19 Ağustos 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Amerika'daki bir sohbetlerinde Yûsuf Peygamber'in kıssasını şöyle anlatmışlardı :
Yûsuf kıssası için Cenâb-ı Hakk Kur`ân'da, "kıssaların, hikâyelerin en güzelidir" diyor. "Yaşanmış en güzel kıssayı haber veriyorum size" diyor.
Vücûd bir kuyudur, rûhu da Yûsuf'dur. Yûsuf'u kuyuya atarlar. Mürşid de kervan gibidir, gelir onu o kuyudan çıkarır, sonra onu götürür, aşk pazarında satar, vücûd Mısır'ına onu sultân eder.
Yûsuf aleyhisselâma ve Yakûb aleyhisselâma te'vîl-i rüyâ verilmişdi. Yani rüyâyı onalar iyi tabir ederlerdi. Allah onlara o ilmi vermişdi. Yalnız Yakûb aleyhisselâm ile Yûsuf aleyhisselâm değil, o âileye. Yûsuf'un kuyuya atılmasına sebebi de bu mesele oldu. Çünkü Hazret-i Yûsuf aleyhisselâm bir rüyâ gördü. "يَٓا اَبَتِ اِنّ۪ي رَاَيْتُ اَحَدَ عَشَرَ كَوْكَبًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ رَاَيْتُهُمْ ل۪ي سَاجِد۪ينَ yâ ebetî innî raeytü ehade aşere kevkeben ve^ş-şemse ve'l-kamera raeytühüm lî sâcidîn". "Babacığım" dedi, "bu gece bana rüyamda, on bir yıldız ve ayla güneş secde etdi" dedi. Babası Yakûb da dedi ki, "Aman!" dedi, "bu rüyayı kardeşlerin duymasınlar. Çünkü sana hased ederler" dedi, "ve sana hîle hazırlarlar" dedi. "Zîrâ Şeytan, insanları kötülüğe iter, kötülüğe çağırır" dedi. "Senin bu gördüğün rüyaya büyük tebşîrât var, senin ereceğin makâmı onlar işitecekler ve sana hased edecekler" dedi. Yûsuf'la Bünyamin, onlar ikisi, bir annedendi, diğer on kardeş de bir annedendi. Öteki kardeşler Yûsuf'un bu rüyâyı gördüğünü işittiler ve bu rüyadan onun istikbalde sultan olacağını anladılar. Zâten Yakûb Yûsuf'u fazla severdi, kıskanıyorlardı kardeşleri, bunu vâsıta kılarak dediler ki, "Baba, biz mesîreye çıkacağız", ne diyorlar ona şimdi, "pikniğe gideceğiz, Yûsuf'u ver bize götürelim" dediler. Yakûb Peygamber dedi ki, "Korkarım ki siz Yûsuf'u kurdlara yedirirsiniz". Ve netekim de Yûsuf'u kuyuya atdılar, geldiler. Yatsı vakti böyle, ortalık kararmışdı, yalandan ağlıyorlardı. Yakûb onların yüzünü görmesin diye, karanlıkda geldiler, dediler ki, "Baba, Yûsuf'u kurdlar yedi". Yakûb aleyhisselâmın bu sözünden onlar ne yapdılar, bu yalanı uydurdular. Onun için demek ki insanlar kötü bir şeye yormamalı. Meselâ, "Parayı bankaya götüreceksin, yatıracaksın, yolda parayı çaldırma!", böyle dememeli. Çünkü neden? Çocuğun kafasına Şeytan girebilir, kendi alır parayı ve gelir der ki, "Ben parayı düşürdüm yâhud çaldırdım" der. Bunu gösteriyor bize Kur`ân-ı Kerîm. Ve Yûsuf'un gömleğini aldılar, kana buladılar, getirdiler, babalarına, dediler, "Yûsuf'u kurd yedi, işte gömleği bu". Fakat gömleği parçalamayı unutmuşlardı. Öyle getirdiler yani yenilmediği meydana çıkdı. Yakûb Peygamber görür görmez anladı. Fakat yapdığı hatâyı da anladı Yakûb Peygamber. Dedi ki, "Bu nasıl kurd ki benim Yûsuf'umu yedi, gömleğini parçalamadı".
