Yalnız Allah'dan İste

9 Ekim 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

http://schemas.google.com/blogger/2008/kind#post
Muzaffer Efendi Hazretleri bir sohbetlerinde buyurdular ki :
Kimseden bir şey isteme! Senden isteyeni de sakın boş çevirme, mahrûm etme. Ne isteyeceksen Allah'dan iste. Kullardan istersen kullar sana darılır, Allah'dan istemezsen Allah sana darılır! "Kulum neden benden istemiyor" diye Allah gücenir.
İslâm'da isteyeni reddetmek olmadığı gibi istemek de yokdur. Attan aşağı kamçın düşse, aşağı inip kendin alacaksın, kimseden istemeyeceksin.
Efendi Hazretlerinin bu nasîhatleri, muteber hadîs kitaplarında yer alan şu hadîs-i şerîfin şerhi mâhiyetindedir :


 إِذَا سَأَلْتَ فَاسْأَلْ اللَّهَ وَإِذَا اسْتَعَنْتَ فَاسْتَعِنْ بِاللَّهِ
Bir şey isteyeceğin zaman Allah'dan iste.
Bir yardım aradığın zaman Allah'dan yardım dile.

Efendi Hazretleri bu sohbet meclisinde şu ibretli menkıbeyi de lutfetmişlerdi :
Mâlik İbn Dînâr zamânında, Mâlik İbn Dînâr ki tâbiînin ileri gelenlerindendir, iki tâne mecûsî yani ateşperest kardeş varmış. Var ya Allah'ı bırakıp ateşe tapan sersemler. Bu iki ateşperest kardeş demişler ki, "Diyâr-ı Arab'da bir peygamber çıkmış, ismi Muhammed'miş, O'nun dîni şöyleymiş, böyleymiş, gidelim soralım bakalım, tahkîkât yapalım, bu dîn nasıldır, eğer bu dîn iyi bir şeyse bu dîne girelim. Çünkü senelerden beri dedelerimiz bu ateşe tapıyor. Dedelerimizin dedesi hep bu ateşe tapıyor. Eğer bu ateşde bir kerâmet varsa, tapınmamız bir işe yaradıysa, elimizi ateşe sokalım, elimiz yanmazsa, demek ki bunda bir şey var, ama eğer elimizi yakarsa, bu âbâ u ecdâdımızın yaptığı ibâdet nereye gitti?" demişler. İkisi de ellerini ateşe sokmuşlar, ikisinin de eli yanmış. Yanınca, "Bunda hayır yok" demişler. "Çünkü dedemizin dedesi hep buna tapmış, bu hâlâ bizim elimizi yakıyor. Biz bundan bir menfaat görmedik. Yani bunun hiç cemâlini görmedik hep celâlli bu" demişler ve oradan iki kardeş berâberce yollara düşmüşler. 
Biraz yürüdükden sonra büyük kardeş demiş ki, "Ben babamın dîninden dönmeyeceğim, ben vazgeçtim" demiş. Küçüğü, "Peki sana güle güle, ben gideceğim" demiş, büyük dönmüş, o küçük gele gele, Mâlik İbn Dînâr'ın vaaz ettiği mescide gelmiş. Gelmiş mescidde bir kenara oturmuş ve Mâlik İbn Dînâr'ı dinlemiş. Mâlik İbn Dînâr Hazretlerinin ağzından dürr ü güher yani inci ve cevher dökülüyor yani o kadar güzel konuşuyor. Kur`ân'dan, Hadîs'den, velîlerin menâkıbından, Peygamberimizin sözlerinden konuşuyor, herkes vâlih u hayrân böyle mest olmuşlar onu dinliyorlar. O da araya girmiş, oturmuş, dersi dinlemiş. Ders, vücûdunun her tarafına tesir etmiş. Ders bittikden sonra ayağa kalkmış, "Yâ Şeyh! Ben bir ateşperestim. Ben ceddimin dîninin bâtıl olduğunu anladım. Biz hiç de kütüb-i semâviyyeyi işitmedik. Ne Tevrat işittik, ne Zebûr, ne İncîl ne suhuf ne de Kur`ân. Şimdi geldim sizi dinledim, ben İslâm'a âşık oldum. Demek ki herşey İslâm'ın içerisindedir. Ben İslâm olacağım, bana İslâm'ı arz et" dedi.
