13 Ocak 2025 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Vesîletü'l-Merâmında buyuruyorlar ki :
Badezâ bu kadar umûr-ı vaz'iyye ki şerî'at ve tarîkatde ta'yîn olunmuş ve tertîb ve âmâde kılınmışdır, bu makûle umûrla 'âmil olan üç tabakadır.
Evvelki tabakası budur ki, müta'allik-ı himmeti, cennetdir. Yani sa'y ve ictihâdı cennete dühûl garaziyledir. Dahi mâverâsına ta'aşşuku yokdur. Bu makûlelere 'âbid derler ki, sâhibü'l-mâ ve'l-mihrâbdır. Yani hemen abdest ve namaz bilir. Ve zâhirden gayra ta'alluku yokdur. Ve onun yanında 'aşk ve 'âşık ve ma'şûk hikâyesi mehcûrdur. Ve Züleyhâ ve Yûsuf nedir bilmez ve Mecnûn ve Leylâ ve Ferhad ve Şîrîn ve Vâmık ve Azrâ kimlerdir, hâtırına getirmez. Ve keyfiyyet-i hâllerinden suâl eylemez.
Pes bu makûle 'âbidin hâli 'âşıka nisbetle pestdir. Zîrâ hadîs-i kudsîde gelir : "ومن اظلم ممّن عبدني لجنّة اونارالم اآن مستحقّالاَن أعبد ولولم اخلق جنّة ولاناراً (Cennet ümîdi ve cehennem korkusuyla bana ibâdet edenden daha zâlim kim olabilir ki. Eğer cennet ve cehennemi yaratmasaydım ibâdet edilmeğe değer olmaz mıydım) Yani recâ-yı cennet ve havf-i nârla 'ibâdet eden kimse ezlam-i halkillahdandır. Zîrâ i'zâmen lillâhi ve iclâlen lehû 'ibâdet yerine garaz-ı nefsle 'ibâdet vaz' eylemişdir. Bu ise kuldan efendiye nisbetle ziyâde denâetdir. Şol cihetden ki, kul ecîr olmaz. 'Âbid-i mezkûr ise 'ubûdiyyetin mülâhaza etmeyip, kendini ecîr yerine komuşdur. Pes 'ibâdet, hakk-ı ulûhiyyet içindir. Yoksa hazz-ı nefs için değildir.
Suâl olunursa ki, çünkü hâl zikr olunan vech üzerinedir. Ya taleb-i cennet ile me'mûr olmak nedir? Cevâb budur ki, bizim dediğimiz niyet ve kasda râci' bir ma'nâdır. Bu ise bedenle olan ibâdeti münâfî değildir. Yani beden-i insân 'amel ile mükellefdir ki, muktezâsı cennetdir. Ve kalb-i insân ihlâsla me'mûrdur ki, meâli ihtiyâr-ı Hakk'dır.
Pes, zâhirin 'amel-i şer'î yüzünden cenneti gözlesin. Ve bâtının, ihlâs-ı niyyet cihetinden Hakk-ı Mutlak'ı özlesin. Ta ki zâhiren 'âbid ve bâtınen 'âbidler mertebesinde kalmayasın. Ve illâ cenâh-ı vâhid üzerine kalırsın ve Hakk'a pervâz edemezsin. Ve enbiyânın "إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللّهِ" (Benim ücretim ancak Allah'a aiddir). buyurdukları zâhirde mertebe-i 'ubûdiyyete göredir. Bu ise ta'alluk-ı mâsivâdan hür oldukların münâfî değildir. Şol cihetden ki, zâhir-i şer' zâhir-i bedene ve bâtın-i şer' bâtın-ı kalbe nâzırdır.
Ve tefâsirde dahi gelir ki, îmân ve tâ'at fî nefsi'l-emr hüsnünden ötürü ma'mûl bihîdir. Ve illâ makbûl değildir. Yani garez-i nefs için olan îmân ve 'amel merdûddur. Ve burada garaz havf ve recâdır. Nitekim mürûr etdi ve bunun emsâli şol kimsedir ki, îmânın hüsnünü bilmeyip mücerred cem'-i mâl için küfürden rücû' ede ve müslümân ola. Nitekim her asırda böyle yeni müslümanlar ve yalancı mü'minler çokdur. Pes bu makûle müslüman fi'l-hakîka münâfık olduğu cihetden cennetden mahrûm olduğu gibi, kasdını cennete hasreyleyen mü'min dahi Allahu Teâlâ'nın kurbet ve vaslından mahrûmdur. Çünkü meâlde mahrûmdur. Sûretâ merzûk olduğuna i'tibâr yoktur. İşte burası 'âkıle mahall-i ibretdir. "واللّه الهادي الي طريق المحققّين والمرشد الي التّحقّق بحقائق اليقين" (Allah, muhakkıkların yoluna ileten ve yakîn hakîkatlerinin tahakukuna irşâd edendir). Ve insan bu berzahdan halâs olmağa delîl-i ilâhiyye muhtâcdır. Ve illâ hod be-hod kârı müşkildir. Gerçi müdde'î çokdur.
