29 Ekim 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Amerika'daki bir sohbetlerinde tasavvuf ve nefsi tezkiye etmek hakkında bir soru sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bu istidâda bağlı bir hâdisedir. İstidâdsız hiç bir şey olmaz. Ateşi aldık getirdik tahtanın üzerine koyduk, ateş tahtayı yakar. Ama taşın üstüne koy, ateş söner. Demek ki her şey için istidâd şartdır. Ne olursa olsun. Bir adamın sesi güzel olursa, sesi kısılırsa, ona ses ilacı yapılır, sesi açılır adamın. Ama sesi çirkin olursa, istediğin kadar ilaç yap, faydası olmaz. İstidad şart.
Şimdi, istidad şart. Ne olursa olsun istidad şart. Onun için insanlar çocuklarına bakarlar, küçük çocuklara, çocuk ne ile oynuyor. Eğer çocuğun oynadığı şeye bakıp ona göre bir işe verirlerse, çocuk hayatda muvaffak olur.
Bu husûsda şöyle bir soru akla gelebilir. "Nazar-ı evliyâ hâki kimyâ eder" deniliyor, bu nasıl olur? diye sorulursa, bunda da istidâd şartdır gene.
Ebu'l-Hasen el-Harakânî'ye o devrin pâdişâhı "Bayezid-i Bistâmî nasıl bir adamdı?" diye sormuş. "O'nu gören müslüman olurdu" diye cevap vermiş. Pâdişâh "Bu nasıl söz. Hazret-i Muhammed'i gören Ebû Cehiller müslümân olmadı da, Bâyezid'i görenler mi müslümân oldu, bu nasıl olur?" deyince Ebû'l-Hasen el-Harakânî buyurmuş ki : "Ben gören müslüman olurdu dedim, bakan müslüman olurdu demedim. Ebû Cehil gibiler peygamberi görmediler ki, sadece bakdılar".
Vaktiyle büyük mürşidlerden biri, yanında yirmi senelik bir mürîdiyle seyahat ederken bilmedikleri bir şehirde, bir davulcuya rast gelmişler. Davulcu davul çalıyor, halk da oynuyormuş. Şeyh Efendi dervîşine "Git şu davulcuyu çağır, seni şeyh efendi istiyor de, buraya gelsin" demiş. Dervîş gidip davulcuya selâm vermiş ve şeyhinin çağırdığını söylemiş. Davulcu hemen davulu boynundan çıkarıp, tokmağıyla beraber kenara bırakmış ve şeyhin yanına gelmiş. Şeyh Efendi, "Haydi yürü benimle berâber" demiş, davulcu "Peki efendim" demiş ve birlikte yürümeye başlamışlar. Davulcu sarhoşmuş, ağzı içki kokuyormuş. Şeyh Efendi davulcuya, "Haydi git bana seksen tâne saman sapı ya da buğday sapı bul getir" demiş. Maksadı ona İslâm ahkâmına göre içki içmenin cezâsı olan seksen değneklik haddi tatbîk etmek imiş. Davulcu seksen tâne sapı toplayıp getirince, Şeyh Efendi davulcuya bunları bir araya getirip bir bağ yapmasını söylemiş. Sonra davulcuya "yat aşağı bakayım" demiş ve o seksen saplık bağ ile davulcunun ayağına bir defa hafifçe vurmuş. Sonra "Kalk ayağı" demiş ve birlikte yürümeye başlamışlar. Yürüye yürüye bir deniz kenarına gelmişler. Şeyh Efendi postunu su üzerine atmış ve daha hâlâ ağzı içki kokan o davulcuyu da yanına almış. O yirmi senelik dervîş ise karada baka kalmış. Davulcuyu şeyhi ile birlikte su üzerinde gören eski dervîş dayanamış ve şeyhine şöyle serzenişde bulunmuş : "Efendi! Bu mürüvvet değil. Ben sana yirmi sene hizmet ettim, sen beni burada bırakdın. O adamın ağzı daha içki kokuyor, sen onu yanına aldın gidiyorsun". Şeyh Efendi eski dervîşine şu cevâbı vermiş : "Evlâdım! Bu adam belki sarhoşdu, şöyleydi böyleydi ama bunda isti'dâd-ı ezeliyye var, sende isti'dâd yok. Sen benim yanımda değil yirmi sene kırk sene hattâ yüz sene de kalsan faydası yok çünkü senin isti'dâdın yok.
