14 Aralık 2019 tarihinde yayınlanmıştır.
Tabii. Ve bu mücâdele devam ede ede sonunda ya "lâ" diyen gâlib gelir ya "illâ" diyen gâlib gelir. Makbûl olan, "illâ" deyip tasdîk edendir, inkâr eden mağlûb olur. Onun için herkesin içeriden bu mücâdeleyi yapması lâzım. Az evvel beyân ettiğim gibi, şirkden tevhîde gelinir, şübheden yakîne gelinir. İç âlemdeki mücâdelenin nihâyetinde vücûd iklîmine rûh galebe çalarsa o kimse Hakk'a teslîm olur, nefis galebe çalarsa o vakit o kimse Hakk'a âsî olur.
Rûh kazandıysa, kişi insan olur, insan olunca da bütün insanlık ondan fayda görür. Nefis galebe çalarsa, kişinin hem halka hem de nefsine zararı olur. İşte bunlardan belli olur.Sohbetin devâmında, "Bu mücâdele devam ettiği müddetçe insan bir zulmet içindedir. İnsan içinde bulunduğu bu zulmetden nasıl kurtulabilir ve aydınlığa nasıl erişebilir, ışığı nasıl bulabilir?" diye sorulunca, Efendi Hazretleri şöyle buyurdular :
Işığı görmüyor mu? Güneş kâinâtı nasıl aydınlatıyorsa, gelen peygamberler de kâinâtı öyle aydınlatmış ve onlara tâbi olan, onların vârisleri olan velîler, büyük âlimler de kâinâtı aydınlatmışdır. O aydınlığın altında, insan saçında kara mı var, beyaz mı var, görür, görmemenin imkânı yok.
İnsanı hak ve hakîkate çeken ve hayra götüren aklı ve rûhudur. Fakat rûh başda gelir, akıl ona arkadaşdır, yoldaşdır. Bazı esrârı akıl kaldıramaz, aklı Allah yolunda kurbân etmeyince, hakîkate vâsılk olunmaz. Akıl lâzımdır, rûh ile arkadaş olursa vücûd iklîmine galebe çalar. Ama herşey akılla ölçülmez, ölçülmediği için de bazı esrâr-ı ilâhiyye karşısında aklı kurbân etmek lâzım gelir.
İslâm sôfîlerinden biri bilmediği bir şehre geldi. Meselâ benim bu şehre geldiğim gibi. İsmi Abdullah idi. Geldi, bakdı, bir çocuk yol üstünde oynuyordu, toprakları bir yere topluyor, gülüyor, sonra dağıtıyor ve ağlıyordu. Ufak bir çocuk, dört beş yaşında filan. Abdullah el-Mübârek karşıdan çocuğu görünce, "Bu çocuğa selam vereyim mi?" diye düşündü. İçinden bir kuvvet "Verme, çocuk selâmın kıymetini ne bilir" dedi. Dİğer bir kuvvet ise, "Ver, ver! Aklını kurbân et. Çünkü Muhammed aleyhisselâm çocuklara selâm verirdi" dedi. O vakit Abdullah el-Mübârek, nefis tarafını tutmadı, rûh tarafını tuttu ve aklını kurbân etti. Yani çocuk selâmın kıymetini bilir mi bilmez mi diye düşünmedi, Resûlullah'a teslîm oldu. Geldi ve "Es-selâmü aleyküm yâ veledî" diye çocuğa selam verdi. Yani "Allah'ın selâmı senin üzerine olsun çocuğum" dedi. Çocuk, "Ve aleyküm selâm yâ Abdullah el-Mübârek" diye cevap verdi. Abdullah el-Mübârek şaşırdı, "Çocuğum, ben buralı değilim, sen benim ismimi nereden biliyorsun? " diye sordu. Çocuk dedi ki, "Âlem-i ervahda biz seninle aynı safda bulunuyorduk. Allah sana böyle hitâb etmişdi, benim de hatırımda oradan kaldı" dedi. Abdullah el-Mübârek çocuğa sordu, "Peki bu topraklarla niye oynuyorsun?" dedi. Çocuk, "Oyun oynamak çocukluk ihtiyâcıdır, çocukluğumda oynayayım ki, büyüdüğüm vakit oynamayayım" dedi. "Küçükken oynamayanlar büyüdüklerinde oynarlar" dedi. Onun üzerine Abdullah el-Mübârek düşündü ve "Ben bu çocuğa aklı, nefsi ve rûhu sorayım bakayım, bunda ilm-i ledünn var" dedi ve sordu. Çocuk şu cevâbı verdi, "Sen karşıdan gelirken beni gördün ve bu çocuğa selâm vereyim mi vermeyeyim mi diye düşündün. İçinden bir kuvvet verme çocuk selâmın kıymetini ne bilir dedi, işte o nefsindir. Diğer bir kuvvet dedi ki, çocuk diye selâm vermemezlik yapma sakın ha, sen Resûl'e tâbi ol, çünkü Resûl, çocuklara selâm verirdi, onları okşardı. Onun için aklını Resûl'ün yolunda kurbân et ki, hak ve hakîkate eresin dedi. İşte o da rûhundur. Sen de geldin Resûl'e uyduğun için selâm verdin, ben de senin selâmını ismini söyleyerek aldım" dedi.
Peygamberlerin gözleri açıkdır, görürler. Yani onların basarları gördüğü gibi basîretleri de görür. Bizim ise baş gözlerimiz görür, kalb gözlerimiz görmez. Peygamberlere vâris olanlar aynı kuvvete mâlik olurlar.
Yaz sabahı at üstünde yola çıkan iki kişi vardı. Birinin gözleri açık, diğeri a'mâ idi. Gözleri görmeyen adam bir ara elinden kamçıyı yere düşürdü, atından inip el yordamıyla kamçıyı aramaya başladı. Ararken eline bir şey geldi, kamçısını bulduğunu zannetti, halbuki bulduğu şey bir yılandı. Sabah serinliğinde kıvrılmış hareketsiz yatıyordu. Kör adam, onu eline aldı, güzel bir kamçı zannetti, hoşuna gitti. Gözleri gören adam geri döndü ve gözleri görmeyen adama "Nerdesin sen?" diye sordu. Kör, "Kamçımı düşürmüşdüm, onu arıyordum, Allah onun yerine bana güzel bir kamçı verdi. Bak ne kadar muntazam" diyerek elindeki yılanı gösterince, gözleri gören adam dehşete kapılarak, "Aman! Onu derhal bırak, o kamçı filan değil, yılan o!" diye bağırdı. Kör, "Ne yılanı yâhu, sen bana hased ediyorsun ve bu nimeti benim elimden almak istiyorsun" dedi. O zât dedi ki, "Ben görüyorum, sen görmüyorsun. Gel sen bana yani görene tâbi ol ki başın belâya girmesin" diye nasîhat etti ama kör, onu dinlemedi. Bir müddet sonra hava biraz ısınınca yılan adamı sokdu ve onu öldürdü.
Enbiyâ-yı kirâm hazerâtının gözleri açıkdır, biz görmeyiz. Biz bazen kamçı diye elimize yılan alırız. Onu bize enbiyâ yâhud onlara vâris olan evliyâ gösterir. "Elindeki kamçı değil, yılan der". Onlara uyanlar kurtulurlar, uymayanlar helâk olurlar. Köre akıl kâfî geldi mi? O aklını kurbân etmedi, yılan onu helâk etti. Akıl hiç bir şeye kâfî gelmez. Eğer akıl kâfî gelseydi Firavun Mûsâ'yı kucağında büyütmezdi.