Her kafasına sarık giyen şeyh olmadı.
Soru : Amerika öyle bir medeniyet ki, bize îmân etmek ve teslîm olmakdansa daha ziyâde şübhe etmek ve suâl etmek öğretiliyor.
O da güzel, o da güzel. Çünkü şirkden tevhîde gidilir. Şübhe, hakîkate götürebilir. O da olur, câizdir. Teslîmiyyetde körü körüne bağlanmak vardır, yanlış görebilirsin, yanlış bir yol tutabilirsin, necâta gideceğim diye. Şübhe etmek ayıpdır, bir kabahatdir bu ama, meselâ talebenin hocayı imtihan etmesi, yâhud mürîdin şeyhi imtihan etmesi ayıpdır ama îmân yakîne gelir. İbrâhim aleyhisselâm bile, Allah'a sordu, dedi, "Yâ Rabbi, keyfe tuhyi'l-mevtâ, ölüyü nasıl diriltiyorsun?" dedi. Allah dedi İbrâhim'e, "İnanmadın mı? Şübhen mi var?". O dedi ki, "İnandım, kalbimi de biliyorsun yâ Rabbi, inandığımı ama istiyorum ki gözümle göreyim ben bunu, kalbim mutmain olsun" dedi.
Çünkü îmân üç şekilde olur. Birisi ilme'l-yakîn olur, haber verirler, bu budur diye. Mesela Amerika var diyorlardı, biz de kitâbda okuduk ama görmemişdik. Sonra ne oldu, geldik, karşıdan gördük Amerika'yı, tayyâreden aşağı indik gördük, gözümüzle gördük. Evvelâ ilimle îmân etdik. Sonra gözümüzle gördük, ayne'l-yakîn oldu, daha yakın îmân etdik. Şimdi Amerika'nın içine girdik, îmânımız hakka'l-yakîn oldu. Amerikalı olanlar da ne oldular, beyne'l-yakîn oldular. Biz üçde kaldık, onlar Amerikalı oldu, beyne'l-yakîn oldular. Biz üç îmânda kaldık, onlar dört îmânda. İnsan şübhe etmeli ama şübhede kalmamalıdır, şübhe insanı hakka götürmelidir. Şübhe etmek iyi fakat şübhede kalmamak şartıyla.
Soru : Demek ki imansız olmuyor bu iş, inanmayanların tedavisi yok?
Yok ya. İnanmak iyidir. Kim ki dîn sâhibi oldu o dinlendi.
Soru : Kişi bu yolda ilerlediğini nasıl bilebilir?
Çalan çalmayacak, yalan söyleyen sonradan söylemiyor ve kendi hâline bakıyor ve gülüyor kendine, "Ben vaktiyle böyle yapıyordum" diye. Bir misâl vereyim. Halife Ömer diyor ki, "Ben iki şeyi hatırladığım vakit, birine gülerim birine ağlarım" diyor. "Neye gülersiniz? demişler. "Hamurdan put yapıyorduk, totem ve tapıyorduk ona. Sonra karnımız acıkdı mı onu yiyorduk, karnımızı doyuruyorduk. Buna gülüyorum" diyor. "Ağladığım da şudur. Çocuklarımızı toprağa gömdük, boğduk" diyor. Çünkü Araplar kız çocuklarını toprağa gömüyorlardı. "Ona da ağlarım" diyor. Yani insan öyle bir hâle geliyor ki, vakt-i câhiliyyetde yapmış olduğu şeylerin bazısına ağlıyor, bazısına gülüyor. Herkes böyle. Bir misâl için söyledim bunu. Meselâ ben kendime bakıyorum, mâzîme bakıyorum, bir çok şeyleri hatırlıyorum, gülüyorum o yapdığım şeylere. Gene aynı zamanda bir çok şeyleri hatırlıyorum, ağlıyorum onlara, niye böyle yapdım ben diye. İşte bunu bilmek, bunun farkına varmak meselesi, mürşid elinden oluyor, mürşid nazarıyla.
İbrâhim aleyhisselamın kavmi putlara tapıyordu. Onları irşad etmek için yıldızı görünce, hâzâ rabbî, bu benim rabbimdir dedi. Sonra ay çıkdı, "Bu daha büyük" dedi, "Bu benim rabbimdir" dedi. Sonra ay batdı, güneş çıkdı, dedi, "Hâzâ ekber", bu daha büyük, olsa olsa Rabbim bu olabilir. Sonra güneş de gitdi, döndü dedi ki, "Bunu götüren ve getiren bir kuvvet var ben O'na döndüm" dedi. Ne yapdı, istihâle ile, kavmini irşâd etdi. İstihâle ile ne yapdı, kavmini şirkden kurtardı.
