4 Ağustos 2019 tarihinde yayınlanmıştır.
Osmanlıların pek kısa bir zamanda küçücük bir beylikden koskoca bir imparatorluk meydana getirmesi, târihin en ibretli ve en akılalmaz hâdiselerindendir. Sebebleri hâlâ araştırılan, üzerinde bir çok akademisyenin kafa yorduğu, hakkında pek çok kitaplar ve makâleler yayınlanan, sempozyumlar düzenlenen, ilmî münâkaşalar yapılan bu akılalmaz hâdisenin bize göre üç temel sâiki vardır :
- Adâletle hükmetmek
- İlme ve âlime değer vermek
- Âriflerin, mürşidlerin ve evliyâullahın sözlerini dinlemek
Burada adâlet derken yalnızca mahkemedeki adâletden bahsetmiyoruz. Vergilerden ticârî hayâta, eğitimden devletin işleyişine, maaşlardan atamalara kadar her sahayı içine alan en geniş anlamıyla adâletden bahsediyoruz. Hattâ Osmanlıyı Osmanlı yapan gazâ rûhunu bile bu çerçevede düşünmek gerekir. Zîrâ gazânın da maksadı adâleti yaymakdır. Osmanlılar ilk zamanlarında her hususda ve herkese karşı âdil oldukları için pek kısa zamanda bütün kapılar kendilerine açılmış ve bir takım zâlim idârecilerin baskısı altında kıvranan halklar, dîni ve örfü bambaşka olduğu halde Osmanlılara âdetâ kucak açmışlardır. Bu yüzden fetihlerin çoğu, kılıçsız ve muhârebesiz yapılmışdır. Târih kitapları bunun misâlleri ile doludur. Biz burada ecdâdımızın adâletine küçücük bir misâl vermekle yetinelim. Ecdâdımız, kâfir elinden aldıkları bir kaleyi daha bir yıl bile olmadan, askerî ve stratejik sebeblerle terketmek zorunda kaldıklarında, gayr-i müslim halkı toplayıp, "Siz bizim emânımız altına girip bize cizye vermişdiniz. Biz ise sizi müdafaa etmeye kâdir olamadık. Bu durumda sizden aldığımız cizye bize helâl olmaz, aldığımız vergileri iâde edeceğiz" diyerek oradaki gayr-i müslimlerden aldıkları yıllık vergiyi îâde etmişlerdir. Gittiği her yere adâlet götüren Osmanlılar, işte bu sâyede kısa zamanda üç kıtaya hâkim olmuşdur.
Osmanlıların ilme ve âlime verdiği değer dillere destân olmuşdur. Hem dîn/millet ayrımı yapmadan bütün âlimlere kucak açmaları, hem de dînî/lâ-dînî diye ayırmadan bütün ilimleri baş tâcı etmeleri ve en önemlisi de ilmi hayâta tatbîk etmeleri onları kısa zamanda dünyâya hâkim kılmışdır. İlme ve âlime çok kıymet veren pâdişahlar, sadrazamlarını bile ayakda bekletirken, âlimleri hep baş köşede oturtturmuşlardır. Fâtih Sultân Mehmed Hân, bu durumdan şikâyet eden bir vezîrine, "Âlimler elbette hürmete lâyıkdır, size düşen ayakda durmakdır, siz de âlim olsaydınız, baş köşede otururdunuz" diye cevap vermişdir. Büyük âlim Kemalpaşazâde, önceleri askeriye sınıfında iken, ulemânın gördüğü itibarın umerâdan çok daha fazla olduğunu görünce mesleğini değiştirmiş ve ilim yoluna girmişdir. Kemalpaşazâde'nin bu hükmünde ne kadar isâbet ettiği de, Mısır seferinden dönerken atının ayağından sıçrayan çamurun pâdişahın kaftanını kirletmesi üzerine, Yavuz Sultan Selim'in, ulemânın atının ayağından sıçrayan çamurun kendisi için medâr-ı zînet ve bâis-i mefharet olduğunu söyleyemesi ve çamurlu kaftanının ölümünden sonra sandukası üzerine örtülmesi vasiyetinde bulunmasıyla apâşikâr ortaya çıkmışdır.
Osmanlıların evliyâullaha, âriflere ve mürşidlere verdiği değer ve onlara gösterdiği hürmet de çok büyükdür. Bu hürmet bazılarının zannettiği gibi el-etek öpmek gibi, duâ istemek gibi, ihsânda bulunmak gibi göstermelik bir hürmet de değildir. Gerek pâdişahlar gerek devletin ileri gelenleri hiç bir mecbûriyetleri olmadığı halde, hep büyük mürşidlere danışmışlar, onların tavsiyelerine kulak vermişler ve onların îkâzlarını dikkate almışlardır. Zîrâ ulemâ ve ümerâ, bazı menfaatler ve makâm-mevki endîşeleri sebebiyle pâdişahların ve büyük devlet adamlarının yüzüne karşı her şeyi söyleyemezler. Mürşidlerde ise en ufak bir menfaat kaygısı ve makâm-mevkî endîşesi olmadığı için, hiç kimsenin söylemeye cesâret edemediği hususları muhâtablarının yüzlerine söylemekden hiç çekinmemişlerdir. Bu îkâzları ve tavsiyeleri ganîmet bilen pâdişâhlar ve idâreciler de, onların tavsiyelerine uyarak zaferden zafere, başarıdan başarıya koşmuşlardır.
Türkler, vaktiyle bu üç güzel hasletleri sâyesinde dünyâya hâkim olmuş, sonradan bu hasletlerin üçünü de kaybettikleri için zelîl ve hakîr olmuşdur. Biz eğer yeniden dünyâda söz sâhibi olmak istiyorsak, bir an evvel boş lafları ve hamâseti bırakmalı ve bu üç hasleti tekrar kendimize şi'âr edinmeliyiz.
Kimin ki ahlâkı var ilmi yok olur mazlûm
Kimin ki ilmi var ahlâkı yok olur zâlim
Kimin ki ne ahlâkı var ne ilmi olur sefîl
Kimin ki hem ahlâkı var hem ilmi olur azîz