Ümmet-i Muhammed'e Allah'ın Lutufları - Hutbe - 15 Ağustos 1980

12 Nisan 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Şifa

HUTBE

Kâlallahu te'âla fî kitâbihi'l-azîz.
Eûzübillahimineşşeytânirracîm.
Bismillahirrahmânirrahîm.
مَن جَاء بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا
Men câe bil haseneti felehû 'aşru emsâlihâ.
Sadakallahü'l-azîm

Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerinin vahdâniyyetini, Habîb-i Edîb'i Mahbûb-ı Kibriyâ, sebeb-i hilkat-i âlem, nûru evvel ba'sı sonra olan cümle enbiyâların serdârı ve seyyidi, efendisi olan, Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâmın risâletini tasdîk eyleyen, kıyâmet gününe inanan, Hakk'ın cennetine tâlib, rızâsına râgıb, cemâline âşık olan mü'minler!

Cenâb-ı Hakk, bir hadîs-i kudsîde, "sebakat rahmetî alâ gadabî" buyurmuşdur, "rahmetim, merhametim, şefkatim gadabımı geçdi". Bu hadîs-i kudsîye muâdil olarak da Cenâb-ı Hakk Kur`ân-ı Kerîminde okuduğum âyet-i kerîmede bir sevâba on hasene yazar. Yani bir müslüman bir kerre Allah dese, on defa Allah demiş gibi defter-i a'mâline ecir yazar, sevâb yazar. Bir ay oruç tutdu, on defa artıralım, üç yüz gün oruç tutmuş gibi sevâb yazar. Bire ondur. Günaha gelince, günah, bir günaha bir günah yazılır ve hemen yazılmaz. Sevâba gelince, hemen yazılır, tehir edilmez. Günaha gelince, hemen yazılmaz. 

İnsanların omuzlarında iki melek vardır, ismine kirâmen kâtibîn derler. "kirâmen kâtibîne ya'lemûne mâ tef'alûn, sizin yapdıklarınızı" Cenâb-ı Allah öyle diyor, "sizin işlediklerinizi, sizin yapdıklarınızı, onlar görürler ve bilirler ve defter-i a'mâle yazarlar". Sağ omuzdaki bulunan melek, melâike, kulun sevâblarını yazar. Sol omuzdaki melâike kulun yapdığı günahı yazar. Mü'min bir hasene, bir sevâb icrâ etdi mi, bu sağ omuzdaki melek hemen, Hakk'ın rahmeti ve Ümmet-i Muhammed'e ihsân u inâyeti ve Resûlullah'a olan muhabbetinden dolayı, Ümmet-i Muhammed'e bir sevâba on hasene yazılır defterine. Hemen yazılır, hiç meks edilmez. Günah işlediği vakitde o melek, günahı yazmaz, tehîr eder. Gene rahmetinden, Ümmet-i Muhammed'e rahmetinden, şefkatinden ve Resûlullah'a olan muhabbetinden hemen günah yazılmaz deftere, bırakılır. O kul tövbe ederse yazılmaz. 

Tövbenin manâsı, "tövbe estağfirullah" demek değildir. Bu bir zikirdir. Tövbe demek, bir şeyi külliyyen reddetmekdir, bir daha yapmamak üzere o işden vazgeçmekdir, nedâmet etmekdir, gözyaşı dökmekdir. Bu niyetle tövbe istiğfâr eder de gene kendisinden günah sudûr ederse, o kazâ-yı rahmânîdir, gene istiğfâr eder ve tövbe eder, gene ağlar sızlar, Cenâb-ı Hakk Celle ve Tekaddes Hazretlerine. Zîrâ bir müslüman bir günah işlediği vakitde, bir kul, kalbin üzerine bir nokta, bir siyah nokta düşer. Kalb denilen nesne, bir maddî kalb vardır, bir manâ kalbi vardır. Maddî kalb, sol meme altında çam kozalağı gibi bir et parçasıdır. Manevî kalb, bu kâinâtdan büyükdür. Kalbn üzerine bir kara düşer. Tövbe istiğfâr ederse, dönerse, rücû ederse yapdığı günahdan, o siyah oradan silinir ve deftere de kaydolunmaz. Eğer bırakırsa, tehîr ederse, nedâmet etmezse, tövbe etmezse, o siyah başlar büyümeye. Büyür ve başlar kalbi karartmaya. Öyle bir karartır ki bu günah perdesi Allah ile kul arasında büyük bir hâil olur, bir sed olur yani. Yirmi dört saat tehîr olunur günah, defter-i a'mâle yazılmak için. Allah yirmi dört saat tehîr etdirir. 

Bir günah insandan sudûra gelirse, zuhûra gelirse, bazen bu günah irâde-i cüziyye ile olur, kulun isteği ile olur. Bazen irâde-i külliyye ile olur. Hakk'ın isteği ile olur o suç, günah. O kul o günahı işlemeye lâyık olur, Cenâb-ı Hakk o günahı ondan sudûra getirir. İki türlüdür. Hakk tarafından gelirse kulun başına günah işlemek, kazâ-yı rahmânî derler. Bu doksan dokuz defa günah işlese, Hakk tarafından gelen günah ile, tövbe istiğfâr ederse, tövbesi müstecâbdır. Amam irâde-i cüziyyesi ile yapmış olduğu günahları tövbe edip tekrar başlarsa, tekrar günah işleyip tekrar tövbe ederse filan bu şekilde, kendi arzu isteği ile o vakit alay çıkar, istihzâ çıkar Hakk ile. Bu söylediğim hadîs-i şerîfdir, bir hadîsin manâsıdır, Buhârî-i Şerîf'de, son tarafında Buhârî'nin yani üç hadîs evvelinden, Ebâ Hureyre Hazretleri Cenâb-ı Peygamber'den bunu rivâyet etmekdedir. 