Ve ikinci tabakası budur ki, muta'allık-ı himmeti gerçi mâverâ-i 'ibâdâtdır yani ma'bûddur, velâkin maksûdu olan mertebeye vusûle isti'dâdı yokdur. Yani bi'l-fiil vüsûl şânından değildir. Pes bu makûle himmeti bî-fâidedir ki, sâhibine bir şey münkeşif olmaz. Ve ona kapı açılmaz. Ve bu makûle nâ-müsta'idd olan kimse şol marîza benzer ki, kuvâsı bi'l-külliyye ta'attul etmişdir. Ve a'zâsı 'amelden kalmışdır.
Zîrâ bu makûle marîz gerçi harekete himmet ve kasd eder. Feemmâ çi-fâide ki, âlet mu'attıladır. Ve 'ınnîn ve ma'kûd 'ani'n-nisâ olanlar dahi böyledir. Nazar eyle şol memrûrü'l-mizâca ki hâtırı şerbet-i 'asel ister. Feemmâ galebe-i safrâdan nâşî nûş edemez. Ve nice hâcetleri hulkumlarında kalanlar vardır ki, lisâna götürmezler. Zîrâ olmayacağın bilirler.
Suâl olunursa ki, bu söz من قرع الباب ولجّ ولِجَ (Kim kapıyı çalar ve ısrar ederse, içeri girer) mazmûnuna muhâlifdir. Cevâb budur ki, burada dört i'tibâr vardır ki, biri taleb ve matlûbdur, yani tâlib olan matlûbunu vicdândır. Ve biri dahi, taleb ve lâ-matlûbdur. Yani tâlib olan matlûbuna 'adem-i vüsûldür. Nitekim enbiyâ Allahu Teâlâ'dan bazı mesâil suâl etdiler. Feemmâ her birinde mücâb olmadılar. Zîrâ hikmete muhâlif idi. Ve Cenâb-ı Nübüvvet 'ammi Ebû Tâlib hakkında îmânına tâlib oldu. Ve sarf-ı himmet eyledi. Feemmâ te'sîr etmedi. Pes her himmet müessire olmadığı bundan ma'lûm oldu. Ve biri dahi, lâ-taleb ve matlûbdur. Yani bilâ-taleb hüsûl maksûddur. Nitekim ni'met-i gayr-i müterakkıbe derler ki, bu kabîldendir. Ve meczûblar halleri gibi ki, sülûk ve mucâhede sebk etmek yok iken, takaddüm-i cezbedir. Ve biri dahi lâ-taleb ve lâ-matlûbdur ki, ekser-i nâsın hâli budur. Zîrâ esbâba 'adem-i teşebbüsleri cihetinden murâdları hâsıl olmaz. Zîrâ Allahu Teâlâ gerçi esbâbla işlemez. Velâkin 'ınde'l-esbâb işler. Maahâzâ murâd ne idi ki hatırına dahi gelmez. Tâ ki taleb eyleye.
Ve bundan ma'lûm oldu ki evvel ta'yîn-i matlab lazımdır. Ve matlab ne idüğün bilmediği suretde ta'lîme muhtâcdır. Yani matlab-ı a'lâ ve maksad-ı aksâ, Allahu Teâlâ'dır. Ve ona vüsûle esbâb-ı kesîre vardır. Bâlâda zikr olunan şürût ve gayrılar gibi. Ve lâkin keyfiyet-i sülûk ma'lûm olmamakla mürşid-i kâmile muhtâc olmuşdur. Vesâir metâlib dahi ona kıyâs oluna.
Ve bu takrîrden murâdımız budur ki, "Murâdım rızâullâhdır" diyen kimse Allahu Teâlâ'nın nü'ût ve evsâfını ve rızâdan maksûd ne idüğün bilmelidir. Tâ ki ona göre teveccüh üzerine ola. Ve teveccühünde galat etmeye. İşte buradan fehm olundu ki her kar'-ı bâb eden kimseye kapı açılmaz. Belki ol ekserîdir. Yoksa küllî değildir.