Sabahleyin gidiyorlar bakıyorlar kuyuya, kuyuya gidip bakıyorlar, Yûsuf orada, kuyuda, ağlıyor içeride. Ona ekmek filan vermiyorlar. Derken kervan geldi. Mısır'a giden bir kervan geldi, kuyunun başına uğradı. Su almak için kovayı aşağı uzatdılar.
Burada bir soru vârid oluyor. Yûsuf'u kuyuya atdıkları vakitde, derin bir yerdi orası, Yûsuf'un kafası gözü patlamadı mı, bir tarafı kırılmadı mı? Vaktâ ki kuyuya atdılar Yûsuf'u, Allah Cebrâil'e emreyledi, "Git, hemen Yûsuf'u tut". Ve Cebrâil aleyhisselâm indirdi kuyuya, içeriye onu.
Bir Abdüsselâm Hazretleri var, Abdüsselâm el-Esmer, Trablusgarb'da yatıyor, Tarîkat-i Arûsiyye'nin pîri. O kadar çok kerâmetleri var ki, gayr-i müslimler bile ondan istimdâd ederler. Hattâ bir damın üstünde bir Mûsevî çocuğu oynuyordu, ufak bir çocuk, ayağı kaydı ve yukarıdan aşağı düşdü. Yüksek bir yerdi. Annesi seslendi, "Yâ Abdüsselaaaam!". Çocuk aşağı düşdü, başladı gene oynamaya, yukarıda oynadığı gibi. Sonra çocuğa demişler, "Ne oldu?". Diyor, "Ben aşağı düşdüğüm vakitde bir sakallı adam geldi beni tutdu ve aşağı indirdi". Onun için bütün gayr-i müslimler de hürmet ederler o zâta. İşte Allah da emretdi Cebrâil'e, "Git Yûsuf'un bir tarafı kırılmasın". Burada bir incelik daha var. Onu da söylemeden geçmeyelim. Allah onu düşürdüğü vakitde bir tarafını kırmadan da aşağı indirebilirdi ama Cebrâil'i gönderdi ki Yûsuf'un kıymeti bilinsin diye, öyle bir melek kurtardı.
Kervan geldi. Kervan kuyuya ipi atdı. Kardeşleri bakıyorlar, uzakdan gözetliyorlar. Kovaya asıldılar yukarı çekiyorlar, çekiyorlar. Ağır bir şey geliyor, ağır bir şey geliyor. Gele gele güzel bir çocuk kuyudan çıkdı. Ve dediler, "يَا بُشْرٰى هٰذَا غُلَامٌۜ yâ büşrâ hâzâ gulâm", şaşırdılar, nereden çıkdı bu çocuk diye. Ama ne kadar güzel! Güneş kararır yanında, o kadar güzel. Dünyâda insandan güzel hiç bir şey yokdur. Onun için güneş kararıyor yanında dedim.
Bir gün Hârun Reşîd karısını seviyordu, ay aydınlığında, mehtâbda, Zübeyde Hâtun'u. Dedi, "Bu aydan güzel değilsen benden boş ol" dedi. Sonra aklı başına geldi, "Eyvah, ben ne yapdım!" dedi. Ulemâyı topladı, sordu. "Benim karım mı güzledir, ay mı güzeldir?" diye sordu. Kimse cevâb veremedi. Sonra o devrin en büyük âlimi, gençlerden o geldi, oturdu ve bu âyeti okudu, esteîzübillah, "لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ ف۪ٓي اَحْسَنِ تَقْو۪يمٍۘ lekad halakna'l-insâne fî ahseni takvîm". Biz insanı her şeyin fevkinde, her şeyden güzel halk etdik. Bunu okuyunca mesele kalmadı, halloldu.