Onun için istidad şart, istidad. İsti'dâdı olan kişi gayret ederse az zamanda ilerler. Maddî işlerde de ma'nevî işlerde de bu böyledir. İlim tahsîli de böyledir. Meselâ bir talebenin öğrenmeye isti'dâdı varsa, hocasının da öğretmeye isti'dâdı varsa o talebe az zamanda tahsîl-i ulûm eder. Kâmil bir mürşide bende olan dervîşin de eğer isti'dâdı varsa mes'ele kalmaz. Ama mürşid ham olursa, ötekinde de istidad olmazsa ikisini bir arabaya koş onların sen şimdi, beraber yürüsünler.
Bu tarîkat yolunda, tasavvuf yolunda gidiş, kerâmete ermek için değildir. Su üstünde yürüyeyim, havada uçayım filan, bunlar, ehemm-i mühim şeylerdir ama insanlara yarayacak bir şeyler değildir. Eğer su üstünde yürümek, bir kerâmet ise, havada uçmak bir kerâmet ise, insan müstakîm olursa, istikâmeti tarîkatda tahsîl ederse, müstakîm olursa, Allah o kerâmeti ona ihsân eder. Ama yalnız ben uçayım dersen, Şeytan da bir anda buradan Japonya'ya gider, bir anda.
Evliyâullaha da tayy-i mekân lutfu verilmişdir, yani burda göründüğü gibi aynı Türkiye'de yâhud Mekke'de, yâhud Hindistan'da görünebilir. Yâhud cenûbî Amerika'da, Brezilya'da, Arjantin'de, şurda burda, Meksika'da görünebilir. Buna tayy-i mekân tabir edilir, mühim, ehemm-i mühim bir davâdır. Fakat Şeytan da aynı tayy-i mekâna mâlikdir ama biz ona, Şeytanınkine tayy-i mekân diyemez. Çünkü ikisi fiilde bir görünür ama ma'nâları ayrı ayrıdır.
Suyun üstünde yürümek, bu da ehemm-i mühim bir da'vâdır ama insanlara yarar bir şey değildir. Eğer ona bir kıymet verecek olursak, odun da suyun üstünde duruyor, balık da suyun üstünde yürüyor, sinek de uçuyor. Asıl mühim da'vâ, insanlığını öğrenmek, insanlığını öğrenmek ve insanlığı öğretmek ve müstakîm olmak, istikâmeti ta'lîm etmek, sabrı tavsiye, hakkı tavsiye. İşte bütün gâye bu. Bütün gâye, nâsı, insanlığı, kötülükden koruma ve kurtarma.
Hazret-i Ali kerremallahu vecheh radıyallahu anh aleyhisselâm buyuruyorlar ki, "Kerâmet nedir? Kerâmet hak yoldan çıkmış bir kimsenin kolundan tutarak onu dâire-i istikâmete sokmakdır".
Bazısı da tarîkata giriyor, bir takım evrâd, ezkâr ve havasla meşgûl oluyor. "Benim dediğim olsun, dâmâda sözüm geçsin, kocamı istediğim gibi idâreme alayım, mal mülk benim elime geçsin" filan. Hep bunlara uğraşıyor. Belki uğraşmakla istediklerine ulaşır ama ahretde nasîb alamaz. Dünyâda alır nasîbini, ahretde, öteki âlemde nasîb alamaz. O demek değil tarîkat.