Onun için insan bir günah işlediği vakitde, hemen onun akibinde, bir hasenât yapmalıdır. Çünkü, "إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِ inne'l-hasenâte yüzhibne's-seyyiât, hasenât seyyiâtı giderir". Cenâb-ı Hakk Kur`ân'da söylüyor, "إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِ inne'l-hasenâte yüzhibne's-seyyiât". Hasenât yapmalıdır, sevâb yapmalıdır yani, o günahı gidere. Hattâ bazen öyle bir sevâb yapmalı ki, "يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّـَٔاتِهِمْ حَسَنَاتٍۜ yübeddilullahi seyyiâtihim hasenât", yapdığı suç da hasenâta tebdîl olur, bazı mü'minlerin. Sûre-i Furkan'dan okuduğum âyet-i celîle. "يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّـَٔاتِهِمْ حَسَنَاتٍۜ yübeddilullahi seyyiâtihim hasenât", Çok dikkat etmek lâzım konuşduğum sözlere. 

Beş vakit namaz kılan, elli vakit kılmış gibidir. Bir ay oruç tutan, üç yüz gün oruç tutmuş gibidir. Bir sene kaç gündür? 365 gün. Ramazan Bayramı bir gün. Kurban Bayramı dört gün. Ne oldu? Beş gün. Senede beş gün oruç tutmak haramdır. Ramazan gününde orucu yemek neyse, bayram gününde oruç tutmak aynı günahdır. 

Ramazan Bayramı bir gündür, üç gün değildir. Fakat bir günde ziyâretler yetişemediği için ümmetin icmaı ile üç gün müsaade edilmiş, üç gün yapıyoruz bayramı. Bir gündür. Çünkü bayramın ikinci günü oruç tutulabilir. Bayram olsa oruç tutulmaması lâzım gelir. Kurban Bayramı dört gün de bayramdır. Beş gün.

Şimdi, bir kimse, gene Hazret-i Ebâ Hureyre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemden...

Fazla sizi üzmeyeceğim. Ebâ Hureyre denilen zât-ı muhterem, ashâb-ı kirâmdandır ve ashâb-ı soffedendir yani Peygamberimizin sofasında oturan zevâtdandır. Bir lokma ekmeğe, bir hırkaya râzı olmuş, dâimâ Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemle bulunmuş, bir çooook hadîsleri bize rivâyet etmiş ve kitâblarımız Hazret-i Ebâ Hureyre'nin rivâyetleri ile doludur. Gene burada içinizde okumuş insanlar var, onlara da söyleyeyim. Bazıları Ebâ Hureyre'nin aleyhinde filan konuşurlar, bir çok müfsidler hadîs uydurmuşlar, Hazret-i Ebâ Hureyre'ye, ona isnâd etmişlerdir. Ebâ Hureyre'nin bunda bir suçu yokdur. Resûlullah'ın yakınında olmak münâsebetiyle ve uzun seneler ömrünü Peygamber'in huzûrunda geçirmek münâsbetiyle bir çok hadîs rivâyet etdiği için, bir çok müfsidler, hadîs uydurmuşlar, rivâyetini Ebâ Hureyre'ye vermişlerdir. Ebâ Hureyre bundan berîdir. Çok muhterem bir zâtdır. Hattâ bir kıssası var ki burada şimdi yeri değil anlatmaya. İnşâallah zamanlardan bir zaman vakit müsâid olur, yer müsâid olur, ihvân müsâid olur, anlatırız inşâallah. Çünkü bazı şeyler vardır ki, zaman lazımdır, mekân lâzımdır, ihvân lâzımdır. Biri eksik olursa anlatılmaz o. Mekân, zamân, ihvân. Geçiyoruz.

Diyor ki Hazret-i Ebâ Hureyre Resûlullah'dan, "Bir adam bir ay Ramazan'ı tutdu", otuz gün, onla çarp, üç yüz, "altı gün de Şevval'den oruç tutarsa", buna Sitte-i Şevval derler, sitte Arapça altı demek, ne yapdı, otuz altı, otuz altıyı çarp onla, üç yüz altmış yapar, beş gün de bayram, üç yüz altmış beş, demek ki bir ay Ramazan tutan, altı gün de Şevval'den orucu ona eklerse bütün seneyi oruçla geçirmiş gibidir. Allah bu ecri Ümmet-i Muhammed'e vermişdir. Elhamdülillah ki Cenâb-ı Hakk cennetini, rızâsını, rıdvânını, her şeyi bize hazırlamışdır. Hazret-i Fahr-i Risâlet'e olan muhabbetinden, sevgisinden O'nun ümmetine büyük büyük iltifatları vardır Cenâb-ı Hakk'ın.