Kervan çıkardı çocuğu, bakdılar ki güneşden daha güzel, hepsinin kanı kaynadı ona, hepsi sevdiler. Fakat kardeşleri geldiler, dediler ki, "Bu bizim kölemizdir. Bu kaçdı bizden, biz bunu arıyorduk, burdaymış demek ki. Satarız size bunu". "Peki ne istiyorsunuz?" dediler. Yûsuf'u çok ucuz bir paraya satdılar. Ve Yûsuf'u aldılar, götürdüler Mısır'a ve pazara çıkardılar. Oooo herkes doldu başına, binlerce lira veriyorlar Yûsuf'a. Bir kocakarı, yaşlı ve çirkin bir kocakarı, geldi, dedi, "Benden de on para var". Dediler ki, "Herkes buna on binlerce lira veriyorlar, sen deli misin, on para veriyorsun, bu ne demekdir". Kadın cevâb verdi, dedi ki, "Ben bilirim ki siz Yûsuf'u bana on paraya vermezsiniz ama Yûsuf'un satışında benim de peyim olsun, ismim târihe geçsin" dedi. Sonra Mısır'ın kıtfîri aldı Yûsuf'u, evine götürdü. Çocuk günden güne gelişdikçe, hanımının gönlü akdı ona, âşık oldu.
Ayıp bir şey değil. Aşk ayıp değildir, edebsiz olmazsa. Kadın o hâle geldi ki, nereye baksa Yûsuf'u görüyor. Aşkın en yüksek mertebesine çıkdı. Bir gelip haber verse, "Ben Yûsuf'u gördüm, hazînesini açıyor, incileri alıp onun başına saçıyor". Ve kocasına olan bazı vazîfelerini unutdu Yûsuf'un aşkından. Günlerde bir gün odasına çağırdı Yûsuf'u. Dedi ki, "Ben sana teslîmim" dedi, "Heyte lek, ne yaparsan yap bana" dedi. Hazret-i Yûsuf dedi ki, "Kâle meâzallah, ben Allah'a sığınırım senin söylediğinden" dedi. Derken bu aşk meselesi duyuldu bütün Mısır sosyetesi arasında. Herkes ayıplıyor Züleyhâ'yı, "Nasıl olur, hiç sultan kölesine âşık olur mu!" diyorlar. Dedikodu ayyuka çıkdı. Herkesin ağzında bu konuşuluyordu. Züleyhâ dedi ki, "Siz beni böyle bu şekilde levm ediyorsunuz, beni ayıplıyorsunuz, ben size Yûsuf'u göstereyim bakalım siz ne hâle geleceksiniz" dedi. Ve büyük bir ziyâfet hazırladı ve bütün kadınları çağırdı, davet etdi. Kadınların hepsi Yûsuf'u arıyorlar, bakıyorlar, Züleyhâ'nın âşık olduğu köle hangisidir diye. Onların ellerine bıçaklar verdi, elma, turunç ve portakal gibi şeyleri soymak üzere. Onlar ellerine aldılar soyuyorlardı portakalları ve birden Züleyhâ seslendi, "Yâ Yûsuf! Gel" deyince, hepsi başlarını kaldırdılar, elleriyle portakalları kesiyorlar, Yûsuf içeri girince, onu görünce, ellerini kesdiler, parçaladılar ve duymadılar hiç acısını. Elleri parçalandı ve dediler ki, "مَا هٰذَا بَشَرًاۜ اِنْ هٰذَٓا اِلَّا مَلَكٌ كَر۪يمٌ mâ hâzâ beşerâ, in hâzâ illâ melekün kerîm". Yani "Bu insan değil, kerîm bir melek" dediler. Elleri parçalanmış, kanlar akıyor, acısını hiç duymuyorlar. Züleyhâ döndü dedi ki kadınlara, "Beni ayıplıyordunuz, benim hakkımda dedikodu yapıyordunuz, bakın ben bu hâldeyim işte. Siz ellerinizi kesdiniz, onun acısını duymadınız, ben her gün onu görmekdeyim böyle, onun aşkıyla yanıyorum" dedi.