Onun için gâye, insanın insan olması ve içindeki bulunan kötü sıfatlarını, Allah'ın esmâsıyla tathîr etmek ve Allah'ın sıfatıyla sıfatlanmak. Allah'ın esmâsıyla temizlemek, Allah'ın sıfatıyla sıfatlanmakla insan kendini kurtarır ve halkı da kurtarabilir. Bu da tarîkat yoludur işte, hizmetle olur bu iş. Ama bu en aşağı üç sene, en fazla on iki senedir, bu tahsîl, bu hizmet. Zamânımızda bunların isimleri kalmış, efâli yok gibidir. Çünkü hamur gibi yuğrulacak. Dervîş şeyhin elinde hamur gibi olacak. O nasıl isterse öyle yuğuracak onu. Şimdi adamı öyle yuğurmağa kalkarsan, "Sen ne yapıyorsun?" diye çenene yumruğu yersin. Mürîd mürşidi irşâda kalkar sonra.
Onlar hayvânî kısmın haklarıdır. Şehvet yerinde kullanılmalı. Şehvetden kaçın diyorlar ama vücûdun hakkı o. Yerinde kullanmak lâzım. Şehvetden kaçınmak demek o demek. "Aman gadabdan kaçın" diyoruz. Ama yerinde gadablanacaksın. Yerinde gadablanmazsa hayvandan farkı kalmaz adamın. Şehvet yerinde kullanılmazsa felâket olur. Lût kavmini Allah ne yapdı? Peompei ne oldu? Allah bunları bize ibret olarak gösterdi, Tevrat'da, İncil'de, Kuran'da haber verdi. Demek ki şehvet yerinde olursa mesele yok, ama yerinde olmazsa o vakit tepene gökyüzünden belâ iner. İbret almazsan ibret olursun sonra. Ama şehvet yerinde lâzım olan bir şey. Çünkü idâme-i hayât. Allah bu kâinâtı insanoğlunun yaşaması için kurdu, en sonra insanoğlu geldi. Demek ki gayr-i meşrû yollara gidilmezse, kadın erkek arasındaki aşk ve şehvet kudsî oluyor.
Kâinât yaradıldı, tezyînâtı âdem yani insan. İnsanın zuhûru için bir kadınla erkek arasında muhabbet, izdivâc, sevgi, aşk zürriyetin bekâsı için şartdır. Gâye bu olduğu hâlde, şehvetlerini başka yerlere harcayanlar nasıl iflâh olabilirler? Evvelâ bir kadınla bir erkek birbirlerini şehvânî olarak seviyorlar, şehvetli bir muhabbet bu fakat bunun içerisinde şefkat var, rahmet var, sır paylaşmak var. Meselâ annesine açamadığı şeyi karısına açabiliyor. Annesine gösteremeyeceği yerlerini karısına gösterebiliyor. Derdini karısına söyleyebiliyor. Bu muhabbet bir müddet gitdikden sonra, evlad olarak tecessüm ediyor, evlad geliyor dünyaya. Sonra biraz daha yaşlanınca, öyle bir hayâta giriyorlar ki lisan tarif edemez. İkisi de ihtiyarlamış, ikisinin de saçı beyaz, bir ağaç altında oturdukları vakit, eski günlerini hatırlıyorlar, birbirlerini tesellî ediyorlar. Biri öldüğü vakit diğeri mahvoluyor. Bu meşrû olan münasebet ve şehvet ve sevgi. Ama bunun gayrı olmaz. Bunun gayrı, güzelken şöyle böyle, sonra kızın güzelliği bozuldu mu, arkasına bir tekme, olmaz öyle şey.
Meşrû olan beraberlikde bir defa kadının alnı açık, sonra çocuk olunca anne rütbesini ihraz ediyor. Berâberlik meşrû olmayınca çocuk gayr-i meşrû oluyor, anne baba üzülüyor, "bu çocuğu biz ne yapalım şimdi" diye düşünüyorlar. Çocuğun bir kabahati yok ama çocuk için de felâket oluyor bu. Çocuğu bakımevine verseler, orada da çocuk bir hoş âgûş bulamıyor kendisine ve cemiyete düşman olarak yetişiyor.