21 Eylül 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Bir önceki yazımız, ibâdet ve amelleri hiç bir karşılık beklemeden yapmak hakkında idi. Ne dünyevî ne uhrevî. Yani ne dünyâda bir menfaat bekleyeceğiz Allah'dan, ne de ukbâda. Ne dünyâda başımıza bir felâket gelmesinden korkduğumuz için yapacağız ibâdet, ne de cehennem korkusuyla. Dâimâ ihlâs ile ibâdet edeceğiz. Dînimizin en mühim noktalarından biridir bu ihlas. Zîrâ ihlas yoksa ibâdetler makbûl olmaz.
Üstelik başka bir derd daha ortaya çıkıyor ihlassızlıkdan. O da, yapılan amellerin, kişide ucub hastalığına sebeb olmasıdır. Malûm ya, ucub, insanın ameline güvenmesidir. "Şu namazın bu kadar sevâbı varmış, bu orucun şu kadar sevâbı varmış" diyerek hep sevâb hesâbıyla ibâdet edilirse, insan ucuba düşer, amellerine güvenmey başlar, kendisini cennetlik görmeye ve başkalarından üstün görmeye başlar. Bu da onu büyük bir felâkete götürür.
Ehlullah hazerâtı, ucub illetine mübtelâ olan veya bu hastalığa meyilli olanları bu vartadan kurtarmak için bir takım çâreler ve ilaçlar tesbit etmişlerdir. Bu çârelerden birisi, ucuba düşmeye meyilli olan sâliki farzlar dışındaki ibâdetlerden men' etmekdir. Yâhud nâfile ibâdetlerin sevâbını başkalarına bağışlama şartını koymakdır. Yani mürşid, dervîşine, "farzı yap, gerisini bırak" diyebilir. Yâhud, "Farzlar hâricinde ne yaparsan hepsinin ecir ve sevâbını Ümmet-i Muhammed'e bağışlayacaksın" der. Böylece sâlik, artık yapdığı ibâdetlerin karşılığını alamayacağını bildiğinden, sırf Allah rızası için ibadet etmeyi nefsine de kabûl ettirmiş olur ve ihlâs sâhibi olur.
Şunu unutmamalıyız ki, farz da olsa nâfile de olsa ameller ve ibâdetler maksad değildir, maksada ulaştıran vâsıtalardır. Maksad ise ihlâs ve rızâdır.
İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî
Allahım! Maksadım ancak sen ve arzum ancak senin rızândır