28 Ekim 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerine bir Amerikalı, "Tasavvufun nihâyet nedir?" diye sorunca buyurdular ki :
Bekâbillah, seyr-i fillah yani Hakk'da seyr. Nirvana dedikleri, fenâfillah değildir o. Ona benziyor ama değil nirvana dedikleri.
Şimdi, fenâfillah Allah'da yok olmak. Bir suyun içerisine bir avuç tut atarsak, ne olur böyle karıştırısak? Bekâbillah ise o suyun içine atılan cevher gibi. Cevher suda eriyor mu? Erimiyor. Meselâ burada da onu meydana getirelim. Güneş çıkdığı vakitde gökdeki yıldızlar görünüyor mu? Görünmez. Ama yıldız yok mu? Fenâfillah güneşin çıkması ve yıldızların güneşin parlamasıyla kaybolması gibi. Ama ondan sonra bekâ buluyor Allah'la beraber. Gene var ama kendisi.
Allah da buna müsâade ediyor, diyor ki, "Nevafil ile kullar bana öyle yaklaşırlar ki", nevâfil ile, yani nevâfilden manâ, "Muhabbetle yapılan ibâdetle bana öyle yaklaşırlar ki kullar, onların söylediği söz ben, gördüğü göz ben, işittiği kulak ben, tuttuğu el ben, yürüdüğü ayak ben olurum" diyor Allah.
Bu tecelliyât umûmî olarak cemâdatda, nebâtâtda, hayvânâtda ve insanların hepsinde var. Var ama bunlar bunun farkında değiller. Tasavvufa girdiği vakitde, zamanla Cenâb-ı Hakk'ın bu tecelliyâtına vâkıf oluyorlar. Yoksa kul ayrı Hakk ayrı değil.
Şimdi, Allah diyor ki, "Ve nahnü akrebü ileyhi min habli'l-verîd, ben size can damarınızdan daha yakınım" diyor. Ama kimse bunun farkında değildir. Ne oluyor şimdi? Allah bize yakın olduğu hâlde, bizim Hakk ile aramızda perde oluyor. Onun farkında değiliz biz, onu hissetmiyoruz. Tasavvufa girdiği vakitde, mürşid ne yapıyor, ezkâr ile, verdiği zikrullah ile bunu yavaş yavaş yavaş yavaş, sınıf sınıf sınıf yükselterek, kendisine yakın olan Allah'a onu yakın kılıyor. Yani kul ile Allah arasında yetmiş bin perde var. Allah kula can damarından yakın olduğu hâlde, kul ile Allah arasında yetmiş bin perde var. Bu yetmiş bin perdeyi yırtmak için, bildiğimiz perde değil, bu perdeyi yırtmak için zikrullah ile ve Hakk'a kendisini vermekle, zamanla, bu perdeleri yıkarak, Allah'a vuslat peydâ ediyor. Ve kendindeki bulunan hazîneye, gizli hazîneye vâkıf oluyor. Bir takım varlıklar var, gözü olduğu hâlde onu göremiyor. Bir takım sadâlar ve sesler var, kulağı olduğu hâlde işitemiyor. Zikrullah ile kulakdaki sağırlık gidiyor, gözdeki perde tedâvi ediliyor, o vakit Hakk'ı görüyor ve Hakk'ı işitiyor. Zikrullah ile.
Daha mücmel bir manâ verelim. Her insanda bir hazîne var. Fakat bu hazîne dağın altındaki bulunan madenden dağın haberi olmadığı gibi, kendinde bulunan bu emânet-i ilâhiyyeden kul bî-haber. Mürşidler karşılaşdığı vakitde kendisinin hâmil olduğu hazîneye vâkıf oluyor, biliyor. Onun için;
İnsan kendi özünü bilirse o vakit Hakk ile Hakk oluyor. Allah'da yok olan Allah ile bâkî olur. Bizler ezelde Allah'ın ilm-i ezelîsinde idik. Sonra bu âleme geldik. Bu âlemden tekrar gene ilâhî âleme döneceğiz. Onun için, "nahnü ebediyyün ve ezeliyyün". Yani biz hep Hakk'la beraberiz. Hakk'la beraber olanlar, hem ebedî hem ezelî olurlar. Bu sırra eremeyen İblis, Âdem'e onun için secde etmedi. Allah Âdem'i halk etdi, dedi meleklere, "Âdem'e secde edin". Melekler secde etdiler, Şeytan secde etmedi Âdem'e. Âdem'in hâmil olduğu hazîneden bî-haberdi İblîs. Eğer Âdem'deki hazîneden haberdâr olsaydı, hiç böyle kıyâs-ı bâtıl yapmaz idi. "Beni ateşden halk etdin, onu toprakdan halk etdin, ateş toprağa fâikdir, daha yüksedir ateş" diye böyle bir şey konuşmazdı. Âdem'i toprak gördüğü için öyle tard olundu. Âdem'in hâmil olduğu hazîneyi görseydi tard olmayacakdı. Bunu niçin böyle söyledin derlerse, aynı şey devam etmekde kıyâmet gününe kadar. Âdem'deki hazîneyi bilmeyen âdemi toprak bilir. Öyle değil. Her âdemde bir hazîne-i rabbânî var. İşte mâlik olduğu o hazîneyi ona bildirecek olan mürşididir.
www.muzafferozak.com