Bak bizde tövbe lisânla olur, Benî İsrâil'de tövbe kendini öldürmekle olurdu. "فَاقْتُلُٓوا اَنْفُسَكُمْۜ faktülû enfüseküm", Sûre-i Bakara'da. Günah işledi mi bir İsrâilli, ağırdı onların cezâları çok. Kendisini katletmesi lâzımdı. İntihar edecek yani. Tövbesi öyle kabûl olurdu. Bize Cenâb-ı Hakk bir kelimeyle verdi, "estağfirullahe'l-azîm ve etûbu ileyh". Ve bunu lisânen söylediğin vakitde kalble de bunu duy. Allah'a karşı yapmış olduğun isyâna nedâmet etdiğini kalbinle duy. Gene Benî İsrâil'e mallarının dörtde birini vermekle mükellefdi onlar. Bize kırkda birini. Ve dört senede hepsini dağıtmakla mükellefdiler. Biz her sene kırkda birini verirsek eğer, malımız helâl olur. Vermezsek günahkâr oluruz, âsî oluruz Cenâb-ı Hakk'a karşı, günahkâr olmuş oluruz. Yine mü'minler günah işlediği vakitde, biz yani Resûlullah'ın ümmeti, mü'min dediğimiz bunlar yani, bizim Ümmet-i Muhammed'den bahsediyorum,  Allah o günahı setreder, örter, göstermez. Benî İsrâil'de öyle değildi, günah işlediği vakitde, kapısının üzerine yazılırdı. Meselâ zinâ etmiş değil mi, kapısının üzerine yazılır ve alnına yazılır. Hırsızlık yapmış, alnına yazılır. Ve onlarda nesh vardır. Yani bakardın ki akşam bir adam insan, büyük bir suç irtikâb etmiş, sabahleyin domuz olurdu, maymun olurdu. Allah tebdîl ederdi. Ümmet-i Muhammed'e Cenâb-ı Hakk bunu kaldırmışdır, biz manen bu sıfatlara gireriz, günah işlediğimiz vakitde. Dikkat buyurun. 

Sonra günahın küçüğü büyüğü olmaz. Bazı kimseler bu günah-ı segâir, bu günah-ı kebâir diye ayırırlar, doğrudur ama Allah'a isyân isyândır. Küçük günahın manâsı cezâsı küçük olur, büyük günahın manâsı cezâsı büyük olur. Meselâ bir günah işlersin, cehennemde bir gün kalırsın, bir günah işlersin elli sene yanarsın. Günah Allah'a karşı günahdır, küçük günah demek, az cezâya çarptırılmak, büyük günah demek, büyük cezâya çarptırılmak manâsınadır. Geçiyoruz. 

Şimdi, elhamdülillah Cenâb-ı Hakk bizi, bak Receb, Şabân, Ramazan derken bayram haftasına getirdi, bayramın bugün dördüncü günü ve Şevval ayında bulunuyoruz. Ey kardeşlerim, evlâdlarım, yavrularım, hemşehrilerim! Bak düşününüz ki, ne süratle geçdi Ramazan. İnsanın ömrü bu şekilde geçmekdedir. Hiç farkına bile varmazsın. Doğdun, çocuk oldun, genç oldun, dinç oldun, ihtiyar oldun. Hemen gelip geçicidir. Gösteriyor ki zamanlar serîu'z-zevâldir çabuk geçicidir. Aklı başında olan kimseler, bundan ibret almalıdır. Hemen kendisini ibâdet ve tâata vermelidir. Geçen hafta söyledim, câmi boş değil hâ! Câmiyi boş zannetmeyiniz. Mü'min cinniler var, melekler var câmide, Cuma namazını kılıyorlar bizimle beraber. Sakın hâ boş zannetme câmiyi. Geçen hafta söyledim, dedim ki, "İbâdallah! Allah'a muhtâc olduğun kadar Allah'a ibâdet et ki bir ân yokdur ki biz Allah'a muhtâc olmayalım. Cehenneme dayanacağın kadar günah işle" demişdim geçen hafta. Ve gene ibâdullahı, Ümmet-i Muhammed'i çağırdık mescide, "Gelin Ramazan'dan sonra" dedik. Bugün başka kuvvetler gelmişler câmimize, görünmeyen kuvvetler gelmişler, elhamdülillah. Belki de bir çoklarının gönülleri bizdedir, buradadır gene, bu zevkle Cuma namazını kılıyorlardır, belki Çaşı'ya inmediler filan. 

Gene biz müslümanlar, akrabâmızdan olan fukarâ-i müslimîne zekâtımızı veririz. Benî İsrâil istediği adama zekât veremezdi. Peygamber'i veyâhud onun rûhânî reîsi kimse, o söyler, "Filanca şehire götüreceksin zekâtını vereceksin". Nereye? Buradan Yemen'e. Öyleydi. Bize Cenâb-ı Hakk dâimâ tahfîf etmişdir, dâimâ tahfîf. Neden? Şöyle alalım, size Resûlullah Efendimizin tarîfi gibi yapayım. Dünyanın ömrünü bir gün farz ediniz. Dünyanın ömrünü bir gün farz ediniz, öyle farz eden. Öğlene kadar, geçen ümem-i sâlifedir. Öğlenle ikindi arası Hazret-i Îsâ vaktidir. İkindi ile akşam arası Ümmet-i Muhammed'in vaktidir. Vakitleri kısa fakat ibâdetlerinin sevâbı yücedir. Allah'ın afv u mağfireti hepsinden bize daha ziyâdedir. Çünkü sevgili peygamberi Hazret-i Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâmın ümmeti olduğumuzdan dolayı bu lutfa ermişizdir ki Allah bizi, Hazret-i Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâmdan ayırmasın. Dünyâ ve âhiret saâdeti O'nu sevmekdir, O'nun yolundan yürümekdir. O'nun yolundan giden mutlakâ cennât-ı âliyâta ve zât cennetine vâsıl olur, Hakk'ın cemâlini görür ve iki cihânda sultân olur. Resûlullah'dan yüz çevirenler mutlakâ iki cihânda da helâk olurlar. "Efendim, ben nice kâfirler biliyorum, zengin." Hepsi helâkde başdan aşağı. Gördükleri rüyâdan başka bir şey değil. Hepsi rüyâ! Bir gün elinden alınacak. 

