"Cemâl-i Mutlak ve Cemâl-i Mukayyed" başlıklı yazımızda, tecellî-i zâta işâret eden âyetlerden ikisini zikretmiş ve bunlardan birisini "Tecellî-i Zât ve Sûre-i Duhâ" başlıklı yazımızda îzâh etmeye çalışmışdık. İkinci âyeti de bu yazıda îzâha gayret edeceğiz. Bu âyet, mi'râc hakkındaki âyetlerden "فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى / fe kâne kâbe kavseyni ev ednâ" âyet-i kerîmesidir.
Âyet-i kerîmedeki "قَابَ قَوْسَيْنِ Kâbe Kavseyn" tabiri, Araplar arasında öteden beri kullanılan bir mecâzdır ve iki kişi arasındaki dostluğu ve yakınlığı anlatır. Türkçemizdeki "Aralarından su sızmaz" tabirine yakın bir ma'nâsı vardır. Eskiden Araplarda hükümdarlar, en sevdikleri ve saydıkları kişileri kendilerine iki yay kadar mesâfede oturttukları için böyle bir tabir ortaya çıkmışdır. Yani "kâbe kavseyn" demek, büyük bir zâtın, sevgisini, saygısını ve yakınlığını kazanmak demekdir. Cenâb-ı Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri, zamandan ve mekândan münezzeh olduğu için, O'na ancak ma'nen yaklaşılabilir. Bu ma'nevî yakınlık da ancak böyle bir teşbîh ile anlatılabilir. Hâsılı, "kâbe kavseyn"in ma'nâsı, Resûlullah'ın Cenâb-ı Hakk'a hiç kimsenin yakın olmadığı kadar yakın olması demekdir.Dikkat edilirse "kâbe kavseyn" lafzının hemen ardından bu ma'nâyı te'yîd ve te'kîd eden, "hattâ daha da yakın" anlamına gelen "اَوْ اَدْنٰىۚ ev ednâ" lafzı gelmişdir. Resûl-i Ekrem Efendimizin Allah'a yakınlığının derecesi ancak bu kadar vecîz ve belîğ ifâde edilebilir ve bu mertebeye tecellî-i zât mertebesi denir. Keyfiyyeti mechûl olan bu tecellî aynı zamanda rü'yetullahın da en yüksek derecesidir. Öyle ki Cenâb-ı Hakk'ı böyle görmek hiç bir kula nasîb olmamışdır. Mi’râc, zât-ı ehadiyyete vuslatdır. Hakk'a vuslat eden kimse cem' ve vahdet makâmındadır. Bu makâmda cümle kesret bir olur. Tevhîdin en yüksek mertebesi de budur.
Resûl-i Ekrem Efendimizin mi'râcını, Kur`ân-ı Kerîm'in ve Hadîs-i Şerîflerin ışığında enfes bir şekilde beyân eden Süleymân Çelebi Hazretleri, mi'râcda vâki' olan bu tecelliyâtı şöyle nazmetmişdir :
Söyleşirken Cebrâil ile kelâm
Geldi Refref önüne verdi selâm
Aldı ol şâh-ı cihânı ol zamân
Sidre'den götürdü vü gitdi hemân
Bir fezâ oldu o demde rû-nümâ
Ne mekân var anda ne 'arz u semâ
Kim ne hâlîdir ne mâlî ol mahal
'Akl ü fikr etmez o hâli fehm ü hâl
Ref' olup ol şâha yetmiş bin hicâb
Nûr-ı tevhîd açdı vechinde nikâb
Her birisinden geçerken ileru
Emrolundu yâ Muhammed gel beru
Çün kamusunu görüp geçdi öte
Vardı irişdi ol ulu Hazret'e
Şeş cihetden ol münezzeh zü'l-celâl
Bî-kem ü keyf ana gösterdi cemâl
Zâten ol sultân-ı mâ zâga'l-basar
Eylemişdi Hakk'a tahsîs-i nazar
Âşikâre gördü Rabbü'l-İzzet'i
Âhiretde öyle görür ümmeti
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri buyururlardı ki :
Cenâb-ı Hakk'ın Habîbini mi'râca davet ederek cemâlini göstermesi, âhiretde bazı mü'minlere de cemâlini göstereceğinin müjdesidir. "وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَّاضِرَةٌ * إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ " âyet-i kerîmeleriyle beyân olunduğu üzere, o gün bir takım muazzez yüzler, Cenâb-ı Hakk'ın cemâl-i bâ-kemâline nazar edeceklerdir. Ne var ki O'nu görmek için mü'minlerin bugünden gözlerini hazırlamaları gerekir. Zîrâ "وَمَن كَانَ فِي هَذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى وَأَضَلُّ سَبِيلاً" âyetinde beyân olunduğu üzere, burada a'mâ olan orada da a'mâ olacakdır. Yani burada göremeyen orada da göremeyecekdir.
Zehî bahtlu şu cânlar kim bulur anın visâlini Zehî devletlu gözler kim görür anın cemâlini