18 Aralık 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Ziynetü'l-Kulûb adlı eserinde buyuruyorlar ki :
Tasavvuf mesleğine sülûkden gâye, Hakk'dan râzı olup, Hakk rızâsını arayıp bulmakdır. Hakk ile Hakk olmakdır. Bu öyle bir hâletdir ki, beyâna ne lisân ne de lugat kâfî gelmez. Bu öyle bir hâldir ki, aklın ve fikrin mâverâsındadır. Hakk ile Hakk olmak, bekâbillah mertebesine erişmekdir. Bekâbillah mertebesine erişenler, bu makâma zevk ile muttali' olurlar. Onu, başkalarına açıp söylemek isteseler bile, açıp söyleyemezler. Çünkü Hakk ile Hakk olmayı ifâde ve beyân edebilecek kabiliyyet, beşer lisânına verilmemişdir. Meğer ki o Hakk ile mest olsun ve kelâmı kendi arzusu olmaksızın o ağızdan zuhûra gelsin. Hallâc-ı Mansûr'un "Ene'l-Hakk", Cüneyd-i Bağdâdî'nin "Leyse fî cübbeti sivâllah" ve Bayezid-i Bestâmî'nin "Sübhâne nâ a'zamu şânî" demeleri gibi kelâm kendi ağızlarından olduğu hâlde, Hakk'ın teeellîsi ve tenezzülü ile zuhûr eylemişdir. Hakk'da Hakk olup, Hakk tecellî etmeden, irâdesi elde iken aynı davâya kalkışsa, bu iddiâsı kendi zu'mu olur. Ona zavallı nazariyle bakılır ve akıl noksanlığına hükm olunur. Şu var ki, Firavun gibi, "Ben sizin yüce rabbinizim" diyenler, ancak küfürlerini izhâr etmiş, îmân ve islâmdan çıkmış olurlar. Hakk ile Hakk olanların, bu sırrı açmaları için, o ma'nâyı lafızlarla söylemek şöyle dursun, hattâ elfâz ta'yîni dahi mümkün değildir. Bu sözün zuhûru, yalnız kuvve-i bedeniyyenin ifnâsı olmayıp, belki zâtından bi'l-külliye kaybetmedikçe, bu makâma vusûl mümkün değildir. Böyle olunca, ne vücûd, ne beden, ne zât, ne sıfat ne de kelâm kalır.