Zulmet-i nefs ü hevâda kalma mahbûs-i ebed
Eyle bahş-ı cân ebedî ol mâh-ı tâbânı taleb
"Men aref" dersinden al irfân-ı feyz-i Ahmedî
Hızr-ı ma'nâyı bulup kıl sırr-ı irfânı taleb
Soru : İnsanda bu teveccüh, maneviyyata yöneliş bir iç mücâdeleyle başlıyor, insanın içindeki bir kuvvet evet, diğer hayır diyor. Tasavvuf bunu teşvik eder mi?
Tabii. Ve bu mücâdele devam ede ede sonunda ya "lâ" diyen gâlib gelir ya "illâ" diyen gâlib gelir. Makbûl olan, "illâ" deyip tasdîk edendir, inkâr eden mağlûb olur. Onun için herkesin içeriden bu mücâdeleyi yapması lâzım. Az evvel beyân ettiğim gibi, şirkden tevhîde gelinir, şübheden yakîne gelinir. İç âlemdeki mücâdelenin nihâyetinde vücûd iklîmine rûh galebe çalarsa o kimse Hakk'a teslîm olur, nefis galebe çalarsa o vakit o kimse Hakk'a âsî olur.
Soru : Bu mücâdeleyi hangi tarafın kazandığını nereden anlarız?
Rûh kazandıysa, kişi insan olur, insan olunca da bütün insanlık ondan fayda görür. Nefis galebe çalarsa, kişinin hem halka hem de nefsine zararı olur. İşte bunlardan belli olur.
Soru : Bu mücâdele devâm etdiği müddetçe insan bir zulmet içindedir. İnsan içinde bulunduğu bu zulmetden nasıl kurtulabilir ve aydınlığa nasıl erişebilir, ışığı nasıl bulabilir?
Işığı görmüyor musun? Güneş kâinâtı nasıl aydınlatıyorsa, gelen peygamberler de kâinâtı öyle aydınlatmış ve onlara tâbi olan, onların vârisleri olan velîler, büyük âlimler de kâinâtı aydınlatmışdır. O aydınlığın altında, insan saçında kara mı var, beyaz mı var, görür, görmemenin imkânı yok.
İnsanı hak ve hakîkate çeken ve hayra götüren aklı ve rûhudur. Fakat rûh başda gelir, akıl ona arkadaşdır, yoldaşdır. Bazı esrârı akıl kaldıramaz, aklı Allah yolunda kurbân etmeyince, hakîkate vâsıl olunmaz. Akıl lâzımdır, rûh ile arkadaş olursa vücûd iklîmine galebe çalar. Ama her şey akılla ölçülmez, ölçülmediği için de bazı esrâr-ı ilâhiyye karşısında aklı kurbân etmek lâzım gelir.
Efendi Hazretleri "Bunu bir kıssa ile anlatayım" buyurdular ve büyük velîlerden Abdullah el-Mübârek Hazretlerinin şu menkıbesini anlatdılar :
İslâm sôfîlerinden biri bilmediği bir şehre geldi. Meselâ benim bu şehre geldiğim gibi. İsmi Abdullah idi. Geldi, bakdı, bir çocuk yol üstünde oynuyordu, toprakları bir yere topluyor, gülüyor, sonra dağıtıyor ve ağlıyordu. Ufak bir çocuk, dört beş yaşında filan. Abdullah el-Mübârek karşıdan çocuğu görünce, "Bu çocuğa selam vereyim mi?" diye düşündü. İçinden bir kuvvet "Verme, çocuk selâmın kıymetini ne bilir" dedi. Dİğer bir kuvvet ise, "Ver, ver! Aklını kurbân et. Çünkü Muhammed aleyhisselâm çocuklara selâm verirdi" dedi. O vakit Abdullah el-Mübârek, nefis tarafını tutmadı, rûh tarafını tuttu ve aklını kurbân etti. Yani çocuk selâmın kıymetini bilir mi bilmez mi diye düşünmedi, Resûlullah'a teslîm oldu. Geldi ve "Es-selâmü aleyküm yâ veledî" diye çocuğa selam verdi. Yani "Allah'ın selâmı senin üzerine olsun çocuğum" dedi. Çocuk, "Ve aleyküm selâm yâ Abdullah el-Mübârek" diye cevap verdi. Abdullah el-Mübârek şaşırdı, "Çocuğum, ben buralı değilim, sen benim ismimi nereden