Hazret-i Şeyh ona "İslâm gâyet kolay. Allah'a şehâdet etmen ve Resûlullah'a şehâdet etmen, beş vakit namaz kılman, senede bir ay oruç tutman, zekat vermen, gücün kuvvetin yerinde ise ömründe bir defa haccetmendir" dedi. "Bu kadar mı?" diye sordu, Hazret-i Şeyh "Bu kadar" deyince o da "Öyleyse inandım" dedi ve islâmını izhâr etti. 
Şeyh ona "Sen ne iş yapıyorsun" diye sordu. "Ben sabahleyin işe çıkarım, ne iş bulursam onu yaparım, yani yevmün cedîd rızkun cedîd geçinen bir insanım, tüccar değilim, dükkânım yok, sermâyem de yok, bedenimle çalışıyorum ve onunla geçiniyorum" dedi. Hazret-i Şeyh, "Âilen, çocukların var mı?" diye sordu. "Var, âilem ve altı tâne çocuğum var" dedi. Şeyh dedi ki, "Mâdem öyle, şimdi senin paran yokdur, ben cemâate söyleyeyim, sana biraz para versinler" dedi. "Yook! Ben o parayı katiyyen kabûl edemem" dedi. Hazret-i Şeyh "Niçin?" diye sordu. "Ben vaktiyle Allah'a şirk koşuyordum, ateşe tapıyordum, Allah benim rızkımı, çocuklarımın rızkını, âilemin rızkını kesmedi. Şimdi ben mâdem ki Allah'a îmân ettim, O'nu tasdîk ettim, O'nu birledim, O'nu tevhîd ettim, şimdi beni aç mı koyacak?. Onun için ben kullardan bir şey beklemiyorum, istemiyorum" dedi ve oradan çıkıp evine gitti. Adam evine gidip âilesini çağırdı ve dedi ki "Bugün böyle böyle bir hâdise oldu. Gittim bir İslâm âliminin yanına vardım. O bana Dîn-i İslâm'ı anlattı. Bizim gittiğimiz yol yol değil. Biz kendi elimizle ateşi yakıyoruz, sonra ona tapıyoruz, sonra ilâhımızı söndürüyoruz. Bunda bir iş yok, bunda hayır yok. Onun için ben müslüman oldum" dedi. Karısı ona dedi ki, "Sen kötü bir yol seçmezsin. Ben senin âilenim, ikimiz bir vücûduz, ikimiz birleşerek bir hayât olduk. Sen hangi yola girdinse ben de o yola girerim" dedi ve kadın da İslâm'a girdi.
Ertesi gün, adam pazara çıkdı. Orada bir ırgat pazarı vardı, ameleler oraya giderler, toplanırlar, halk, adam lâzım olursa oraya gelir, yevmiyeli adamı alırlar, çalışmaya götürürlerdi. Oraya gitti, durdu, bekledi, oraya bir alay adam geldi, yüzlerce işçi. Geldiler herkesi çalıştırmaya götürdüler, bu adama kimse tâlib çıkmadı, "gel bir işimiz var" demedi. Adam öğlene kadar orada bekledi. Ezan okundu. O hemen kollarını sıvadı, abdest aldı, câmiye girdi ve namazını kıldı ve dışarıya çıkdı. Yine oraya gitti, bekliyor. İş bekliyor, iş gelecek diye bekledi bekledi, hiç kimse gelmedi. İkindi vakti oldu, yine ezan okundu, bu yine câmiye gitti, namazını kıldı, yine çıkdı, akşama kadar bekledi. Güneş gurûb etti, yine câmiye gitti, namazını kıldı ve elleri boş eve döndü. Çünkü ancak çalışırsa, kazanırsa, eve bir şey götürebilecek durumda idi. Döndü evine geldi, kadın onu kapıda karşıladı, bakdı elinde bir şey yok. "Bir şey almadın mı?" dedi. "Evde ne varsa onunla bir şey yap, çocukları yedir, ben bugün bir yerde çalışdım ama patronu görmedim ve yevmiyeyi alamadım. İnşallah yarın patronu görür, yevmiyeyi alırım" dedi. 