Şimdi burada bir sır anlatacağım. Ölüm ânında bedenle rûh birbirinden ayrılırken, bu acı üç yüz kılıç darbesi gibi imiş. Fakat mü'minlere inananlara, tereyağdan kıl çeker gibi böyle. Nasıl oluyor. Üç yüz kılıç darbesi olduğu hâlde hiç duymuyor. Bunun sırrı işte Yûsuf aleyhisselâmın kıssasından anlaşılıyor. Nasıl ki Yûsuf'u görünce kadınlar ellerini kesdiler, acısını duymadılar, ölüm ânında müminler için vuslat var. Vuslat olduğu için, gösterilen cemâlullahı, yâhud Hazret-i Peygamber'in cemâlini yâhud Yûsuf Peygamber'in cemâlini görüyor, neyse mertebesi, o güzelliğe bakarken, rûhu kabz olunuyor, duymuyor. Ona işâret var bunda. Ama o güzelliği görmezse, o acıyı duyuyor, yani üç yüz kılıç darbesini. Görmeyince onu duyuyor. Gördüğü vakitde, işte Yûsuf'u görenler nasıl parmaklarını kesdiler, acısını duymadılar, duymuyorlar. Ölüm ânında mü'minlerin hâli de böyledir. Ona işâret var bunda. Geçiyoruz.
Evet, Züleyhâ kadınlara dedi ki, "Beni zemmediyordunuz, benim aleyhimde konuşuyordunuz, bakın, benim hâlimi görün ve bana hak verin". Kadınların hepsi hak verdiler, dediler ki, "Bu insan değil bu. Hâzâ melekün kerîm, kerîm bir melek bu" dediler. Hepsi Yûsuf'a hayran oldular. Ve Yûsuf sokaklarda gezdiği vakitde, yüzüne perde asardı. Çünkü yüzünü gören bir hâmile kadın hemen çocuğunu düşürürdü.

Evet, işte bir müddet sonra, dayanamadı bir gün Züleyhâ, odasına çağırdı Yûsuf'u, dedi "هَيْتَ لَكَۜ heyte lek", yani "Ben sana teslîmim, bana ne istersen yaparsın, ben seninim" dedi. O da dedi ki, "قَالَ مَعَاذَ اللّٰ kâle me'âzâllah, ben Allah'a sığınırım, ben bu işi yapamam, bu olmaz, imkânı yok". Onun üzerine Züleyhâ saldırdı, Yûsuf'a sarılmak üzere. Kadınlarda bir hayâ vardır, kadın ne kadar erkeğe âşık olsa, aşkını ilân edemez. Ancak etvâr u harekâtıyla ilân edebilir. Dâimâ faaliyet erkek tarafından olur. Züleyhâ âşık olduğu için, bu hayâ perdesini de yırtdı ve Yûsuf'a saldırdı. Ve boğuşma oldu, alt alta üst üste böyle ve Yûsuf kaçdı. Kaçmaya başladı, o da peşinden kovalıyordu. Ve Yûsuf'un arka eteğine sarıldı, tutdu arkasından çekdi. Ve yıtdı elbisesini. Ve o ara kapı açıldı ve Züleyhâ'nın kocası sultan içeri girdi, kıtfîr. Onları o hâlde görünce kıtfîr şaşırdı. Şaşırınca Züleyhâ dedi ki, "Senin karına birisi tecâvüz ederse, yâhud bu fiili işlemek isterse, sen o adama ne yaparsın? Ya alırsın hapsedersin ya döversin, değil mi?". Öldürürsün demiyor. Çünkü Yûsuf köle olduğu için cezâsı ölümdür. Yûsuf'u öldürecek diye korkuyor, "Senin karına birisi böyle tecâvüz ederse, bak tecâvüz etdi bana, bunun cezâsı nedir? Sen bunu ya döveceksin, dövdüreceksin yâhud da hapsetdireceksin, değil mi?" dedi. Ödü patlıyor yani Yûsuf'a bir şey olacak diye. Sonra kapıdan başka birisi, bir hâkim girdi ve dedi ki, "Bu davâyı halletmek için bakın, Züleyhâ'nın eteği mi yırtıkdır, Yûsuf'un eteği mi yırtıkdır". Tahkîkâta başladılar. Eğer Züleyhânın arka eteği yırtıksa Züleyâ kaçdı, Yûsuf kovaladı peşinden. Yok Yûsuf'un arka eteği yırtıksa, Yûsuf kaçdı, Züleyhâ kovaladı. Bakdılar ki Yûsuf'un eteği arkadan yırtık. Ve bu rezâleti kapamak için Yûsuf'u hapsetdiler. Yani davâyı örtbas etmek için Yûsuf'u hapse atdılar. Ben gitdim, Yûsuf'un haps olunduğu yeri gördüm. Yer altında yüz yirmi metre içeride.
