23 Aralık 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Amerika'da tasavvufa meraklı bir toplulukla bir araya geldiklerinde, içlerinden birisi şöyle bir suâl sordu, dedi ki : "Ben sizi yedi sene önce İstanbul'daki tekkenizde ziyâret etmişdim. O ziyâretden büyük keyif almışdım ve zikre iştirâk etmek bana büyük zevk vermişdi. Öyle ki onun tadını hâlâ unutamıyorum. Fakat uzun zamandır aklımı kurcalayan bir soru var. Acaba batılı bir insan nasıl sôfî olabilir? Çünkü batılı insanı kuşatan dünya onun sôfîliği yaşamasına mâni oluyor". Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Tarîkat-ı aliyye dînin özüdür. Güle nisbetle gülün kokusu kokusu neyse dîne nisbetle tasavvuf da odur. Yani şerîat gülse, o gülün kokusu tasavvufdur, tarîkatdır. Münevver insanlar bu kokuyu duyarlar. Onun için garblılar tasavvufa daha çok eğiliyorlar. Tasavvuf medeniyet yoludur, incelik yoludur.
Evet, garbda meşgale çok, az evvel bütün bu meşgûliyetlerin insanın üzerine yükleneceğini ve bunun sôfîliğe mâni olacağını söyledi. Tasavvuf demek, bu meşgaleyi terk etmek ve tek başına bir dağ başına çekilmek ve senelerce tefekkür etmek demek değildir. "E peki böyle olanlar var" diyecek bana. O bir hâldir, saati, zamanı geldiği vakitde belki tarîkat-ı aliyyede de insanın başına böyle bir şey gelebilir. Bir hâldir o.
Peki tasavvuf nedir? Hakk'ı kendinde bulmak. Nefsine ârif olmak, Hakk'a ârif olmak, sonra, bu mertebeye çıkdıkdan sonra, dûnda kalan halkı, beşeriyyeti, bu neşeyi duysun duymasın, mâdem ki insandır, onları felâketden korumak ve kurtarmakdır.
Yapdığımız zikrullah, kıyâmen, kuûden yapdığımız zikrullah, devran filan, bu da tasavvuf değildir. Bu tasavvufun rüknüdür, rükünlerinden bir rükündür. Yâhud meselâ Cenâb-ı Mevlânâ'ya müntesib olmuş, Mevlânâ'nın târihini biliyor, Mevlânâ'nın şeyhi kimdir, babası Sultânü'l-ulemâ'dır, oğlu Sultan Veled'dir, mevlevî şeyhlerini biliyor filan, bu da tasavvuf değil. Bu da tasavvufun bir rüknü, bu da târih kısmı. Bir adam bunları belledi, ezberledi yani Hazret-i Mevlânâ'nın kimin oğlu olduğunu, ne vakit yaşadığını, ne vakit vefât etdi, halîfeleri kimlerdir, bildi öğrendi filan filan, sonra semâ'ı da öğrendi, mutrıba çıkdı ney üflemesini de öğrendi, âyin okumasını da öğrendi, bildiyse ne oldu, ne faydası var? Hiç bir faydası yok. Öyleyse bunlardan bir semere çıkarmak lâzım, bir meyva. Nedir o? O Anadolu'nun herc ü merc hâlinde, yaralar açılmış, Moğollar gelmiş, memleketi yağma etmişler, halkı soymuşlar soğana çevirmişler, herkes fukarâ, ekmek kavgasında filan, Mevlânâ geliyor, bu yaralara merhem vuruyor. Böyle olabiliyor musun, bunu yapabiliyor musun?
Bunu ben ona şöyle de ifâde edebilirim. Bir adam târihi okur, târihde hatâ edenlerin nasıl mahvolduğunu, isâbet edenlerin nasıl isâbet etdiğini ve târihden aldığı ibret ile istikbâlini tayin meselesi, bunu kazandığı gün târih okumuşdur. Yoksa bunu yapmadıkdan sonra târih okuyarak vaktini öldürmüşdür o adam. Târihe bakıyor, görüyor ki, bu adamlar böyle yapdılar, Allah onları dünyâ yüzünden kaldırdı. Bazıları da böyle âdil oldular, muvaffak oldular. Öyleyse bunlara bakarak istikbâlimizi tayin etmek, târihin semeresini yemekdir. Tasavvuf da böyledir. Yoksa ve illâ, giy başına külâhı, dön dur. Bunu duymuyorsa, benim söylediğim inceliği anlamadıysa, diskoteklerdeki dans daha güzeldir. Bunu duyacaksın. Diskotekdeki dansla sôfîlerin dansı fiilde bir görünüyor ama manâ ayrı ayrı. Eğer kalb Allah'ı bulduysa, sôfînin dansı o vakit olur. Yoksa bulmadıysa öteki daha hayırlı.