Ertesi gün oldu, adam sabahleyin erkenden kalkdı, güneş doğmadan câmiye gitti, sabah namâzını kıldı, çıkdı, yine ırgat pazarına gitti. İşçiler yine toplanmışlar, o da onların arasına girdi. Geldiler, işçileri topladılar, götürdüler, buna kimse sahip çıkmadı. Öğlen oldu, namaza gitti, çıkdı, pazara döndü, bekledi, ikindi oldu, namaza gitti, çıkdı, paxara döndü, bekledi, velhasıl akşam oldu, akşam namazını da kıldı, o günde hiç arayan soran olmadı, bir iş bulamadı ve tekrar elleri boş eve döndü geldi. Bakdı ki çocuklar içeride açlıkdan ağlıyorlar, "açız açız" diye ağlıyorlar. Kadın karşıladı, "Ne oldu?" diye sordu, adam, "Bugün ben yine bir efgendi için çalışdım ama efendiyi göremedim, yevmiyeyi alamadım, inşallah yarın verir" dedi.  Kadın, "Haydi biz aç yatalım ama çocuklar açlığa dayanamıyorlar, ağlıyorlar" dedi. "Ne yap yap uyut bunları" dedi. Kadın, bir tencere suyun için bir taş koydu, kapağını kapattı, fıkır fıkır kaynıyor. "Çocuklar yemek pişiyor, ha pişdi, ha pişecek" derken çocuklar aç açına uyudular. 
Sabahleyin yine erkenden kalkdı, pazara gitti, işçilerin arasına girdi, bütün işçileri alıp görürdüler, bu tek başına orada kaldı, kimse bunu tutmadı. Öğlen vakti oldu, câmiye gitti, namazını kıldı, çıkdı, yine beklemeye başladı, buna iş yok. Karnı aç. Hiç kimse buna iş vermiyor, sanki bunu görmüyorlar, sanki böyle bir adam yok. İkindi namazı vakti geldi, câmiye girdi, namazı kıldıkdan sonra Allah'a elini açdı, "Yâ Rabbi, beni aç öldürsen ben senin dîninden dönmeyeceğim. Ama kadınım ve çocuklarım belki dönecek, ondan korkuyorum. Yâ Rabbi, bunda bir hikmet var ama ben bunu anlayamıyorum. Sen beni müşrikken aç bırakmadın, şimdi niye aç bırakasın. Ama çocuklarımdan korkuyorum. İstersen beni açlıkdan öldür, ben dînimden dönmem. Lâ ilâhe illallah Muhammedü'r-Resûlullah dedim" dedi.