O vakit sultan bir rüyâ gördü. Nil'den yedi zayıf öküz çıkdı, yedi şişman öküzü yedi. Yedi tâne yeşil başak, yedi tâne sarı başağın üzerine yatdı böyle. Sabahleyin kalkdı, bu rüyânın tesirinde kaldı sultan. Muabbirleri çağırdı, rüyâ tabircilerini. Onlar dediler ki sultana, "Bu rüyâyı biz tabir edemeyiz, bir acâib rüyâ bu" dediler. Bir kısmı dediler ki, "اَضْغَاثُ اَحْلَامٍۚ edgâsü ahlâm, bu hayalden başka bir şey değil, yani hayal bu" dediler. Bir kısmı da dediler ki, "Hayır hayâl değil bu, mühim bir rüyâ bu ama biz bu rüyânın içinden çıkamayacağız, biz bunu tabir edemeyiz". Sultan dâimâ rüyânın tesirinde kalıyor ve rüyâsını tabîr edecek muabbir arıyor.
Yûsuf hapishânede halkı vahdete çağırdı, tevhîde çağırdı. Evvelâ hapishâne müdürünü çağırdı, zindan müdürünü, tevhîde çağırdı onu. Ve "Ben rüyâ tabir ederim dedi, benim mucizem budur" dedi. Oradan iki kişi çıkdı, dediler ki, "Bir rüyâ uyduralım biz, alay edelim bununla". Bir tânesi geldi dedi ki, "Benim başımda bir tabla vardı, üzerinde ekmekler vardı, yukarıdan kuşlar geldi, benim tablamdaki ekmekleri yedi". Uydurma rüyâ anlatıyorlar yani rüyâ filan görmediler, Yûsuf'la alay edecekler. Diğeri geldi, dedi ki, "Ben rüyâmda salkım salkım üzümleri sıkdım, üzüm sularını şarap yapdım, fıçılara koydum" dedi. Dedi ki Yûsuf Peygamber, o başımda ekmek taşıyordum, kuşlar geldi, yedi diyene, "Seni asacaklar ve senin beynini vahşî kuşlar yiyecek" dedi. Ötekinde dedi ki, "Sen ne vazîfe yapıyordun?". Dedi, "Ben pâdişaha şarap verirdim, sâkîsiydim" dedi. "Sen berâat edeceksin, sana iâde-i vazîfe yapacaklar, gene eski vazîfene gideceksin sen" dedi Yûsuf. Onlar dediler ki biz bu rüyâları uydurduk, seninle alay edelim diye. Yûsuf Peygamber dedi ki, "Bu böyle olacakdır, ister gördünüz, ister görmediniz". Onun için sâliklerin rüyâ uydurmaları doğru değildir tarîkat-ı aliyyede. Ve o adamı asdılar, onun beynini kuşlar yedi. Öteki de berâat etdi, iâde-i vazîfe yapdılar ona, giderken o, Yûsuf Peygamber dedi ki ona, "Bak ben senin rüyânı tabir etdim ve sen vazîfene geri dönüyorsun, sultana söyle, ben burada günahsız yatıyorum, ben Züleyhâ'ya tecâvüz etmedim. O bana saldırdı. Nitekim benim eteğim kopmuşdu, tahkîkat netîcesinde ortaya çıkdı bu. Fakat beni zulmen buraya atdılar. Beni buradan çıkarsın, sen bana yardımcı ol, iltimas yap, ona söyle" dedi. Yûsuf, Allah'dan başkasına müracaat etdiği için, kuldan meded umduğu için, yedi sene daha hapishânede kaldı. O adam unutdu, yedi sene söylemedi Yûsuf'un durumunu. Allah tarafından cezâya çarpdırıldı yani "benden başkasına mürâcaat etdi, sabretmedi" diye.