Esasa bakacak. Tabanca patladı deyip durmak yok. Patlatan kimdir? Kim atdı ve niçin atıldı? Onu bulmak lâzım. Onun için bizim urefâ anlamadan zikir yapanlara laklaka derler. Nasıl şerîatın zâhirinde kalanlar var, tarîkatın da şerîatı vardır, bildiğimiz şerîat değil, tarîkatın şerîatı vardır, onda kalanlar da laklakada kalır işte. Manâsını bilmeden, Hay, Hû, günlerce gider, hazım için geviş, karnını doyurur, güzel hazmeder, zikre girdiği vakitde. Yani hiç faydası yok.
İnsanlığı kurtarabiliyor mu, insanlığı? Bak ben New York'da gördüm çok, Türkiye'de de gördüm ama siz burada olduğunuz için burayı söylüyorum, bir takım serseriler gördüm, içki içmişler yollarda dolaşıyorlar. Onları kurtarabiliyorlar mı? Memlekete hayırlı insan yapabiliyorlar mı? İşte o vakit tasavvuf oldu. Onları hakka çağırdıkları vakitde, onlar bunlara taş atacaklar, sopayla vuracaklar, sabredecek, karşılık beklemeden sabredecek, onu kurtarayım diye. O vakit tasavvufu anladı işte. Yoksa ve illâ olmaz. Otur orada yut bir tâne afyon, suratın sapsarı kesilsin, ondan sonra hayalle, uçdum çıkdım semâya, gece ay üstünde oturdum, ayağım kaydı baş aşağı düşdüm filan. Hind sôfîliği değil bu, islâm sôfîliği bizimki. İslâmiyyet bu işte. Kurtaracaksın. Taşlarlar, döverler gene üzerlerine gideceksin. Yoksa olmaz.
O bizim anlatdıklarımız sôfîliğin rükünlerdir. Meselâ mevlevîlerin semâında bir el semâya açılır, bir el aşağı doğru iner böyle, şu şekilde dönersin filan, bunlar rükünleri. Askerin talîm etmesi gibi, sağa dön, sola dön, rap rap rap gidiyor. Askerlik bu değil ki. Ama bu askerlikden. Askerlik bu değil. Askerlik ne? Vatan müdafaası. İster talîmli yürüsün, ister talîmsiz yürüsün, gâye nedir? Gâye, vatan müdafaasıdır, vatanı kurtarmakdır. Askerliğin gâye bu olduğu gibi sôfîliğin gâyesi de budur. Sakın yanlış anlamasınlar. Ben ne zikrullahı inkâr ediyorum, ne erkân-ı sôfiyyeyi inkâr ediyorum, bunlar lâzım ama sôfilik demek de bu demek değil. Bunlar sôfîliğin parçaları. Eğer böyle mücerred kavuk giymek, cübbe giymek, sarık sarmak, tâc giymekle sôfîlik olsa, bir kaç yüz lira verir yapar onu.