Haydi misâlini verivereyim size. İki zât farz ediniz. Biri milyonlara mâlik bir sultân farz edin. Maddiyatadan konuşacağım şimdi ben. Misâl veriyorum size. Birisi milyonlara mâlik bir sultan, sarayda yatıyor. Birisi de bir serseri, köprü altında yatıyor, taşın üstünde yatıyor. Köprü altında yatan, yazlık sayfiyeler, kışlık apartmanlar, kaloriferli apartmanlar, her türlü konfora hâvî bir rüyâ görmekde. Karısı var, metresi var, bilmem nesi var, içkisi şusu busu, her türlü fuhşiyyatda kendisi, ama köprü altında yatan bir serseri rüyâ görüyor, rüya bu. Sarayda yatan sultan da, cihânın hepsine mâlik olan sultan da rüyâsında fakîrlik rüyâsı görüyor, oruçlar, namazlar, yoksulluklar, mücâdeleler, hayat mücâdeleleri, terlemeler, sıkıntılar, ev hâdiseleri, hayat hâdiseleriyle karşılaşmış sıkıntı içerisinde. Misâllerini veriyorum sana, bir mü'min ile bir kâfirin ahvâlini. Sabah oluyor, sultâna geliyorlar, uyandırıyorlar, "Sultânım, haydi vakit geldi, kalkınız". Bir de kalkıyor bakıyor ki, kendisi sarayda, aynı hükümranlığında dâim, görmüş olduğu rüyâdan başka bir şey değil. Rüyâymış gördüğü. 

İşte mü'minin hayâtı bunun gibidir. Sen aslında bir sultansın. Dü cihânın emvâli, her şeyi sana verilmişdir. Gördüğün sıkıntılar, meşakkatler ki müslümanlar musîbetden kurtulamazlar, müslümanın kellesi Yezid'den, paçası itden kurtulmaz. Hiç, katiyyen râhatı yokdur bu işin. Rahâtı, safâsı ibâdetdedir, Hakk'dan bilmekdir, Allah'la olmakdır. En râhatı budur. Hakk'la beraber olmakdır, Hakk'dan olduğunu bilmekdir, Hakk'ın kulu olduğunun farkına varmakdır, O'nu unutmamakdır. O vakit safâya erer mü'min.

Sabahleyin geliyorlar, sultânı o korkunç rüyâdan uyandırıyorlar, halbuki sarayda yatıyor kendisi. Sen şimdi aynı mülke mâliksin. Gördüğün bu meşakkatler, bu sıkıntılar, oruçlar da senin için sıkıntı idi, sana Allah mahşerin şiddet ve dehşetini gösterdi oruçla, açlıkla ve susuzlukla. Çünkü kıyâmet gününde cümle mahlûkât-ı ilâhiyye aç ve susuzdur ve çıplakdır. 

Hattâ Ümmü'l-mü'minîn Cenâb-ı Âişe radıyallahu anhâ Vâlidemiz Resûlullah'a demiş ki, "Yâ Resûlallah, kadın erkek de çıplak mı?". "Evet Yâ Âişe". "Kadınlar erkeklere bakmazlar mı? Erkekler kadınlara bakmazlar mı?" deyince, "Öyle bir gündür ki herkes cân derdine düşmüş, kimse kimseyi görmez, kendinden başka" diyor. Peygamberler bile o günün şiddet ve dehşetiyle dizlerinin bağları sökülmüş, "nefsî, nefsî" diye çökmüşler yere. 

Ya tok olanlar? Cenâb-ı Hakk diyecek ki, "Uzun günlerde benim rızâm için yemediniz, içmediniz, gelin arşımın gölgesine, orada benim peygamberim Muhammed'imle, Aliyye'l-Mürtezâ ile, Sıddîk-i Ekber ile, Ömerü'l-Fâruk ile, Osmân-ı Zinnûreyn ile, Haseneyn ile beraber gelin iftar ediniz". Vallâhi böyle olacakdır! Sıkıntılar geçdi. 

Geldi melek söylüyor şimdi, "Kalk sultânım, kalk kalk". Uyanıyorsun. "Aman yâhu gördüğüm neymiş?". Rüyâ. Dünyâ hayâtı rüyâdan başka bir şey değil. Esasda nasıl sultân isek, gene sultânlığımız devâm. Kâfirin ise öyle değil. Geliyor bir bekçi, "Kalk ulan serseri!" diyor bir tekme atıyor, bir de gözünü açıyor ki görmüş olduğu rüyâdan başka bir şey değilmiş. O otomobiller, husûsî arabalar, metresler, teresler, yazlık evler, kışlık evler filan. Allah'ı bilmeyenler. 

Sakın hâ, dîn-i islâm servete mâni değildir. Allah'ın emrini yerine getirdikden sonra servetin bir zararı olmaz. Allah sana şerîatiyle tarîf etmişdir, zekâtını, malının kırkda birini vereceksin, karz-ı hasen vereceksin, sadakât vereceksin, yardım edeceksin, o vakit mesele kalmaz. Servet düşmanlığı yok islâmiyyetde. Vermezsen, toplarsan, kimseye tattırmazsan, mal Allah'ındır, sen vekilharçsın, sen kim oluyorsun da Allah'In vekilharcı olduğun hâlde, fukarâyı, Allah'ın ayâlini men ediyorsun yardımdan. O valkit cezâya çarptırılır. 