Sultan o rüyâyı gördü işte, yedi zayıf öküz yedi şişman öküzü yedi. O adamın aklına geldi hemen, dedi, "Pâdişahım, bunlar rüyâyı tabir edemediler sana, hapishânede bir adam var, bir gayr-ı hak oraya atmışlar onu, o zât rüyâyı çok güzel tabir ediyor. Benim başıma böyle bir hâdise geldi, ben kurtuldum, vazîfeme geri döndüm, diğer arkadaşı da asdılar, beynini kuşlar yedi. Onu çağır, o bu rüyâyı tabir edebilir" dedi. Yedi sene sonra ama. Onun üzerine sultan çağırtdı Yûsuf'u. Yûsuf dedi ki, "Çıkmam" dedi "hapishâneden. Ancak benim nâmuslu olduğumu ilân edeceksiniz, ben Züleyhâ'ya tecâvüz etmedim, halka benim iffetimi ırzımı bildiriniz, sonra çıkayım ben buradan. Yoksa ben burada kalırım" dedi. "Ben peygamber çocuğuyum ve peygamberim, sonra halkın kafasında benim kadına tecâvüz etdiğim kalır" dedi. Ve sultan ilân etdi, dedi ki, "Yûsuf'da katiyyen ve kâtıbeten hiç bir kusur yokdur, kadına tecâvüz etmemişdir, kadın tarafından kendisi tecâvüze uğramış, fakat nasılsa bir adlî hatâdan dolayı hapsolunmuşdur. Şimdi kendisi berâat etmiş, iffeti iâde olunmuşdur, ilân ediyoruz" dedi.
Ondan sonra Yûsuf dedi ki, "Yedi sene bolluk olacak, yedi sene de kıtlık olacak" dedi. Bolluk senelerinde buğdayları alınız, tânelemeyin, başaklarıyla beraber saklayın, rüya onu gösteriyor" dedi. Ve bolluk başladı. Bolluk başlayınca, buğdayları iddihar etdiler ve başaklarıyla beraber silo yapdılar, silo. Ve Yûsuf'un fetânetine, aklına hayrân oldu sultan, onu efendisinin yerine kıtfîr yapdı. Yani vâli yapdı. Yedi sene sonra kıtlık başladı.
Yakûb aleyhisselâm ikide birde diyordu ki, "YÛsuf'un kokusu geliyor, Yûsuf'un kokusu geliyor". "Yûsuf'um" diye ağlaya ağlaya gözlerine perde indi Hazret-i Yakûb'un, kör olmadı perde indi. Kıtlık başlayınca Ard-ı Kenan'da yani Yakûb aleyhisselâmın ve Yûsuf'un kardeşlerinin yaşadığı mıntıkalarda ekmek kalmadı, buğday kalmadı, açlık başladı. Yakûb alehisselam dokuz tâne evlâdını Mısır'a gönderdi. On bir kardeşdiler. Yûsuf'un yerine Bünyamin'i seviyordu şimdi. Onu yanında bırakdı. Dokuz tâne kardeşini, yani Yûsuf'u kuyuya atanları Mısır'a gönderdi, ekmek almak üzere, buğday almak üzere.
Yakûb çocuklarına tenbîh etdi, "Mısır'a girdiğiniz vakitde, hepiniz bir kapıdan girmeyin şehre, müteferrik kapılardan şehre giriniz". Çünkü Yûsuf'un kardeşleri, hepsi iri yarı, gâyetle güzel, yakışıklı. Dokuz tâne bir kapıdan girerse, nazar değer diye, ayrı ayrı kapılardan girmelerini tenbîh etdi. Burada bize derse var, onun için söylüyorum.