Bütün davâ insâniyyeti kurtarmak. Üç vazîfesi var bir insanın. Bunu idrâk etmesi lâzım. Sôfî demek bu. Bîr, kendi şahsına ve efrâd-ı âlilesine olan vazîfeleri. Şeyh efendi oldu, o karıyı aldı, yatdı, onu boşadı, ötekini aldı, onu atdı, ötekini aldı, bu şeyhlik değil, edebsizlik bu. Kutta'-ı tarîk, Allah'a giden yolu kesen adam demekdir bu. Neden? Çünkü yarım îmânlılar bunu görünce sôfîliği de bırakır, dîni de bırakır, geri döner. Bir defa, kendi şahsına olan vazîfeleri var insanın, efrâd-ı âilesine olan vazîfeleri. Annesine olan vazîfesi, babasına olan vazîfesi, karısına olan vazîfesi, kocasına olan vazîfesi, evlâdına karşı olan vazîfesi, vatanın karşı olan vazîfesi. İkinci vazîfesi, hemcinsine, insanlara, insaniyyete. Üçüncü vazîfesi Allah'a olan yönü. Bir adam bunun üçünü cem etdi, nerede evet demesini bildi, nerede hayır demesini bildi, bunu bilirse eğer, o adam, adam olur. Nerede konuşacak, nerede susacak, nerede evet diyecek, nerede hayır diyecek, bunları bilecek, bilmemezlik yapmayacak. Üçünü böyle yaparsa o vakit kâmil olur. Cemiyete faydası oluyor ama Allah'la arası iyi değil, Allah'a ibâdet yapmıyor, nâkıs bir adam. Allah'a ibâdet yapıyor fakat cemiyete faydası yok, o da yarım. Tamam değil, kâmil değil, yarım onlar. Tasavvuf bunu talîm eder ve halkın cefâsına tahammülü emreder, musîbetlere tahammülü emreder, sabr u sebâtı emreder. Yüreğinde Allah olan da bunu böyle yapar. Allah'ı gerçekden bulan yani. Allah'ın yalnız ismini bulduysa, müsemmâya varmadıysa, yani elif-lam-lam-he, Allah böyle lafızda kaldıysa, onda iş yok. Esmâdan müsemmâya gidecek.
Böyle olunca meşgale onlara zarar vermez. Lafı oraya getireceğiz şimdi. Garbda meşgaleler tasavvufa mâni oluyor demişdi ya, lafı oraya getireceğim. Çünkü Allah'lı gönlün meşgalesi de Allah'a ibâdetdir. O da ibâdetdir Allah'a. Havada uçmak mühim bir hâdisedir ama onu sinek yapıyor, kuş yapıyor, toz da uçuyor. Uçmak kerâmet olursa eğer Allahsızlar koyuyorlar bin kişiyi tayyârenin içine uçurtuyorlar, onlar daha büyük adam olur. Kerâmet tayy-ı mekânsa yani bir anda hem burada görünmek hem Japonya'da görünmek, bunu Şeytan da yapıyor, cereyan da yapıyor, telefon da yapıyor, televizyon da yapıyor. Peki kerâmet nedir? Hakk yolundan dönmüş olan beşeriyyeti ve dünyâ musîbetleriyle cerh olmuş beşeriyyeti kurtarabiliyor musun, kerâmet bu işte, en büyük kerâmet bu. Burada ekmekleri çöp tenekesine atarlarken, burada görüyorum ben, bak Afgan'da, Etyopya'da yüz binlerce aç insan açlıkdan ölmekde, onlara vermek lâzım. Tasavvufu anlayan adam onları doyuracak. Sôfîliğin esâsı bu. Ötekiler rükün onlar. Döndük, ney çaldık, ilahi okuduk filan. Güzel şeyler ama tasavvuf bu değil. Şarkda bir adamın ayağına bir diken batsa, mecrûh olsa, sen o acıyı duymuyorsan eğer, olmaz. İnsanların hepsi bir vücûddaki bulunan a'zâlara benzer. Benim elimin şurasına bir diken batdığı vakitde, burası da duyuyor, beynim de duyuyor, kalbim de acıyor. Öyleyse şarkda bir adamın ayağına diken batdığı vakitde, garblı eğer o acıyı duymuyorsa, o vücûddan ayrılmışdır o.
İnsanın gönlü Allah'lı olursa, tasavvufu hazmetdiyse, dünyâ meşgaleleri ona tatlı gelir, tatlı. Böyle bir adam eğer inzivâya çekilirse, halkın şerrinden kaçmaz, benim şerrim halka dokunmasın diye kaçar. Çok adam zannediyor ki, inzivâya çekilmenin maksadı, halkın şerrinden kaçmak. Öyle değil. Sen şerir adamsın, sen şerir olmasan, halkın şerrine tahammül etmekle mükellefsin. Nasıl gidecek? "Benim şerrimden halk kurtulsun" diyecek. Tasavvuf bu.
