30 Temmuz 2020 tarihinde yayınlanmıştır.
Sıra Yunus Emre'ye gelince, eline aldığı konulara, dile getirdiği duygulara, bunların türlü ve birbirinden değişik olarak kaynaklandığı yerlere bakınca onun dilini Yunusça deye nitelendirmek gerektiği anlaşılır. Nerede nasıl yetiştiğini, kimlerden okuyup öğrendiğini bilmiyoruz. Mevlânâ'da kolayca sıraladığımız bu kişilerden hiçbirini ya da o ayarda olan bir başkasını, Yunus'un hayatında görmüyoruz. Tapduk Emre'nin hayatı da onunki kadar karanlıktadır. Öyle ise Yunus Emre'nin şiirlerinde, bu şiirlerin her dizesinde bizi durduran zenginlik neredendir? Kur`ân-ı Kerîm'den, hadislerden, peygamber hikâyelerinden, erenlerin hayatından, halkın inançlarından, âdetlerinden, mitolojisinden, dînin esaslarından nasıl olup da bu konularda bir derin bilgin gibi söz ediyor Yunus?
Bence bunları ona öğreten bir kişi aramak boşunadır. Bulmamız da, anlıyoruz ki, mümkün değildir. O zaman bunların sahibi olan bir başka ve öz kaynağa dönmekten başka bunun yolu yoktur. Bu, Türk halkının kendisidir. Diliyle, inançlarıyla, destanlarıyla, dünya görüşüyle, aşkıyla, kişinin en büyük muamması olan ölümüyle, bunda bulduğu teselliyle bu bizim halkımızdır. Bütün bu zenginlikleri nefsinde toplamış olan bir er kişi, yüzyıllardan beri, kendi diliyle, bizim dilimizle, bizi bize anlatıp durmaktadır.Bu konuşmayı hazırlamak üzere, Yunus Emre'nin dîvânını bir kez daha okudum. Her zaman olduğu gibi bu seferkinde de gördüm ki, Yunus Emre'de dikkatli bir okuyucu, benim bulduklarımdan daha başka nice cevherler bulacaktır, adı konmamış, el değmemiş, ama parlayıp duran inciler.
Denize girmek üzere soyunup da dalgalara kendini bırakacak yerde, kıyıda ayağını suya bir sokup bir geri çeken kişiye benziyorum bu hâlimle. Ama karaları geçip de denize ulaşan kişinin tereddüdünü üzerimden atıp Yunus Emre denizine gireyim, diyorum.
Bu dilde, bugünkü dilciler, arkaik Türkçe kelimelerin yanında bunların Arapça, Farsça dillerindeki karşılıklarını bulup göstereceklerdir bize. Belki de Yunus Emre'yi Osmanlıca yazan şâirlerin arasına katıp ham hükümler vereceklerdir. Bense değil XIV. ve XV. yüzyıllarda, bugün de halkın sesine kulak verenler, eğer bu dilleri biliyorlarsa, Arapça ve Farsça nice sözcüklerin söylenip geldiğini, fakat halkın bunu kendisine mal ettiğini işiteceklerdir. Bizim konumuz bu değildir ki, bir ayraç açıp da, günümüzün sevdâsına uyarak, burada gereksiz aktarmalarla satırları doldurup boşaltalım, geçiyorum bunları.
Ben bu bölümde dil deyince, Yunus'da kelimelerin deyimlerin, atasözlerinin, bir bakıma bizden ayrı, hattâ sözlüklerdeki karşılıklarından büsbütün başka bir yolda kullanıldığını göstermek istiyorum. Tâki, böyle Yunusça dememiz bir kuru benzetmeden ibâret kalmasın. Hemen altını çizerek söyleyeyim ki bunları ben çıplak tarifleriyle alıyor değilim. Yunus Emre bunlarla Türkçemizi nasıl zenginleştirmiş, ona nasıl bir ifâde gücü vermiş, benim asıl söylemek istediğim budur, göstermek istediğim de.
Yunus Emre'nin dili konusunda Akbank'ın düzenlediği bir seminerde,
beyitinde, Prf. Kissling, bir zamana uygunsuzluk (anakronizm) buldu ve bunu Allah'ın kâinâtı yaratırken bismillah demeyeceğini, yani Tanrı'nın kendi adıyla başlamayacağını ileri sürdü. Bence sözü bu kadar derine götürmek gerekmez. Bu, Türkçe bir deyimdir. Her müslüman, hayır umduğu işe Allah'ın adıyla başlar. Yunus eğer bütün yazdıklarında Kissling gibi düşünseydi, bizim için okunmaz olurdu. Bence, onun halk dilini nasıl benimsediğinin, yeri gelince nasıl doğru ve yerinde kullandığının tanığıdır, o kadar.