Pes marîz-i mağlûb murâdına ermediği gibi, bazı ehl-i himmet dahi ihtimâm etdiği nesneye vâsıl olmaz. Meselâ Hakk'dan saltanat taleb eylese ol ma'nâya müstaidd olmayıcak, emr-i âdî üzerine hâricde vücûdu muhâldir. Fî-nefsi'l-emr umûr-i mümkinedendir, demek kifâyet etmez. Zîrâ her mümkin olan nesne, vücûd-i hâricî iktizâ etmez.
İşte bu ma'nâ ecânibe göredir. Feemmâ şol kimse ki şehzâdedir, onun hakkında bilfiil saltanat umûr-i mümkinedendir. Zîrâ tarîkinde bulunmuşdur. Pes "Yâ Rabbi bana bilfiil saltanat ver" dese kendi zâtında müstaidd olduğu emr-i mümkini taleb etmiş olur. Vezâret gibi ki herkes ona müstaiddir. Gerek evlâddan olsun ve gerek gayriden. Ve velâyet mertebesi dahi böyledir. Zîrâ bâb-ı velâyet meftûhdur. Nübüvvet gibi değildir ki, onun bâbı mesdûddur. Bu cihetden nübüvvet-i örfiyye tâleb etmek memnû'dur. Zîrâ muhâli talebdir. Elhâsıl vezâret ve velâyet birdir ki, talebi câizdir. Ve saltanat ve nübüvvet dahi birdir ki, onları talebin fâidesi yokdur. Zîrâ ihtisâs-ı ilâhîdir. Kâlallahu Teâlâ : وَاللّٰهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ. Gerçi hakîkatine nazar olunsa cemî'-i merâtib-i külliye ve cüz'iyye ihtisâs-ı ilâhîdir. Feemmâ bazı merâtib-i 'âliyede ihtisâs zikr olunmak şeref-i 'azîmine binâen imtinânı ilâhî kabîlindendir. Fa'rif cidden.
اللهم اجعلنا من المستَغرَقين في بحرنعمك والمستوعَبين لأنواع ألائك وآرمِك (Allahım, bizi nimetlerinin denizinde müstağrak kıl, nimet ve ihsânının her çeşidine nâil eyle).
Ve üçüncü tabakası budur ki, zâhirde şer' ile 'âmil ve evzâ'-ı ilâhiyye ile 'âbid ve ahkâmı mütehammil olduğu gibi mâverâ-i 'ibâdâta himmet-bülend ola. Ve cânib-i Ma'bûd-i Hakîkî'ye istişrâf ede. Ve zâtında ol ma'nâya vüsûle isti'dâd dahi bula. Bu sûretde esbâb-ı vaz'iyye ile 'amel ederek, âhir müsebbibe vüsûl hâsıl olur. Ve imkân ve kuvvetde olan ma'nâ, vücûd-i hâricî bulur. Ve bilfiil husûle gelir. Gerçi bu makâmın ehli kalîldir. Ve vusûl sûretinde dahi evvelemirden merzûk olmak şart değildir. Belki niceler mahrûmu’l-bidâye ve merzûku’n-nihâyedir. Fudayl Iyâz ve Mâlik Dînâr ve İbrâhim Edhem ve emsâli gibi.
Onun için demişlerdir ki, isti'câz–ı kudret etmek küfürdür. Zîrâ kudretin her makdûre tahammülü vardır. Velâkin her mümkine vücûd vermediği ve noksan üzerine halk eylediği hikmet-i bâliğâya mahmûldür. Ve mahallin 'adem-i kâbiliyyetindendir. Ve "Hızır'ın katletdiği gulâm küfür üzerine matbû' idi" denildiği budur. Yani ol gulâmda bilfiil îmâna kâbiliyyet yokdu. Gerçi bilkuvve imkân vardı ve bu kuvvet ve imkâna dâirdir ki Kur`ân'da gelir : "وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ ". Yani cemî'-i efrâd-ı cin ve insde ibâdete kâbiliyyet ve imkân vardır. Velâkin her ferdde 'adem-i zuhûru, kâbiliyyet ile fiilin meyânında fark olmakladır. Nitekim işâret olundu. Çünkü maksûd-i a'zam insân-ı kâmilin vücûdudur. Ve sevâd-ı a'zam dedikleri, hak üzerine olan vâhid-i câmi'dir. Lâ-cerem her ferdin hidâyeti hikmetden hâric oldu. Ve ekall ekser hükmünde kılındı. Ve Hakk Teâlâ kavlinde sâdık oldu. Gerçi 'avâmm-ı 'ulemâ, esrârdan bî-haber ve şevâhidi müşâhededen bî-basardır.