Bir de bakacak ki kâfir, kâfirin hayâtı bu, bir de bakacak ki, eyvâh, yatdığı yer onun taş üstüymüş, köprü altıymış. Serseriymiş, gördüğü rüyâdan başka bir şey değilmiş. İşte kâfirin hayâtı bu, dünyâ hayâtı. Mü'minin de hayâtı az evvel anlatdığım gibi. Hangisini istiyorsun? Aklın başında var. 

Bir yola girmişsin, Hazret-i Muhammed'in çizdiği yol, sallallahu aleyhi vesellemin. Bu yol nûrlu yol, Allah'giden yol. İslâmdan başka hiç bir yerde safâ yokdur. Her şeyde cefâ var. Safâ islâmda, safâ îmânda, Allah ve Resûlünü sevmekde, o yolda bulunmakda. Zâhirde çirkin görünebilir, nefse ağır gelir, oruç tutmak, namaz kılmak, şu bu filan ama, hakîkatde safâdır. Ne vakit ki kalbin dönecek Allah'a, o vakit namazdan zevk duyacaksın, oruçdan şevk duyacaksın, Allah'a secdeden haz duyacaksın. Seni birisi namazdan men etse, sen namazı gene kılacaksın. Öldürmeye kalksalar gene Allah için secde edeceksin. Îmân kalbe girdi çünkü. Yedi a'zâda nûr zâhir oldu. Bir hâneye nûr girdiği vakitde, pencerelerinden dışarıya ziyâ vurur onun. Mâdem ki kalbde nûr-i îmân, nûr-ı Kur`ân vardır, onun bütün a'zâ ve cevârihinden Hakk'a karşı abdiyyeti zâhir olur. Acaba anlatabildik mi? Geçiyoruz.

Şimdi size bir misâlini verelim, canlı misâlini, ondan sonra dersimize nihâyet verelim, hutbemize. Bire on. Bu da Hakk'a kasem ederim ki, bire on, en ekaldir. "وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ vallâhu vâsi'un alîm"dir, "سَبْعَ سَنَابِلَ ف۪ي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِائَةُ حَبَّةٍۜ seb'a senâbile fî külli sünbületin mietü habbe" âyet-i kerîmesinden. Yedi milyon da verebilir. En ekal bir sevâba on sevâb yazılır. Ey mü'minler! Unutmayınız. Vaktinizi boşa sarfetmeyiniz. Nefesinizi Allah'sız geçirmeyiniz, ömrünüzü.

Bir gün Hayder-i Kerrâr, Sâkî-i Kevser, Fâtih-i Hayber,  Vâris-i Ulûmü'n-Nebevî, Cenâb-ı İmâm-ı Ali, Esedullahi'l-Gâlib Ali ibn Ebî Tâlib Hazretleri, Cenâb-ı Fâtımetü'z-Zehrâ'nın huzûruna girdi. 

Cenâb-ı Fatıme kimdir bilir misin? Resûlullah tayîn etmiş, "Ali ve ben bir nûr-ı vâhidiz". "Yâ Fatıme enti bid'atin minnî, sen benim parçamsın Yâ Fâtıme" demiş. Cüz-i Muhammediyyet var Cenâb-ı Fâtıme'de. Resûlullah'ın parçası. 

Cenâb-ı Ali kerremallahu vecheh, huzûr-ı Fâtıme'ye girmiş, bakmış ki Cenâb-ı Fâtıme'nin rengi bembeyaz. Sararmış. O güzel yüzü, nûrlu yüzü, gül yanakları solmuş. Hazret-i Muhammed'in kızı bu. Hasen'in annesi, Hüseyn'in vâlidesi. Arşın çifte küpelerinin, arşın küpelerinin, süslerinin annesi. Cennetin gençlerinin annesi Cenâb-ı Fâtıme. 

Hazret-i Ali kerremallahu vecheh içeri girdi bakdı ki yüzü sararmış Cenâb-ı Fâtıme'nin, hemen geldi ellerini tutdu, mübârek ellerini, Cenâb-ı Fâtıme ayağa kalkmak istedi, oturtdu. "Yâ Fâtıme, rahatsız mısın?". "Çok rahatsızım Yâ Ali bugün, bedenen çok muzdaribim". "Ne alayım sana ne getireyim?". Cenâb-ı Fâtıme buyurdu ki, "Bana bir nar getir Yâ Ali". 

Narda büyük şifâ vardır, onu da söylemeden geçmeyeceğiz. Şimdi kusuruma bakmayın benim, ben zevklendim mi kendim anlatırım, konuşurum. Benim kusurumu affedin. Narı yediğiniz vakitde, hepinize hitâb ediyorum, bir tek tânesini yere dökmeyin ve tamâmını yiyin. Narın içerisinde bir şifâ vardır, bir tânesindedir. Her derde devâdır. İki derdin çâresi yokdur. Biri, ihtiyarlamanın çâresi yokdur. Biri, ölmenin çâresi yokdur. Bu nardaki bulunan hâssa, bütün derdlere devâdır. Kansere dahi devâdır. O bir tek tâneyi bulmak mesele. Onun için hepsini birden yemek lâzım. 

Cenâb-ı Fâtımetü'z-Zehrâ Cenâb-ı Ali kerremallahu vecheye diyor ki, "Yâ Ali, canım nar istiyor, nar şifâ-i külldür bana nar bul gel. İster ekşisi, ister tatlısı olsun". 