Allah'ın andığı vakitde adamın tüyleri böyle diken diken olur, gözünden yaş akar. Çünkü artık o vücûd Kabe olmuşdur, beytullah olmuşdur yani. Allah Kabe'de oturmuyor, Kudüs'de de değil. Ne orada, ne orada. Onlar semboldür. Asıl mesele, bu vücûdu beytullah yapmak. Onun için,
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ide HakkPâdişah konmaz sarâya hâne ma'mûr olmadan
Allah'ın sevmediklerini yani ağyârı atacaksın vücûdundan ki, Yâr gele. Yoksa yiyelim, içelim, ilâhi okuyalım, yatalım, kalkalım, bu güzel bir âlemdir ama uykudur o. Sonra uyandırırlar adamı. Uyandığın vakitde onun uyku olduğunu görürsün. Olmaz öyle, olmaz. Fedâkârlık isterler, kalb-i selîm isterler, mürüvvet isterler. Hattâ îcâb eder, kelle isterler.
Ben sana bir şey söyleyeyim mi? Benim gibi şeyh her tarafa yaramaz. Onu da söyleyeyim. Benim gibi şeyh herkese yaramaz. Çünkü ben doğru konuşurum, halkı hakka davet etdiğim için çok acı olur benim sözüm. Bana herkes tahammül edemez. Herkes bana tahammül edemez, herkesin terâzisi de beni tartamaz öyle. Bildiğin gibi değil.
Ben bazen şakalar filan yapıyorum, güldürüyorum herkesi. Bunu da anlat onlara. Büyük bir ârif çıkdı damın tepesine, nutuk îrâd etdi, güzel sözler söyledi, söyledi, söyledi, kimse dinlemedi. Sonra başladı, "Hav Hav Hav Hav", "Miyavv Miyavv", "Mööö Mööö". Herkes toplandı, bakıyorlar. "Ne yapıyorsun?" dediler. "Sizin lisânınızdan konuşuyorum, bak hemen toplandınız başıma" dedi. "Onların anladığı lisânla konuşdum" dedi. Onun için bazen ben şaka yapıyorum, herkesin anladığı lisânla konuşayım diye. Latîfeler, şakalar yaparım ben bazen. Kusura bakmasınlar, buradakileri tenzîh ederim konuşduklarımdan ama öyle.
Şeyhler bir kaç kısımdır. Yal şeyhi vardır. Yal şeyhi hep yemek yer, başka bir şey yok. Kâl şeyhi vardır. Tır tır tır söyler kendi âmil olmaz. Takke şeyhi vardır. Yani kıyâfet şeyhi, hep kıyâfetle uğraşıyor. Tekke şeyhi vardır. Ama bizim tekke gibi değil. Gelirâtı olur onun, çorbası olur, devletden geliri olur, halk akıtır filan. Sonra evrad şeyhi olur. Günde sen on bin Allah çekeceksin, yirmi bin lâilâheillallah diyeceksin der, dayanır milletin üzerine. Bu da evrad şeyhi bu. Bırak Allah demeyi, bir adam günde on bin defa çivi çivi çivi dese tımarhânelik olur. Bir de avrat şeyhi var, kadın şeyhi. O da kadınları alır, evlenir, öper, sever, atar, boşar, yenisini alır, yatar, kalkar, tasavvuf nâmına, tarîkat nâmına, kadınların ırzıyla, iffetiyle oynar. Bir de kabîle şeyhi var. O da aşk esnâsında İngiliz kızının kulağını ısırır, koparır, bir buçuk milyon dolar tazminat verir. Ama ona deseler ki, Etyopya'da insanlar ölüyor açlıkdan, Arabistan'da halk kırılıyor yoklukdan, Afganistan'da komünistler kesiyorlar müslümanları, biraz yardım et. "Har har har har", on para vermez. Bir de kürsü şeyhi var. O da câmilerde vaaz eder halka.
Bir de hâl şeyhi var, hâl şeyhi. O, Hazret-i Muhammed'den ve ondan evvel geçen enbiyâdan aldığı nûr ile halkı irşâd eder, halkı Allah boyasıyla boyar, şefkati ve merhameti öğretir. İnsanların sûreti insan, bâtınları hayvandır, o bâtındaki hayvâniyyeti insâniyyete tebdîl eder. Onun huzûruna gelen bir kimse sıkıntılarını unutur, müşküllerini hâlleder, hem dünyâ hem âhiret müşküllerini. Onun huzûrundan çıkdı mı bir hafîflik hisseder, bütün sıkıntılarını atmışdır çünkü. Buna da hâl şeyhi derler.