"Ömrünü eskitmek", benim bildiğime göre, yalnız Yunus Emre'de vardır. Allah'ı seven kişinin aslâ yaşlanmayacağını söylemektedir.
Evet ömrü kasırlığının anıcağız benzi solar
"Evet", kelimesinin burada, "fakat" demek olduğunu artık sözlüklerde aramak boşunadır sanıyorum. Ama burada ve Dede Korkut Kitabında ve daha başka halk hikâyelerinde, bu anlamda kullanıldığını biliyoruz.
İşte halk budur, halkın dili budur. Ham sofuların, kaba zâhidlerin kişiliğini, onların ibâdet denince, Konya minâresini ancak bir çuvaldız gibi görüp kalacaklarını, Yunus'dan başka bir yerde gördük mü hiç? İşittik mi hiç? Ama yalnız bu dize, riyâkârlar, ham sofular hakkında, şimdiye kadar söylenenlerin hepsini geride bırakacak, unutulmaycak bir güçtedir.
İşte bu! Olmayacak ve bir gün tükenmeyecek sandıkları bir ihtirasın ardınca koşanların kulağına bundan daha çok yakışan bir küpe var mıdır?
Bu iki dize, ölümü, ölmekte olan bir insanın hâlini, bir tablo kadar gerçekte olduğu gibi anlatmaktadır.
Burada nefs, emmâre denen ve kişiye durmadan yaramaz, haram buyruklar veren, onu kötülüklere götüren nefsdir. Bunu semirtmek, onun her dediğini, her buyurduğunu yerine getirmek, ona uymak anlamına mecazdır.
Yukarıda Yunus Emre'nin halkın kültür alanına girecek ne varsa, onun hepsine sahip olduğunu söylemiştim. İslam dîninin, tasavvufun başta geldiği bir toplumda, elbette dînî kültürün hâkim olduğu söz götürmez.
Bu âyetin meâli, "Ey kendilerinin aleyhinde (günah işlemekte) haddi aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyin, çünkü Allah bütün günahları yarlıgar (bağışlar).
Bu da Kehf Sûresindeki şu âyete işâret ediyor. "Rabbınızın sözlerini yazmak için bütün denizlerin suyu mürekkep olsa ve bir o kadar daha yardımcı olarak ilâve etsek, Rabbımın sözleri tükenmeden o denizler tükenir".
Elif, Arap alfabesinde yukarıdan aşağıya çekilen ve dört nokta uzunluğunda bulunan bir düz çizgidir ve alfabenin ilk harfidir. Elif harfi düzdür, noktasızdır. Bu bakımdan, her şeyin Tanrı bilgisindeki sübûtuna benzetilmiştir. Yunus, bütün harflerin noktadan meydana gelmiş olan elifde mevcut olduğunu, bütün varlıkların Tanrı bilgisinde bıulunduğunu bu mertebeye erişen kişinin, parçaburçuklara uğramasına lüzum bulunmadığını söylüyor.
İbrahim Peygamberin sıfatı Halîlullah'tır. Bu, Allah'ın arkadaşı demektir. Halkımız arasında İbrahim Peygamber, bereketin, bolluğun timsâlidir. "Allah kesene Halil İbrahim bereketi versin" sözü bundandır. Karun ise Kurân-ı Kerim'e göre Firavun'un bakanlarındandır. Ad, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük zengini olarak geçmektedir. Bununla öğünen Karun sarayı ile birlikte yerin dibine girmiştir ki, onun bu âkıbeti, aslında tamah edilmemesi gereken dünyaya âitgelip geçici malları, Tanrı'nın öbür dünyada bahşettiği, ancak insanı büyük meziyetlerle elde edilebilen, ebedî lutuflardan daha makbul sayanlara karşı ibret verici bir örnek olarak kabul edilmiştir. Yunus da, Halîlî, yani Allah'ın ebedî lutuflarıyla kazanılmış olan manevi servetin kişide hayırlara karşı şevk uyandıracağını, Karun'un kişiyi gurûra sürükleyen servetinin ise kimseye yararı olmayacağını söyleyerek insanları uyarmak istemektedir.