 
O öyle duâ ederken, Allahu Teâlâ meleklerinden birisine emretti, "Git cennetin altunlarından bir torba altun al, bu adamın evine götür, kapısını çal, hanımına teslîm et ve de ki "Patron bunun işinden çok memnûnmuş, o işine devâm etsin". Böyle söyle. O melek, Allah'ın emrini yerine getirdi, bir torba altun, Allah'ın irâdesi ne kadarsa işte o kadar altun, ama cennet altunlarından, aldı, getirdi, kapıyı çaldı, tak tak, kadın kapıyı açdı. "Beni buraya senin kocanın çalıştığı patron gönderdi. Yevmiyelerini gönderdi. Al şu yevmiyeleri. Dedi ki, "Onun işinden ben çok memnûnum, o işine devam etsin, yevmiyesi yine böyle gelecek" dedi ve torba ile altunları verdi. Kadın aldı bakdı, böyle üç günlük çalışmakla verilecek gibi bir para değil, bu acâib bir şey, "Fesübhânallah! Ne cömert bir patronmuş bu, ne ganî, ne ihsân sâhibi, kerem sâhibi bir patronmuş" dedi. Hemen altunlardan birini aldı, hemen çarşıya koşdu. Çocuklar evde açlıkdan ağlaşıyorlar. Hemen altunu bozdurmak için sarrafa götürdü. Sarraf bakdı, altunun ayarı çok yüksek, yirmi dört değil fazla, acâib bir altun, "Hanım, sen bu altunu nerden buldun?" dedi. Kadın, "Valla bilmiyorum, kocam br yerde çalışıyor, o çalışdığı zât göndermiş bunu" dedi. Sarraf, "Kocanı bana gönder, onunla konuşacağım" dedi ve altunu bozdu, o günün râyici kaç paraysa fazlaca verdi. Kadın o parayla hemen et aldı, ekmek aldı, süt aldı, şeker aldı, un aldı, yağ aldı ve çocuklarını doyurdu. Çocuklar karınları doyunca oynamaya başladılar. 
Adamın olup bitenden haberi yok, o hâlâ câmide ağlıyor. "Yâ Rabbi, beni açlıkdan öldürsen de ben senin dîninden dönmeyeceğim ama kadınım zayıfdır, ya dîninden dönerse" diye Allah'a yalvarıyor. Akşam namazını da kıldı. Eli boş gitmeye utanıyor, ne yapsın? Mendillerine kum doldurdu, taş doldurdu, konuya komşuya karşı sözde evine bir şey götürüyormuş gibi, böyle gitti, eve yaklaşdı. Bekliyor ki, evden ağlama sesi gelecek. Öyle bir şey yok. Çocuklar gülüyor, oynuyor. Kapıyı çaldı, kadın kapıyı açdı, buyu etti. Hemen elindeki mendilleri oraya bırakdı. Karısına hayretle sordu, "Nedir bu?" dedi. "Ah sen ne mükerrem, ne lutuf sâhibi bir patrona çalışıyormuşsun! O patron bize senin yevmiyelerini gönderdi. Diyor ki, senin çalışmandan memnûnmuş, "o işine devâm etsin, ben onun yevmiyesini göndereceğim" deyince adam dedi ki "Hanım! O patron değil, Allah! Ben Allah'a ibâdet ediyordum, benim başka bir iş yapdığım yokdu. Çünkü bana hiç iş vermiyordu, hep ibâdet ediyordum". Bir de bakdılar ki, kapının dibinde bıraktığı kumlar un, taşlar ekmek olmuş. Allahu Teâlâ kumu un, taşı ekmek yapdı. "Hiç böyle şey olur mu Efendi?". Allah suyu ateş, ateşi su yapıyor ya! Allah dilerse kumu un, unu kum yapar.  
Sonra kadın dedi ki, "Altunu bozdurduğum sarraf, seni görmek istedi, ona git bir görün" dedi. Adam gitti, sarraf sordu, "Nerden buldun bu parayı?" dedi. Adam meseleyi başından sonuna kadar anlattı. Sarrafın da îmânına sebeb oldu, sarraf da Allah'â îmân etti. Meğer o da ateşperestmiş.

Demek ki Allah'dan isteyenler mahrûm olmuyorlar.
Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Hiç bir kimse yokdur ki Allah'ın kapısını çalsın da, Allah'dan istesin de, Allah onu kapısından mahrûm göndesin, yok böyle bir şey. Bir hânede mâdem ki bir kimse var, kapıyı çaldın açmadılar, bir daha çaldın açmadılar, çala çala bir gün kapıyı sana açarlar. Yani Allah'dan istedin vermedi, istedin vermedi zannediyorsun, isteye isteye bir gün istediğini Allah'dan alırsın. Yeter ki kapıyı çal sen. Haa! Aldıkdan sonra çok dikkat et! Eğer yolu değiştirirsen başına büyük işler gelir. Hakk sillesinin sadâsı yokdur, bir vurdu mu devâsı yokdur.
Ne isteyeceksen Hakk'dan isteyeceksin. Sen arzu ve isteğini Hakk'dan isteyince, Allah kullar tarafından verdirir ama Allah'dan isteyeceksin, kuldan istemeyeceksin.
Mâsivâdan el çekip mahlûkdan ümmîdin kes
Virdin olsun her nefes Allah bes bâkî heves

Efendi Hazretleri diğer bir sohbetlerinde de şöyle buyurmuşlardı :  
İslâm'da isteyeni reddetmek olmadığı gibi kimseden bir şey istemek de yokdur. Attan aşağı kamçın düşse, ya da şuradan aşağı bir şey düşürsen kimseye "onu al bana getir" demeyeceksin, kendin aşağı inip alıp yukarı çıkaracaksın. Kimseden bir şey istemeyeceksin. İsteyeni reddetmek yok demişdik. Kur`ân'da bunun hakkında bir âyet var. "وَأَمَّا السَّائِلَ فَلَا تَنْهَرْ / Ve emmes sâile felâ tenhar / İsteyeni reddetme". Eğer istediği şey sende yoksa, onu başından tatlı sözle sav, sakın acı söyleme.
Bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz ashâbıyla birlikte otururlarken, Seyyidinâ Ebâbekir radıyallahu anh Peygamberimizin tâze hurmayı çok sevdiğini bildiği için bir mikdar hurma alıp hediye olarak getirmişdi. "Yâ Resûlallah, tâze hurma gördüm, satıyorlardı, sizin tâze hurmayı sevdiğinizi bildiğim için alıp size getirdim, buyrun" dedi ve hurmaları Efendimizin önüne koydu. Efendimiz daha elini hurmalara uzatmadan, oradan çıkan bir adam "Yâ Resûlallah, o hurmaları bana versene" dedi. "Hurma ver" demedi "hurmaları ver" dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz hurmalara hiç elini sürmeden hepsini birden o adama verdi. Bunu görenler, Efendimizin sevdiği tâze hurmalardan yiyemediğine üzülerek koşup gittiler ve tekrar tâze hurma gertirdiler. Yine o adam ortaya çıkdı ve "Yâ Resûlallah şu hurmaları bana versene" dedi. Efendimiz yine hiç ağzına sürmeden hurmaları olduğu gibi o adama verdi. Bu hâdise üç kere tekrarlandı, dördüncüde Resûl-i Ekrem Efendimiz o adama "Sen fukarâ mısın, yoksa tüccar mısın?" buyurdular. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm geldi ve Sûre-i Duhâ'daki "وَأَمَّا السَّائِلَ فَلَا تَنْهَرْ / Ve emmes sâile felâ tenhar / İsteyeni reddetme" âyetini getirdi.
İşte bunun için, isteyen, kıyâmete kadar istese de vereceksin. Eğer verecek bir şeyin kalmazsa "yok" diyeceksin ama bunu da tatlı sözle söyleyeceksin.
Efendi Hazretleri bu hususda Şeyh Sâdî Hazretlerinin şu hikmetli sözünü de söylerler idi :
Birisi kapına gelip de birşey isterse, sakın onu mahrûm etme! İstediğini ver ona. Eğer o kişinin rızkı senin üzerine yazıldı ise, o muayyen rızkı ona verebilmek için, o kişiyi şehir şehir aramak zorunda
Listeye geri dön