Ama benim bütün bu anlatdıklarım deryâdan bir katre şemsden bir zerre. Söylemesi kolay, yapması güç. Söylemesi de kolay değil ya.
İnsanlar mücerred yiyip içmek ve cinsî münâsebet için gelmedi ve insanlar başıboş da bırakılmadı. "اَيَحْسَبُ الْاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًىۜ e yahsebü'l-insâne en yütrake südâ". Bu fânî âlemde halkı aldatanlar, kendilerini aldatırlar. Bu fânî âlemden göçdü mü, harama helala bakmadan topladıkları burada kalır, sonra bir çukur açarlar, onu oraya koyarlar, ameliyle beraber. O kabre giderken tabutun içinden seslenir, sağırlar duymaz, bildiğimiz sağır değil, kalb kulakları duymayanlar, manevi sağırlar. Seslenir o. Eğer iyi adamsa, vazîfelerini tam yapdıysa, "kaddimûnî, kaddimûnî, beni takdîm edin, götürün beni Rabbime kavuşturun, yollarda beni eğlemeyiniz, beni hemen götürün Rabbime" der. Öbürü, halkı kandıranlar, "eyne tezhebûne, beni nereye götürüyorsunuz! Götürmeyin! Aman, yapmayın, etmeyin!" diye yalvarır. Cehennemim ateşini buradan götürür. Cehennemin derekelerinde yani vâdilerinde yılanlar, çıyanlar vardır, onları hep buradan götürür oraya. Hep buradan gider onlar.
Gene cennetin de anahtarları ve cennetin köşkleri ve cennetin haymeleri ve cennetdeki bulunan hûriler ve gılmânlar ve vildânlar ve Kevser şarâbı, bal şarapları, süt şarapları, o da buradan gider. O çukur yok mu o çukur, yani kabir dedikleri çukur, ya cennet bahçelerinden bir bahçe olur, ya cehennem çukurlarından bir çukur olur. Nihâyeti budur. Hakk'ı bilenler, bulanlar, olanlar, Hakk'la olurlar, hem dünyâları cennet olur, hem ukbâları cennet olur. Zîrâ bunların zâhirleri halkla, bâtınları Hakk'ladır. Bunlar ehl-i cennetdirler. Bunlar mazhar-ı zâtdırlar. Bunlar Melik-i Muktedir'in yanına gidecekler. Onlar iltifat görecekler. Ötekiler de bu'diyyetde kalacaklar, kendi götürdükleri ateşle yanacaklar. Benim Amerikalılara bundan daha güzel bir sözüm yok, anladılarsa eğer.
İster dervîş, ister harfiş, ister gedâ, ister bey, ister devlet ricâli, ister avamdan bir adam, ister talebe hepsine hitâb etdim, hepsi kendine göre söylediklerimden bir şey alır. Tasavvuf bu işte.
Ama isterseniz ben size gene ilâhiler okurum. O ilâhiler, tasavvufun rükünleridir. Zikrullah, kıyâm ve devran hep bu tasavvufun rüknüdür. Semâ' etmek, tarîkatın rüknüdür ama tarîkat değildir, tarîkatdandır. Meselâ ne gibi? Bu baş senin mi, sen misin? Bu kol sen misin, senin mi? Bu ayak sen misin senin mi? Göz, kulak, dil, ayak, bunlar sen misin senin mi? Bu vücûd sen misin senin mi? Ya sen nesin? Ya sen nesin acaba? Eğer "Hepsi bir araya toplanırsa ben olurum" derse, senin yoluna canlarını, başlarını koyanlar, senin rûhun çıkdığı vakitde, senden korkup kaçarlar. Malın, mülkün, evin, barkın senin olduğu hâlde, cansız olarak o hâle geldiğin vakitde, senin sevgililerin, evlâd u ayâlin bile, karın bile, evlâdın bile, anan baban bile, "Öldü ne yapalım, kaldıralım götürelim" derler. Hattâ gitmenle de kalmaz, senin öldüğün odaya giremezler günlerce. Senin sıhhatini kaybederek, hayatını vererek kazandığın mallarını yerler de senin arkadan seni bir hayırla bile yâd etmezler.
www.muzafferozak.com