Allah'ın yaratdığı, Allah'ın bize helâl kıldığı, tayyib olan nesnelerin hepsinde şifâ vardır. Bunu unutmayınız. Allah'In men etdiği şeylerde de cefâ vardır. Ona elinizi sürmeyiniz. Allah men etdi mi bir şeyi, onda şifâ olmaz, Allah'ın men etdiği şeyde. Dâimâ Cenâb-ı Hakk'ın bize müsaade etdiği, Hakk'ın emretdiği yollara gidin, Allah'ın men etdiği yollara gitmeyin. Sakın hâ gitmeyin! Aman gitmeyin! Çok pişman olursunuz sonra. Fakat pişmanlığımız fâide vermez.

Cenâb-ı İmâm-ı Ali'nin cebinde on parası yokdu. Acaba fakîrliğinden mi yok? Kur`ân-ı Kerîm'de Sûre-i İnsân, Sûre-i Dehr, Sûre-i İnsân Hazret-i Ali hakkında nâzil olmuşdu, Ehl-i Beyt hakkında nâzil olmuşdu. Esteîzübillah, "وَيُطْعِمُونَ الطَّعَامَ عَلٰى حُبِّه۪ مِسْك۪ينًا وَيَت۪يمًا وَاَس۪يرًااِنَّمَا نُطْعِمُكُمْ لِوَجْهِ اللّٰهِ لَا نُر۪يدُ مِنْكُمْ جَزَٓاءً وَلَا شُكُورًا اِنَّا نَخَافُ مِنْ رَبِّنَا يَوْمًا عَبُوسًا قَمْطَر۪يرًا ve yut'imûne't-ta'âma 'alâ hubbihî miskînen ve yetîmen ve esîrâ, innemâ nut'imüküm li vechillahi lâ nürîdü minküm cezâen velâ şükûrâ, innâ nehâfu min rabbinâ yevmen 'abûsen kamtarîrâ." Yani hanelerinde ne varsa, veriyorlardı.Üç gün oruç tutmuşlar, akşam vakti Allahu Teâlâ Cebrâil'i insan şeklinde göndermiş kapılarına, "şey'en lillah" demiş, bütün yiyeceklerini vermişlerdi, bir suyla açmışlardır oruçlarını. Bu kadar kanâatkâr, mütevazi ve Ümmet-i Muhammed'e şefkat ve merhametli. Hattâ Cenâb-ı Fâtıme radıyallahu anhâ Vâlidemiz, mihrini dahi şöyle almışdır, mihrini. Mihir nedir bilir misiniz? Nikahda bir mihir vardır, mihir koyarlar nikahda. "Yâ Rabbi, İmâm-ı Ali'nin mihrini helâl edeceğim yalnız bana ümmetimin kadınlarına ve oğullarımın musîbetine ağlayanlara beni şefî kıl". Bu şartla. Mihrini helâl ediyor İmâm-ı Ali'ye Hazret-i Fâtımetü'z-Zehrâ Vâlidemiz. Pek kıymetlisi Peygamber'in, pek sevgilisi. Kaç defa içeri girerse, Hâne-i Saâdet'den, odadan içeriye, Resûlullah o kadar ayağa kalkarmış kendisine, mübârek ellerini alır bağrına basar, mübârek ellerini öpermiş. O kadar seviyor. İsterdim ki size Fâtımetü'z-Zehrâ'nın bir kıssasını anlatayım ama vakit dar, geçiyorum şimdi. İnşâallah başka zaman anlatırız. 

İmâm-ı Ali'nin on parası yok cebinde nar almak için. Neden? Hepsini dağıtmışlar, ümmete vermişler. Hattâ sormuşlar kendisine, Allah'ın aslanına sormuşlar, demişler ki, "Yâ Ali, zekât kaçda kaçdır?". "Ümmet-i Muhammed'e, avâmm-ı nâs için yani, kırkda birini vermek". "Yâ size?". "Bize, hepsini vermek. Hattâ kelleyi vermek". Verdi kellesini. Allah yolun verdi kellesini İmâm-ı Ali, sözünde durdu. Mübârek kanları akdı göğsüne. Kanından kendine kefen biçdi. 

Ne fazîlet görseniz efendim! Nasıl anlatalım. Hangi şâir söyleyebilir, hayâliyle bile söyleyemez onların fazîletini. Allah medh etmiş, meddahları Allah Kur`ân-ı Kerîminde. Evet efendim, meddahları Allah, Kur`ân-ı Kerîm'de Allah medh ediyor bunları. Ne âlimi, ne şâiri, ne belîğ ve fasîhi bunların medh ü senâsını yapamazlar. Kâfî gelmez, kelimât kâfî gelmez. Kelimeler yirmi sekiz harf, yirmi sekiz milyon olsa kâfî gelmez, yirmi sekiz milyar kelime olsa kâfî gelmez. 