Geldiler, buğday aldılar. Ve onlara sordu, "Siz nerdensiniz;?". "Biz Ard-ı Kenan'danız" dediler. "Sizin başka bir kardeşiniz yok mu?". "Var" dediler. "Nerede o?" dedi. "Bizim bir kardeşimiz vardı, ismi Yûsuf'du, onu kurdlar yedikden sonra, onun kardeşi olan Bünyamin vardı, onu babamız çok seviyor, onu bizle beraber göndermedi, babamızın gönlünün eğlencesi o, onunla kaldı o. Biz dokuz kardeş buraya geldik" dediler. "Size şimdi ancak dokuz kişilik buğday vereceğim, eğer onu getirmezseniz size daha fazla buğday vermem, o kendi gelsin onun hakkını da öyle verelim" dedi. Dediler ki, "Babamız ihtiyardır, merhamet et, o onun gönlünün eğlencesi, onu buraya getiremeyiz".
Efendi Hazretleri, "Burada bırakalım da bir daha seneye anlatırız gerisini" deyince Amerikalılar şaşırıp kaldılar, neden sonra bunun bir latîfe olduğunu anlayınca, gülmeye başladılar. Efendi Hazretleri hikâyeye şöyle devâm etdiler :Geldiler Hazret-i Yakûb'a, "Buğday vermiyor, Bünyamin'i istiyor" dediler. Dedi, "Gene bana hîle yapıyorsunuz gâliba siz, Yûsuf'u kurdlara yedirdiniz, bu sefer de Bünyamin'i yok edeceksiniz" dedi. Yakûb aleyhisselâm onlara sert sert konuşdu. Dediler, "Vallahi emir daha fazla buğday vermiyor, kardeşinizi getirirseniz veririm diyor, bu buğday bize yetmez, aç kalırız" dediler. Onun üzerine mecbûr oldu Yakûb aleyhisselâm, Bünyamin'i de gönderdi. Oraya gidince, onların buğdaylarını doldurdular çuvallara, Yûsuf emir verdi ki, "Bünyamin'in çuvalına ölçeği koyun". Ölçek altundan. Buğday ölçeği. "Onu oraya saklayın" dedi memurlara. Onların haberi olmadan ölçeği Bünyamin'in çuvalına koydular. Aldılar, giderlerken memurları gönderdi ve arattırdı çuvalları, ölçek eksik burada, ölçek ne oldu diye. Bünyamin'in çuvalında buldular ölçeği. O günün kânununa göre, kim kimin malını çalarsa, yakalandığı vakitde, onun kölesi olurdu o. Bünyamin'i yakaladılar ve dediler ki ötekilere, "Siz gidebilirsiniz". Bünyamin kaldı çünkü çalmış görünüyordu, ölçek onun çuvalından çıkmışdı. Onlar, "Valla biz gitmeyiz babamızın yanına" dediler, "rezîl olduk. Yûsuf'un başına iş geldi, bunun da başına iş geldi". Oturdular oraya ağlamaya başladılar. Yûsuf, "Hemen çıkarın bunları buradan, Mısır'dan gitsinler bunlar" dedi memurlarına, askerlerine. Bünyamin'i tutdu orada. Ondan sonra onlar ağlaya ağlaya Ard-ı Kenan'ın yolunu tutdular.
Hazret-i Yûsuf Bünyamin'i yanına aldı, dedi ki, "Beni tanıdın mı, kim olduğumu bildin mi? Ben senin kardeşin Yûsuf'um" dedi. Sarıldılar, öpüşdüler.
Bünyamin'in çuvalından tas çıkınca, onlar demişler ki, "Bunun bir kardeşi vardı, o da hırsızdı, babasının kemerini alıp sakladıydı" filan deyip biraz Yûsuf'un aleyhinde konuşdular. 