biliyorsun? " diye sordu. Çocuk dedi ki, "Âlem-i ervahda biz seninle aynı safda bulunuyorduk. Allah sana böyle hitâb etmişdi, benim de hatırımda oradan kaldı" dedi. Abdullah el-Mübârek çocuğa sordu, "Peki bu topraklarla niye oynuyorsun?" dedi. Çocuk, "Oyun oynamak çocukluk ihtiyâcıdır, çocukluğumda oynayayım ki, büyüdüğüm vakit oynamayayım" dedi. "Küçükken oynamayanlar büyüdüklerinde oynarlar" dedi. Onun üzerine Abdullah el-Mübârek düşündü ve "Ben bu çocuğa aklı, nefsi ve rûhu sorayım bakayım, bunda ilm-i ledünn var" dedi ve sordu. Çocuk şu cevâbı verdi, "Sen karşıdan gelirken beni gördün ve bu çocuğa selâm vereyim mi vermeyeyim mi diye düşündün. İçinden bir kuvvet verme çocuk selâmın kıymetini ne bilir dedi, işte o nefsindir. Diğer bir kuvvet dedi ki, çocuk diye selâm vermemezlik yapma sakın ha, sen Resûl'e tâbi ol, çünkü Resûl, çocuklara selâm verirdi, onları okşardı. Onun için aklını Resûl'ün yolunda kurbân et ki, hak ve hakîkate eresin dedi. İşte o da rûhundur. Sen de geldin Resûl'e uyduğun için selâm verdin, ben de senin selâmını ismini söyleyerek aldım" dedi.
Peygamberlerin gözleri açıkdır, görürler. Yani onların basarları gördüğü gibi basîretleri de görür. Bizim ise baş gözlerimiz görür, kalb gözlerimiz görmez. Peygamberlere vâris olanlar aynı kuvvete mâlik olurlar.
Yaz sabahı at üstünde yola çıkan iki kişi vardı. Birinin gözleri açık, diğeri a'mâ idi. Gözleri görmeyen adam bir ara elinden kamçıyı yere düşürdü, atından inip el yordamıyla kamçıyı aramaya başladı. Ararken eline bir şey geldi, kamçısını bulduğunu zannetti, halbuki bulduğu şey bir yılandı. Sabah serinliğinde kıvrılmış hareketsiz yatıyordu. Kör adam, onu eline aldı, güzel bir kamçı zannetti, hoşuna gitti. Gözleri gören adam geri döndü ve gözleri görmeyen adama "Nerdesin sen?" diye sordu. Kör, "Kamçımı düşürmüşdüm, onu arıyordum, Allah onun yerine bana güzel bir kamçı verdi. Bak ne kadar muntazam" diyerek elindeki yılanı gösterince, gözleri gören adam dehşete kapılarak, "Aman! Onu derhal bırak, o kamçı filan değil, yılan o!" diye bağırdı. Kör, "Ne yılanı yâhu, sen bana hased ediyorsun ve bu nimeti benim elimden almak istiyorsun" dedi. O zât dedi ki, "Ben görüyorum, sen görmüyorsun. Gel sen bana yani görene tâbi ol ki başın belâya girmesin" diye nasîhat etti ama kör, onu dinlemedi. Bir müddet sonra hava biraz ısınınca yılan adamı sokdu ve onu öldürdü.
Enbiyâ-yı kirâm hazerâtının gözleri açıkdır, biz görmeyiz. Biz bazen kamçı diye elimize yılan alırız. Onu bize enbiyâ yâhud onlara vâris olan evliyâ gösterir. "Elindeki kamçı değil, yılan der". Onlara uyanlar kurtulurlar, uymayanlar helâk olurlar. Köre akıl kâfî geldi mi? O aklını kurbân etmedi, yılan onu helâk etti. Akıl hiç bir şeye kâfî gelmez. Eğer akıl kâfî gelseydi Firavun Mûsâ'yı kucağında büyütmezdi.
Soru : Bütün dinlerde hep bir enerji kaynağından bahsediliyor, sôfîlikdeki enerji kaynağı nedir?
Aşkdır, muhabbetdir, onsuz olmaz tasavvuf. Aşksız tasavvuf olursa, tasavvuf değildir o, tasavvuf zannedersin. Aşksız tasavvuf, havanda su dövmeye benzer.