Dağıtmışlar hepsini. Hemen dışarı çıkdı, bir bostancının yanına gitdi, çalışdı onun yanında. Ayıp bir şey değil. Kim bu? Allah'ın aslanı çalışdı. Kuyudan su çekdi, bahçeyi sulamak üzere, bir nar almak üzere. Aldı ve geliyor, yolda bir garîb gördü, kenara oturmuş, yüzü sararmış, eli ayağı titriyor, İmâm-ı Ali'ye şöyle hitâb etdi, "Yâ İmâm, elindeki narı bana versene" dedi böyle. "Fâtıme'ye mi götüreyim, cihânın en efdal kadını Fâtıme'ye mi götüreyim narı, yoksa fakîre mi vereyim?". Dedi ki, "Fâtıme Resûlullah parçasıdır. Ehl-i Beyt maden-i mürüvvetdir, merhamet madenidir, fazîlet, mürüvvet madenidir, fukarâya vereyim" dedi, "Fâtıme sabreder" dedi. Onlar fedâî çünkü, kıyâmet gününde de fedâîler. 

Resûlullah ne diyor baksana, "Yâ Rabbi ümmetimi nâra koyacaksan beni de onlarla beraber koy nâra" diyor. Herkesin yapacağı iş değil ki. Seyyidinâ Hazret-i Sıddîk-i Ekber de böyle, Ebâbekir Sıddîk. Duâsı böyle, "Yâ Rabbi, benim vücûdumu öyle büyüt, öyle büyüt, öyle büyüt ki, benim vücûdumla cehennem dolsun, orada Ümmet-i Muhammed'e yanacak yer kalmasın" diyor. Dûası böyle. Gene bir veliyyullah diyor ki, "Ne kadar hastalık, belâ, cefâ varsa bana ver Yâ Rabbi, Ümmet-i Muhammed'e verme, onlara ben kurbân olayım, kalkan olayım onlara" diyor. Fazîletlerini söylemeye diller kâfî gelmez. Cinniler ve insanlar birbirlerine zahîr olsalar, gene fazîletlerini söylemeye dil kâfî gelmez. Canlı Kur`ân'dır onlar, canlı Furkân'dır onlar. Geçiyoruz. 

Verdi ve geldi. Kapıdan içeri girdi, Cenâb-ı Fâtıme tebessüm buyuruyorlar. "Geçmiş olsun, nasıl oldun?". "Sen garîbe verdin narı, şifâsı bize oldu". 

Evet efendim, bunu unutmayın sakın hâ! Sen burada bir karıncayı kurtarırsın, bak dinle beni!, hikâye diye dinleme, ibret al ve aynı amelde bulun, burada sen bir karıncayı sudan kurtarırsın Allah evlâdını sudan kurtarır senin, evlâdını bağışlar. Sen burada bir kimseye, bir fukarâya ilaç alıverirsin, evdeki hastan iyi olur. Vücûdlar bir salkımın tânelerine benzer. Bak sana misâl veriyorum. Bütün insanlar, bir salkımın tânelerine benzer. Kâfirler olmamışlarıdır, fâsıkları çürümüşleridir, tam kemâlde olanlar mü'minlerdir, o salkımın tâneleri. Bazı evliyâullah o salkımı sıkmış bir bardağa doldurmuşdur, bazısı. Kendi civârındakileri. Dikkat buyurunuz. Onun için birbirimizle irtibâtımız var. Onun için sana yapdığım iyilik Allah'a sevâb olarak yazılmakdadır. İrtibâtımız var, bir salkımın taneleri gibiyiz yani. Yeşil de olur içinde, siyah da olur, çürüğü de olur, ekşisi de olur. Onları ayırırız böyle. Fâsıkları çürükleri, yeşilleri olmamış hamları, kuruları kâfirleri, yeşilleri daha olmamış, ibâdete lâyık olmamış, ibâdet kılmıyor onun gibi yani. Onun için kimseye buğzetmeye lüzûm yok. 

"Yâ Ali, sen fakîre verdin narı, ben şifâyâb oldum". 

Bir misâl. Anlatmadan geçemeyeceğim, imkânı yok. Kaç tâne şey geldi, zuhûr etdi, söylemedim, bunu söyleyeceğim. 

Köylü kadını oturmuş yemek yiyor, son lokması kalmış elinde, bir lokma ekmeği. Kapı çalınmış, kalkmış kadın bakmış, fukarâ. Demiş ki, "Çok açım, bana biraz ekmek ver" demiş, "bir parça ekmek". "Valla" demiş, "bir lokma ekmek kaldı evin içerisinde. Bitirdim sen geldin. İstersen bunu al". "Bana kâfî, kifâf-ı nefs eder" demiş. Ölmem yani onu yersem. "Çok açım" demiş. Bir lokma ekmek. "Allah önüne çıkarsın" demiş, "bu yedirdiğin ekmeği" demiş. Ertesi günü tarlaya gidiyorlar. İçinizde bir çokları, zürrâ evlâdı yani çiftçi çocukları, köylü çocukları. Tarlaya gidiyorlar, tarlada çocuğu koymuşlar, ağacın altına bir salıncak yapmışlar, çocuğu oraya yatırmışlar. Çocukları varmış kundakda. Adam biçiyor, kadın arkadan bağlıyor ve demet yapıyor buğdayları. O aralık bir kurd gelmiş, yavruyu aldığı gibi kundağından, almış başlamış götürmeye. Derken görmüş annesi, kurdun peşine, babası kurdun peşine, kurd kaçıyor, onlar kovalıyorlar. 

Evlad bu! Baba oldun mu! Olmadın. Evlad kıymetini bilmezsin. Onun için bak babanın kıymetini bil. Baba olduğun vakitde anlayacaksın babanın ne olduğunu. İskele babası değil, baba, babadan bahsediyorum. Baba olmadın daha, bilmezsin sen babanın ne olduğunu. Damdan düşmeyen hâlden bilmez. Babanın kıymetini bil, itâatda, muhabbetde, ihsânda, ikrâmda, hizmetde. Sakın gözün yılmayacak bu husûslarda. 

