30 Kasım 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri buyuruyorlar ki :
"Et-tevhîdü'l-hakîkî yağsilü'ş-şirk". Yani tevhîdin sûreti şirk-i sûrîyi gasl ve izâle etdiği gibi ki sûret-i tevhîd, "Lâ ilâhe illallâh", yani "Lâ ma'bûde illallâh" hakîkati dahi şirk-i hakîkîyi izâle eder ki şirk-i vücûddur. Ve tevhîd-i hakîkî, "Lâ mevcûde illallâh"dır. Yani yalnız lisân ile böyle diye zikr eylemek değildir ve belki kalb ile ma'rifet dahi kifâyet eylemez. Zîrâ zevk-i tevhîd 'ilm-i tevhîdin fevkindedir. Pes, zâik olan muvahhidin tevhîdi mîzâna vaz' olunmaz. Şol cihetden ki kendi mahall-i muhâsebeden hâricdir ve bu 'âlemde "hâsibû kable en tuhâsebû" vefkince muhâsebe-i nefsi görene orada muhâsebe olmayıcak, a'mâl ve husûsâ tevhîdini dahi mîzâna komak olmaz. Zîrâ mîzân mahdûddur, tevhîd-i hakîkîye ise hudûd yokdur. Şol vechden ki mevcûd-i hakîkînin vücûdu hudûddan münezzehdir. Pes, ol vücûdun mazharı olan insân-ı kâmilin dahi sûret-i vücûdu gerçi mekân-ı kalîle sığar, velâkin hakîkat-i vücûdu hudûddan berîdir. Çünki tevhîd-i hakîkî fi’l-hakîka 'âlem-i ma'nâdandır, pes onun için sûret yokdur, mîzân gibi.
El-hâsıl tevhîd-i hakîkî insân-ı kâmilin hakîkat-i vücûduna tâbi'dir, sûret-i vücûduna değil. Pes, insân-ı kâmilde iki vücûd vardır ki, biri sûret-i vücûddur. Ve bu sûret, 'âlem-i şehâdetden olmakla, 'âlem-i şehâdet gibi mahdûddur. Biri dahi hakîkat-i vücûddur. Ve bu hakîkat, 'âlem-i gaybdan olmakla, 'âlem-i gayb gibi mahdûd değildir. Ve a'mâl, gerçi sûret-i mahsûse ve mahdûdenin levâzımından olmakla, min vechin mahdûddur ki bu vechden mîzâna vaz' olunmak olur. Ve kalbin teveccüh-i küllîsinden netâic olup kâlebe ifrâğ olunmakla min vechin nâ-mahdûddur ki niyyet-i külliyye ve tevhîd-i hakîkîye tâbi'dir. Bu cihetden mîzâna vaz' olunmamak olur. Pes, mahdûd içinde nâ-mahdûd bulunur.
Meselâ cennet ki herkese göre mahdûddur, fe emmâ sâhibinin seyrine nihâyet yokdur, ehl-i mükâşefeye seyr-i fillâh gibi. Ve bundan fehm olundu ki bu 'âlem, insân-ı kâmilin zindânıdır, cennet sahrâsı olduğu gibi. Velâkin bir hâli dahi vardır ki onun vüs‘atine göre sahrâ dahi semmü'l-hiyât gibi olur. Zîrâ bu 'âlemin tahtânîden fevkânîye doğru hâli, sûr-i İsrâfîl'in madıykından müttesa'ına doğru gibidir ki gitdikçe vüs'ate gider. Ve sûret-i 'âlem, terakkî-i vüs'atde böyle olıcak, ma'nâ-yı 'âlem nice olmak gerekdir. İmdi, Hakk ile olan kimsenin netîcesi, Hakk gibi bî-nihâye olmakdır. Ve şol yerde ki Hakk, lisân-ı 'abdden tevhîd eyleye, ol tevhîde nihâyet olmaz ve illâ Hakk dahi müntehî olmak lâzım gelir. Gel imdi makâmâtın netâicine vâsıl ol ve bu netîceler içinde yine bî-netîce ol. Zîrâ her netîcen netîce-i uhrâyı münticdir, ilâ mâ lâ nihâye. Zihî dergâh ki ona hadd ü hasr yokdur.