Üç Türlü Feyz

26 Şubat 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

İsmail Hakkı Bursevi

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Tamâmü'l-Feyzinde buyuruyorlar ki :

Mü’minlerin umûmu Allahu Teâlâ'ya vâsıl olurlar, ancak bu vuslat küllî bir isim yoluyla değil cüz’î bir isim yoluyla gerçekleşir. O da el-Mü'min'dir. Zira mü'minler, ne küllî bir mazhardan küllî bir nefese sâhibdirler ne de cem'î bir kalbden cem'î bir teveccühe. Mü'minlerin umûmu için umûmî tevhîd, fetvâda ruhsat ve dünyâ ile ukbâ arasında gidip gelme yani gâyelerinin bazen dünyâ bazen âhiret olması söz konusudur. Meşgûliyetleri itibâriyle işleri Allah’a kalmışdır. Sözümüz onlarla alâkalı değildir, zîrâ onlar işlerinde basîret üzere değildirler. Şâyet öyle olsalardı gayr olduğunu iddiâ etdikleri ve dünyâdan olduğunu zannetdikleri ticâret, zirâat, sanat ve sâir yapdıkları işlerin bizzat kendisinde Hakk’ı bulurlardı. Burada üzerinde durmak istediğimiz asıl konu, tevhîd-i husûsî ehlidir. Bunlar, telkîn-i umûmî ehli ve telkîn-i husûsî ehli olmak üzere iki sınıfdır.

Birincisi, sultanlar, vezirler, vekiller ve mü'minlerin umûmudur. Bunlar tarika umûmî bir şekilde girmişlerdir. Onların, tarîka husûsî bir şekilde girenlere nisbeti, mîras konusunda zevi'l-erhâmın ashâb-ı ferâize nisbeti gibidir. Nitekim umûmî şekilde bile olsa tarîka girmemiş fakat tarîka girenleri sevmiş, onlara inanmış, sohbet meclislerine ve cemiyyetlerine katılmış mü'minlerin umûma nisbeti de, akrabâdan olmayan yetîm ve miskînlerin zevi'l-erhâma nisbeti gibidir. Şöyle ki zevi'l-erhâm nasıl ashâb-ı ferâiz ve asabeler olduğunda mîrasdan pay alamaz ise aynı şekilde yetîmler ve miskînler de zevi'l-erhâm olduğu zaman mîrasdan pay alamazlar. İslâm'ın ilk yıllarında yetîmler ve miskînler de mîras taksîminde gözetilirdi, onlara da bir pay ayrılırdı. Sonra bu hüküm neshedildi. Nesh, Kur`an'ın zâhiri ve ma'nâları üzerinde meydana gelir, bâtını ve hakîkatleri üzerinde değil. İşte inançlı bir muhibbin de tarîka sülûk etmiş bir kimsenin nûrlarından, i'tikâdının kuvvetli veya zayıf oluşuna göre bir hissesi vardır. Eğer i'tikâdı kuvvetli ise, kökleri derinlerde, şiddetli rüzgârlara karşı mukâvemetli ve muhkem bir ağaç gibi olur. Zayıf i'tikâdlı ise işte ondan korkulur. Tıpkı kökleri satıhda olan bir ağacın şiddetli bir rüzgârda, fırtınada yıkılmasından korkulduğu gibi. Bu fırtınalar, türlü imtihan ve ibtilâlardır. Anla!

Bu zamandaki mürîdlerin durumunu düşünecek olursan onları, yıkılmaya yüz tutmuş, uçurumun eşiğinde yalpalayan, temellerinde ve binâlarında sağlamlık olmayan kimseler olarak bulursun. Onlar, avâmın en avâmı, hayvanların en aşağısıdır. Şâyet Şâtıbî rahmetullahi aleyhin, "Bütün insanlar mevlâdır, çünkü onlar Allah'ın kazâsına göre iş yaparlar" sözü olmasaydı, onlar hakkında sözü uzatır, en ince teferruâtına kadar söylenmesi gerekenleri söylerdim.