Ve şi'r-i müşhûrda gelir ki : "قليل اذا عدّوا آثيراذا شَدّوا" (Sayıldıklarında azdırlar, bir araya geldiklerinde ise çokdurlar). Kabzateynin hükümünü bilen cennet ve cehennemi pür-cemâl ve celâl eyler. Ve Hakk'dan kendi hakkında ve gayr hakkında istikâmet ve hidâyet diler. Gerekse bilfiil vücûd bulmasın. Zîrâ insân ve belki cemî'-i efrâd-ı eşyâ asl-ı vâhidden teşa'ub etmekle miyânda karâbet zuhûr eylemişdir. Ve efrâd-ı insânın birbirine karâbeti, karâbet-i karîbedir. Zîrâ benî nev'dir. Gerçi mîras hasebiyle biribirlerine göre karîb ve ba'îd dahi denilir.
Ve insânın gayri ecnâs ve envâ'a karâbeti, karâbet-i ba'îdedir. Zîrâ suver-i ta'ayyünâtda ihtilâf-ı fâhiş vardır. Ve hilâfet Âdem'e i'tâ olunup, sâir eşyâ-ı muhtelifenin ona teshîri ism-i câmi'inden gelir. Yani Âdem ism-i câmî' ve neş'e-i külliyyesi hasebiyle cemî'-i 'avâlim üzerine müstevlî oldu. Zîrâ bunda kâmili nâkıs üzerine taslît vardır. Bu ise 'ınde'l-küll emr-i müstahsendir. Fe-emmâ gayrıyı Âdem üzerine taslît etmek 'aks üzerinedir ki nâkısı kâmil üzerine taslîtdir. Bu ise 'aklen müstakbehdir. Ve buradan zâhiren ve bâtınen müctehidlerin kemâlleri zâhir oldu. Zîrâ muktedâ-yı nâs olan kimse nâkıs olmaz. Bu ma'nâdandır ki aslah-ı mevcûdu imâm ittihâz ederler. Yani ümmî olan kimse 'âlime imâm olmaz. Zîrâ irşâd ve ta'lîme kâdir değildir. Hilâfı ise, yani 'âlimin ümmîye imâm olması ise mâlâ-kelâmdır.
Elhâsıl sâlik-i müsta'iddin sülûkü, feth-i bâbladır ki, gayrılara muğlâk olan nesne ona meftûhdur. Ve 'ayn ki zât-ı Hakk'dır gerçi vâhiddir, velâkin vücûh-i kesîresi vardır ki, âsâr ve şuûndur. Ve bu âsâr ve şuûna ile'l-ebedi'l-âbâd inkıtâ' gelmez. Zîrâ Allahu Teâlâ mütekellim-i ebedîdir. Ve her eserinde bir 'ilm-i cedîd vardır. Zîrâ Vâsi'dir. Onun için 'âlim-i billâh olan kimse ebedî müte'attışdir. Yani ona kanmak gelmez. Zîrâ kanmak dedikleri ki, riyy derler nihâyete göredir. Şe'n-i illâhiyye ise müntehî değildir. Pes riyy nereden hâsıl olur. Bu cihetden her sâlik ki, ben kandım diye nâkısdır.
Pes sülûk ki bir isimden bir isme hareket ve seferdir, gerçi makâm-ı zât hasebiyle müntehîdir, zîrâ zâtın mâverâsında rütbe-i uhrâ yokdur, velâkin mukîm olduğu sûretde dahi mutâla'a-i elvândan hâlî değildir. Nitekim zikr olundu. Bu cihetden derler ki, seyr-i ilallaha nihâyet vardır. Fe-emmâ seyr-i fillaha gâyet yokdur. Nazar eyle 'ulemâ-i zâhirin hâline ki kavâid-i 'ilmiyye ve kavânîn-i resmiyyenin inkıtâ'ıyla onların müdrikâtı dahi tamâm olur, fe-emmâ 'ulemâ-i hakâikın küşûfuna nihâyet yokdur. Zîrâ bu 'ilmin kavâ'idi ve haddi ma'lûm olmaz. Belki bir vahdetdir ki kesreti nihâyet bulmaz.