1 Ağustos 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri buyuruyorlar ki :
Bu âlem hayâl olduğu cihetden hayâlâtı çokdur ve vücûdun atvârında telvînât-i kesîre vardır. Bu sebebden zâhir-i vücûddan bâtın-ı vücûda intikâl edinceye dek zahmet çekilir. Nazar eyle ki hokkabâzların ve sihirkârların yüzünden ne vech ile tahyîlât vâkı' olur ve bir avret bir küpe binip Hindistân'a gider ve kameri semâdan tenzîl edip inek gibi sağarlar, maa-hâzâ tertîb ve nizâm-ı 'âlem ke’'-evvel yerindedir. Ve 'âlemde nefsden sihirbaz yokdur ki enfüs ve âfâka zararı dokunmakdan hâlî değildir ve Şeytân dahi onun esîridir.
Ey âşık! Bu cihetden def'-i vesvese ve hayâl için bir hırz lâzım oldu ki tevhîdde temkîndir. Zîrâ gerçi her mü'min ehl-i tevhîddir, fe-emmâ sûret-i tevhîdde kalmışdır ve hakîkat-i tevhîde ermemişdir. Eğer Şeytân, hakîkat-i tevhîde vâsıl olaydı, kâfir olmazdı. Ve eğer her mü'min dahi, bu mâideden nasîb bulaydı, aç kalmazdı.
Pes, ma'lûm oldu ki bu 'âlemin iki türlü bâtını vardır ki biri 'âlem-i esmâ ve sıfatdır ve biri dahi ebtanü'l-bevâtındır ki 'âlem-i zâtdır. Bu cihetden, her bâtın-ı 'âleme duhûl eden ebtanü’l-bevâtına duhûl edemez. Zîrâ ebtanü'l-bevâtın bezl-i zât mukâbelesindedir. Ve şol ki henüz zâhir-i 'âlemdedir, ki mertebe-i anâsırdadır, bâtın-ı 'âlem olan esmâ ve sıfata ne vech ile duhûl eder. Ve duhûl etdiği sûretde ekseri, "Bu bana yeter" diye orada kalır. Yani gerçi boncukdan halâs olup cevher bulur, velâkin nûr bulmaz. Ve nûr cevherin fevkındedir ki onda ta'ayyün ve teşahhus yokdur. Belki ta'ayyünü matrah ve mahallinin ta'ayyününe tâbi'dir, cevherde ise vücûd vardır.
Ve buradandır ki merâtib-i nâs tefâvüt üzerinedir ki kimi miskden püşteler ve kimi cevherden kürsüler ve kimi nûrdan minberler üzerinde otururlar. Ve mekânları nûrânî olduğu gibi zamânları dahi nûrânîdir ki derûn-i cennet, tecellî-i ilâhî ile münevverdir, güneş ve emsâli nesne ile değil. Zîrâ güneş nûr-i şa'şânî-i zâtî olmakla ihrâkdan hâlî değildir. Cennetde olan nûr ise nûr-i rubûbiyyetdir. Onun için ehl-i cennetin nazarı bu nûradır, nûr-i zât-i mücerrede değil. Ve onların temettu' etdikleri ni'am-ı ilâhiyye dahi nûrdur. Onun için fazalâtı olmaz, belki arak-ı müşkîn teraşşuhu ile mündefi' olur. Ve hûru'l-'ıyn dahi nûrdandır. Onun için umûr-i müstakzereden mutahharelerdir.
Pes, 'âlem-i nûrun cümle-i ahvâli bu tarîk üzeredir. Ve ehl-i nûr-i mahz olmayanlar dahi olanlara mülhak olup onların sâyesinde hoş geçerler ve müsterîh olurlar. Ve bu dahi Hakk’ın ve ehl-i Hakk’ın rahmet-i vâsi'asındandır. Zîrâ dünyâda kemâl ehli nâkıslara mülhak olup onların ibtilâsıyla her yüzden mübtelâ olmuşlardı. Ve bu derdi çekdiler, "âh" demediler. Böyle iken âhiretde kendi makâmlarından ve na'îmlerinden hisse verdiler ve kendi berâberleri kıldılar. Eğerçi bâtınları yüzünden aralarında fârûk vardır. Zîrâ kâmillerden Hakk Te'âlâ aslâ müstetir olmaz. Nâkıslar ise ya günde bir kerre veyâ haftada bir def'a ancak görürler.
Gel imdi bu hakâyıkı tedebbür eyle ve kâmillerin netîcesi ne makûle netîcedir bil ve ona göre sa'y eyle ve onlardan birine karîn ol. Zîrâ ona mukârenet melekden ilhâm ahz etmek gibidir. Ve bir kimsenin ki karîni melek ola ve ona gûş tuta ve ondan ahz etmeğe ihtimâmı ola, onun şeytânı mağlûb ve zebûn olur ve vesveseden kurtulur ve vesvese yerine havâtır-ı mahmûde ve feyz-i ilâhî ile meşhûn olur. Temkîn ehline ise bir daha 'âlem-i vesveseye rucû' yokdur. Nitekim Ebû Süleymân Dârânî kuddise sırruh buyurmuşdur ki, "lev vasalû mâ raca'û". Yani hakîkat-i vuslatın netîcesi 'adem-i rucû'dur.