Az evvel, Kur'ân-ı Kerîm'in zâhirinin neshi ifadesini kullandık, bâtınını nesh kapsamına dâhil etmedik. Zira Kur`an'ın bâtını, insân-ı kâmilin bâtınıdır. O, ezel ve ebedde nasılsa şu ân da öyledir. Hakk nasıl değişmezse o da değişmez. Evet, çeşitli şekillerde kendisine vârid olan havâtır ve tecellîlere göre tebeddül edebilir. Bunun hakîkati şudur ki, arş-ı azîm yani melekûtun zâhiri olan kevn ve fesad âlemi, arş-ı kerîm yani insanın hilâfına dâimâ değişiklik üzeredir. İnsanın zâhiri, ömrünün başından sonuna kadar sebât üzere iken bâtını, tebeddülden hâlî değildir. Bu, şu sözle ifâde edilmişdir.  Hakk'ın bâtını, ki o ehadî, nefsî, rahmânî, câmi'-i vücûddur, insân-ı kâmilin zâhirinin aynıdır. Hakk'ın zâhiri, ki o, taayyün etmiş olması bakımından müteayyin vücûddur, insanın ân ve şe'n olarak sebeblerin değişmesine göre değişen ta'ayyünâta nisbetine göre bâtınının aynıdır.

İkinci sınıfa yani husûsi telkîn ehline gelince onlar, ekseriya sülûk ehli olan havâs kullardır. Ekseriyâ diyorum, çünkü onlardan bir kısmı üveysîdir, yani bilinen tarîklere sülûk etmeden, herhangi bir tarîkin terbiyesinden geçmeden havâs mertebesine ulaşmışlardır. Bunların yolu misk-i ezfer ve kibrît-i ahmerden daha yücedir. 

Burada bize gereken Üveysiyye, Halvetiyye ve Celvetiyye tarîkatleri hakkında bir nebze de olsa bilgi vermekdir. Zîrâ tamâmı Allah’a ulaştıran hak tarîkatler olsa da diğer bütün tarîkatleri burada açıklamak zordur. Ancak Hayderiyye, Cavlâkıyye, Kalenderiyye gibi bozuldukları kabûl edilen tarîkatler müstesnâdır. Çünkü onların belli bir usûl, erkân ve esâsları yokdur. Bu tarîkatlerin mensûbları sadece tarîkat sınırlarından çıkmakla kalmamış, aynı zamanda şerîat hükümlerinin de dışına çıkmışlardır.