Koşuyorlar peşinden filan. Derken bir zât zâhir olmuş. Kurdu yakalamış, ağzından çocuğu almış, yere koymuş, kurdu bir yere çalmış, hayvanı oraya uzatmış ve hayvan kaçmış gitmiş oradan. Dönmüş köylülere demiş ki, "Dünkü lokmaya bedel bu lokma oldu" demiş. "Bu lokma, dünkü lokmaya bedel oldu" demiş. Çünkü kurda göre çocuk bir lokma. 

Unutmayın sakın hâ! Dâimâ iyilik kardeşler. İyiliğe gidiniz. "Efendim bana fenâlık yapdı". Yâhu yüz defa fenâlık yapsa da gene iyilik et sen ona. Sakın, kendini kolla ama iyilik et. Düşmanlıkdan iş çıkmaz. Düşmanlık iyi bir şey değildir. Kâfiri bizim cedlerimiz, muhârebe meydanında kendisiyle harb eden kâfiri vurmuş, kâfir su istemişdir, vurduğu kâfire su vermişdir eliyle vuran gâzî. Senin baban bu. İslâm bu. Bir tekme daha atmamış. "Beni öldürmeye geldin, ben seni vurdum". Su istemiş, çekmiş matarasını kendi içeceği suyunu vurduğu kâfire içirmişdir. Bu. Sen Yezid misin suyu keseceksin! Yani suyu keseceksin dediğimin manâsı merhameti keseceksin. Yezid misin sen! Biz Allah Resûlünün, Ehl-i Beytinin, ashâbının, ensârının, evliyâsının, ulemâ-i âmilînin yolunda bulunan insanlarız ki bu yol Allah'a gider bu, bu yol rızâya gider. 

Biz gelelim dersimize. Eyvah eyvah, uzattık iyicene. 

Cenâb-ı Fâtıme iyileşmiş. O aralık kapı çalınmış. İyi dinle! Cenâb-ı Ali kapıyı açmış, bakmış Selmân-ı Fârisî. Selmân-ı Fârisî Hazretleri İranlı olmasına rağmen, Cenâb-ı Peygamber onun hakkında, "Selmân min ehli beytî, benim ehl-i beytimdendir" demişdir, ona bu rütbeyi vermişdir, Selmân çok büyük adam. Selmân gelmiş kapıya. Elinde bir örtülü tepsi. İyi dinle! Kulağını benden yana ver! "Selâmün aleyküm Yâ İmâm", "ve aleyküm selâm Yâ Selmân, nedir?". "Allahu Teâlâ selâm etdi, bu tepsideki bulunan eşyâyı, içindeki bulunanı Resûlullah'a gönderdi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de selâm gönderdi, size gönderdi bunu. Buyrun". Hazret-i Ali kerremallahu vecheh perdeyi kaldırmış, üzerindeki örtüyü bir de bakmış ki dokuz tâne nar. Ama cennet narı. Dünyâ narı değil, cennetde yetişmiş narlar. Şöyle bakmış İmâm-ı Ali kerremallahu vecheh, demiş ki, "Yâ Selmân, bu nar dokuz olmaz" demiş, "bunun on olması lâzımdı, en ekall. Nerede bunun bir tânesi". O vakit kolunun içerisinde narı çıkarmış Hazret-i Selmân, ilâve etmiş, demiş ki, "Yâ İmâm, bir talebenin hocasını imtihanı ayıpdır". Bir dervîşin şeyhini imtihanı ayıpdır. "Ben bunu yapdım ama sizi imtihan için değil. Sizin fazîletinizi ve bir sadakanın bire on olduğunu ilân için yapdım bu işi" demiş, "buyrun" demiş, onuncu narı vermişdir. 

Onun için yapacağın ibâdet ve tâat bire ondur. Şimdi bir ay Ramazan tutdun, altı gün de Şevval'den tut, otuz altı, onla çarp üç yüz altmış, beş gün bayram, üç yüz altmış beş. Bütün seneyi oruçla geçirmiş gibi olursun. Lisânını tutamıyorsan, gözünü haramdan sakınamıyorsan, açlığın yanına kâr kalır. Yedi a'zâna oruç tutduracaksın. Yalnız yemek, içmek, cinsî münâsbetden berî olmak değil. O, avâm orucudur o. Sen havas orucu tutacaksın. Gözünle harama bakmayacaksın. Gözüne ibret nimetini koyacaksın, bakdığın vakitde ibretle bakacaksın kâinâta. Yaa, semâ nasıl ref olunmuş, ard nasıl döşenmiş, yıldızlar nasıl süslemiş semâyı, nasıl tezyîn etmiş, bunları göre. Sonra lisânını tutacaksın gıybetden. İşin ağırsa, o vakit orucunu ye fakat zikrullah ile bulun. Ramazan orucundan bahsetmedim hâ! Şevval orucundan bahsetdim. O vakit lisânını tut. Oruç tutamayan lisânını tutsun. Farz oruç, o farz, boynumuzun borcu, islâmın bir rüknü o. Oruç, namaz, zekât, hac, rükn-i islâm onlar. Binâenalâzâlik bu Şevval orucunu tutamayan, lisânını tutsun, sâhib olsun. İbâdet ve tâatına baksın. Ve gönlünden Hakk muhabbetini kaldırmasın. 

Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm. 

www.muzafferozak.com

Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 15 Ağustos 1980 (4 Şevval 1400) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.
Listeye geri dön