Sonra bunlar Yakûb aleyhisselâmın yanına geldiler, "Baba, mesele böyle böyle oldu, bu Bünyamin de emirin tasını çaldı, yakalandı, kaldı o Mısır'da" dediler. "Eyvâh!" dedi Yakûb aleyhisselâm ve ağlamaya başladı. O orada ağlarken Cenâb-ı Yûsuf gömleğini çıkardı sırtından, müjdeciye verdi, "Götür babama" dedi "gözlerine koysun bu gömleği ve kardeşlerimle babam gelsinler Mısır'a" dedi. Vaktiyle Yûsuf'un felâket haberi gömleği ile gelmişdi, müjdesi de gene Hazret-i Yûsuf'un gömleğiyle geldi. Hepsi toplandılar geldiler Mısır'a, Yakûb Peygamber'le beraber. Tahtına oturmuşdu Yûsuf aleyhisselâm, ana babasını da tahtına oturutdu ve bütün kardeşleri hepsi birden Yûsuf'un tahtı önünde secde etdiler. Ve Yûsuf babasına dedi ki, "يَٓا اَبَتِ هٰذَا تَأْو۪يلُ رُءْيَايَ مِنْ قَبْلُۘ yâ ebeti hâzâ te'vîlü rü'yâye min kabl, işte vaktiyle gördüğüm rüyânın tabîri budur" dedi. Ve barışdılar, Yûsuf hepsini affetdi. Hikâye de burada bitdi.
Dinleyenlerden birisi, "Kıssanın başında remzlerden bahsetdiniz, vücûd kuyu, kervan mürşid dediniz, diğer tasavvufî remzler de var mı acabâ" diye sorunca, Efendi Hazretleri, "Hepsi var, hangi birini söyleyelim" buyurdular ve diğer remzlerden bazılarını şöyle îzâh etdiler :
İp, tarîkat-ı aliyye. Çünkü ona tutunup kurtuluyor. Yûsuf'un kardeşleri nefsin sıfatlarına işâret. Yûsuf'un zindan atılması, sâlikin seyr u sülûk esnâsında çekdiği çileye işâretdir. Züleyhâ dünyânın remzidir.
Haydi öbür tarafını da anlatalım. Bir gün Yûsuf Peygamber atıyla geçiyor, Züleyhâ ihtiyarlamış, gözlerinin feri sönmüş, Hazret-i Yûsuf da gördü onu, atını oraya sürdü, "Züleyhâ sen misin?" dedi ona. "Evet benim. Yûsuf sen misin?". "Benim" dedi Yûsuf aleyhisselam, "Ben nefsime gâlib oldum, sultân oldum. Sen nefsine mahkûm oldun, bu hâle geldin" dedi. Sonra dedi ki, "Benim aşkımla bu hâle geldin sen, sana duâ edeceğim ben". Çünkü fakîr olmuşdu, bütün malını mülkünü Yûsuf için dağıtmışdı. Güzelliğini de kaybetmişdi. Sonra Yûsuf Peygamber duâ etdi. Allah duâsını kabûl etdi. Züleyhâ eskisi gibi yani Hazret-i Yûsuf'a âşık olduğu devirdeki gibi güzel oldu ki aynalar kendinden utanıyordu, o kadar güzeldi. Ve o akşam evlendiler, gerdeğe girdiler, Yûsuf aleyhisselâm yatağına çağırdı, "Gel yatağıma" dedi. Züleyhâ, "Hayır" dedi, "Gelmem" dedi. "Niçin gelmiyorsun?" dedi. Vaktiyle haramdın, sen bana haram olduğun için ben sana el sürmedim. Şimdi sen benim helâlım oldun. Haram olduğun zaman sen beni istiyordun da, şimdi helâlım oldun, niçin yanıma gelmiyorsun?". Züleyhâ dedi ki, "Ben Allah'a âşıkdım, sen bana perde olmuşdun" dedi. "Rabbimle arama girme yâ Yûsuf, bırak beni kendi hâlime" dedi.
Efendi Hazretleri sohbetin sonunda yine bir latîfe yapdılar, "Kırık dökük anlatdık bir şeyler, seneye bir daha çağırırsanız o vakit daha güzel anlatırım" buyurunca Amerikalılar şaşırdılar, “Bundan daha güzel nasıl anlatılabilir ki” diye hayranlıklarını ifâde etdiler, sonra nükteyi anlayınca gülmeye başladılar.