Üveysiyye, Üveys el-Karanî 'ye nisbet edilen bir yoldur. En doğru görüşe göre, o, tâbiînin büyüklerinden, hattâ en büyüklerindendir. Hattâ en büyüklerinin en büyüğü, zamanında yaşayanların da en faziletlisi olup onun üstünlüğüne Rasûlullah'ın şehâdeti kâfîdir. O, hiç kimseden rûhânî veya cismânî bir tarîkat terbiyesi almamışdır. Yani kimsenin sohbetinde bulunmamışdır. O, alacağını feyz-i illî ve zevk-i küllî ile Allahu Teâlâ'dan vâsıtasız olarak almışdır. Onun sîreti üzere olan herkes hakîkatde ona intisâb etmiş olur. Onun gitdiği yol, Peygamber'in yoludur. Nitekim Peygamber şöyle buyurmuşdur : "İnnallâhe eddebenî fe ahsene te'dîbî" (Beni Allah terbiye etdi, terbiyemi de pek güzel yapdı". "Sonra Allahu Teâlâ bana güzel ahlâkı emretdi ve şöyle buyurdu, خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَاَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِل۪ينَ".Nitekim el-Makâsıdü'l-Hasene'de böyle geçmekdedir. 
Peygamber yine şöyle buyurmuşdur : "Küntü yetîmen fî's-sıgar ve garîben fi'l-kiber" (Çocukken yetîm idim, yetişkinliğimde de garîb oldum). Yetîmin ve garîbin hakîkatde Allahu Teâlâ'dan başka sâhibi yokdur. Onları terbiye eden ve görüp gözeten bizzat Cenâb-ı Hakk'dır. Görülmez mi ki yetîmin işlerini görecek, ona sâhib çıkacak, onu kucaklayıp büyütecek kimsesi olmadığı zaman mescid gibi yerlerin kapısına konur. Allah da onu isteyenin ellerine verir. Garîb ise çoğu zaman Allah'ın evi olan mescide sığınır. Yetîmin ma'nâsı Allah’ın terbiye etdiği, garîbin ma'nâsı da bildiği çevreden ayrılan, bildiği yerden uzaklaşan ve kimsenin bilmediği bir yere dâhil olan kimse demekdir. Onu orada Allah'dan başka kimse bilmez. Nitekim, "Evliyâî tahte kubâbî la ya'rifuhum gayrî" (Velîlerim kubbelerim altındadır, onları benden başkası bilmez) buyrulmuşdur. O, okyanusda tek başına giden bir yolcu gibidir. Böyle bir kimse için "fe tûbâ lil gurabâ" (Garîblere müjdeler olsun) ifâdesi vârid olmuşdur. 
Sûrî yetîmlik ve hicret, çoğu zaman manevî yetîmlik ve gurbetin de ayrılmaz bir parçası ve vâsıtasıdır. Yûsuf -ı Sıddîk'ın hâlini görmez misin ki küçük yaşda babasından ayrıldı, kuyu ve hapishanenin sıkıntı ve zorluklarına göğüs gerdi. Yine Peygamber Efendimizin (sa) hâline bakmaz mısın ki hem yetim hem de garip kaldı. Bu âşikârdır. Diğer peygamberler de (as) garip kaldılar. Bunun sebebi şudur: İnsanın olgunlaşması, kemale ermesi, melek gibi bir defada değil yavaş yavaş gerçekleşmektedir. [7a] Belâlar altın gibi olan insan cevherini terbiye etmek içindir. Altının ateşe tutulması nasıl ki ona güzellik ve safâdan başka bir şey katmıyorsa, aynı şekilde belâlar da insanı arı duru bir hâle getirir. Sâlik, uzun bir zamanda zorluklara göğüs gerip elem ve sıkıntılara sabretmek suretiyle gerçek anlamda yetimlik ve gurbetliğe vasıtasız olarak ulaştığında, onun için Kur’an’dan en sevimli sûreler, sülûkteki hâline uygun gelmesi hasebiyle Duhâ, İnşirâh ve Nasr sûreleri olur. 

Bunun arkasından velâyet ehli bir kimsenin rûhâniyetinden feyz alan kimse gelir. Nitekim Şeyh Ferîdüddin Attâr gibi ki aralarında yüz elli yıl gibi uzun bir müddet olmasına rağmen Hallâc'dan feyz almışdır. 
Velâyet ehli bir kimsenin rûhâniyyetinden feyz alan kimseden sonra ise sûrî sohbet vâsıtasıyla feyz alan kimse gelir. Sâliklerin çoğunun tabîatına terkîb ve kesâfet gâlib geldiğinden bu yol daha kolaydır ve bu yoldan istifâde eden de daha çokdur. Cevheri basit ve tabîatı latîf olan kimse az bulunur. Bu yüzden üveysîler ve rûhânîler az olmuşdur. Sana düşen ise çalışmakdır. Zîra murâda ulaşmanın esaslarından biri budur. Bu üveysiyye tarîki hak bir tarîk olup az da olsa ehli bulunmakdadır. Allahu Teâlâ’ya hamd olsun ki üveysî-meşreb, vecd ehli biriyle sohbet edip arkadaşlık etmişliğim vardır.
Üveysînin durumu, Âdem'in annesiz babasız yaradılması gibidir. Ondan sonrakinin durumu ise Îsâ'nın durumu gibidir ki onun da sadece annesi vardır. Ondan sonra gelenin durumu da Peygamber Efendimizin durumu gibidir ki Peygamberimizin hem annesi hem de babası vardır.

Listeye geri dön